Hürriyet

14 Ocak 2011 Cuma

KAĞIT

Eğer yetişebilirsem diye kendi kendime niyetleniyorum ancak her bildik salonda gösterime girmiyormuş film.

Neyse iş çıkışı yola çıkıyorum ancak Ataköy’de araç arızalandığı daha doğrusu ön kapı kilidi bozulduğu için şoför tarafından indirilip başka otobüsü beklemeye koyuluyorum.

Trafik malum. Beyoğlu malum hele ki Cuma akşamı.

Neyse koşa koşa salona giriyorum ve “başladı mı?”diyorum gişe sorumlusu hanımefendiye.
Yok yok henüz olacak hemen girin.
Yer gösterici koşa koşa geçtiğimiz 11.salona doğru feneri ile bomboş salonu gösterirken;
“ önemli değil hanımefendi yeniden başlatırız” deyince “ teşekkür ederim ben anlarım” deyip geçiyorum antrakta fark ediyorum ki toplasan 10 kişi yok salonda ses dolayısı ile öyle inliyor ki. Birde tam arka sokaktan gelen canlı performans gürültüsü, zemin sallanıyor.

Film alt yazıları geçerken içerideyim.
Adı : KAĞIT
Yapımcı : Plato Film ( Sinan Bey’in şirketi)
Yönetmen : Sinan Çetin
Senaryo : Sinan Çetin

Bildiğim kadarıyla filmin çekim yılı 2008 neden bu zaman yayınlanmayı beklemiş? Bunu bilmiyorum yoksa kendi filmi içinde izin bekledim diyecek mi?

Film 1977 yılında geçmekte. Takdirname sahibi devlet memuru bir babanın dört kızından bir tek oğlanın etrafında dönen olaylar. Daha doğrusu kendi kaderini çizmek isterken başkalarının kaderlerimiz üzerinde etkileri anlatılmak isteniyor,diyeceğim fakat iler ki dakikalar da devlet ile ilgili kısımlara gelince ki sanırım üç kez bayrağımızı göstererek bu vurgulanıyor adeta seyirciyi devleti sorgulamaya yöneltir bir çizgi var gibi.

Babasının hayatı boyunca eczacı olmasını düşlediği oğlu Emrah (Öner Erkan) rejisör olmak istiyor. Kendi çabasıyla film yapmak istese de ona destek olan bir tek anacığı ( Ayşen Gruda)
Çocuğunun mutlu olması hasta kocasının (Ahmet Mekin ) üzülmemesi için yalanlara ortak oluyor ve yalanlar her zaman ki gibi yalanları doğuruyor.
1970-80 dönemlerinde çıkarılan filmlerin kalitesi, yapımcıların hangi faktörleri göz önünde bulundurdukları güzel bir dille anlatılmış.
Netice de bir filme başlanıyor ancak sonra dan öğreniyor ki Ankara’dan izin alınması gerekiyor ne var ne yok satıp yollara düşüp hayatının kadını ile tanışmak için yapımcının bahsettiği Ankara Menekşe sokakta ki adrese gidiyor.

Onay almaya Müzeyyen hanım ( Asuman Dabak) “sen filme başlamışsın ancak henüz imzaya geliyorsun” diyerek REDDEDİLDİ kaşesini bastıktan sonra,bitmek tükenmeyen Ankara yolculukları başlıyor.
Sonunda Memur Müzeyyen hanımın kendi kanaatince şüpheli bulduğu bu şahsa Cumhuriyet Savcılığına yaptığı şikayet ile olaylar dallanıp budaklanıyor.
Film seyredince anlayacaksınız.
Film de çok güzel sözler var ki; her birimizin hayatında karşılaştığımız, yakınlarımızın başına gelip duyduğumuz türden. Hatta kendi kendimize isyan ettiğimiz kelimelere denk düşecek nitelikte.

-Emrah : Yasaklar / Kurallar niçin konur?Neden?
Kendi iç dünyamızda neler yapacağımıza, ne hissettiğimize,ne giyeceğimize kim karışır?
-Müzeyyen:Yasaklar/ Kurallar olmalıdır.
-Emrah: Peki Müzeyyen hanım bir sabah uyandınız ve kahvaltı da zeytin yemeniz yasak olduğu söylendi ne yaparsınız?
-Müzeyyen: Zeytin yemem.
-Emrah : Her yasak kendi isyancısını yaratır.Şimdi bu zeytin yiyemeyen kişiler bir dernek kursa,rozetleri olsa şöyle zeytin dalından ve sonunda dağa kaçsalar.Şimdi dağa kaçanlar mı suçlu yoksa kaçıranlar mı?
Gibi bir çok düşündürücü söz bulunmakta.
Yalnız Sayın Sinan Çetin filmleri bende doyurucu bir tat bırakmıyor. Belki bu onun anlatım tarzı. Kısa ve kestirmeden gibi.
Ancak film içerisinde dediğim gibi bayrak ve devlet iyice vurgulanmış.
Öyle ki : İlkokul çocukları andımızı okurken geçiliyor. Tamamı okunuyor.
Üç kez yanılmıyorsam bayrak belirtiliyor.
Şu karışık dönem de bana biraz zorlayıcı geldi. Çok tartışılabileceğini düşünüyorum.
Filmin sonuna doğru Türkiye’den başlayarak Dünya çapında “kağıt” yani resmi evrak ile katledilen insanları,ülkeler gösteriliyor.

Her ne kadar faturalarımızı ödeyip de ödenmedi dekontu alsak da.
Adımız yanlış yazılıp askere çağrılsak ya da çağrılmasak da.
Memurların keyfiyetini beklesek de.
Öğrenci Seçme ve Yerleştirme sınavlarında kopyalara mahal verildiği söylense
Öğretmenlerimiz sınavlara girip açıklarda kalsa da.

Ben diyorum ki kurallar ileri toplumlar içindir
Bu kırmızı ışıkta durmaya benzer çünkü araca, yaya olmayana ya da tam tersi olana geçiş hakkı vermektir. Medeniyettir bir nevi.

Yani kurallar olmasa herkes kafasına göre mi takılsa.
En basiti yarın işe gitmiyorum deyip gitmesem işveren beni kovmasa bu nasıl olacak kuralların yasaların olmadığı bir ortamda olacak ki o da ister istemez; yasal olamayan mafyaları doğurur.

Kuralları doğru uygulamak meseledir.
Doğru hepimizin kaderleri makam sahipleri tarafından oynanmıştır ve oynanmaya devam edecektir.
Çünkü eğitim, terbiye, görüş nasıl diyelim dünya vizyonu ile ilgili bir şeydir bu.
Film de ki karakter hayatı boyunca rejisör olmak istiyor, bunun bedellerini de çok ağır ödüyor fakat olmaz ise olmazı masası ve mevki o masanın getirdiği kurallar; “kağıt insandan önemlidir” felsefesi yaşam biçimi halini almış kadıncağızın,kendi kişiliğini ezmiş geçmiş memurluğu ile de nice canları yakmıştır.

Kestirmeden şöyle düşünelim:

İlkokul,üniversite,lise fark etmez çok inek olmayan her öğrencinin başına gelmiştir bu.
Bir dersiniz var onu veremiyorsunuz o dersi veremezseniz sınıfı geçemeyecek,ailenize olduğunuz yük bir sene daha artacak,babasının kızacak öyle kızacak siz okulu bırakmayı düşüneceksiniz.
Sonra anneniz yada başak yakınınız öğretmeniniz ile görüşmeye gelecek
Tabiri caizse dananın kuyruğu orada kopacaktır.
İster yaramazlıktan,ister devamsızlıktan,ister ister bilmem neden olursa olsun artık kaderiniz o öğretmenin,o memurun, o görevlinin elindedir.
Eğer ehil kişi ise,insan ise en doğru kararı sizin için en iyisini muhakkak verecektir aksi taktirde vicdanı kabul etmez.

Onun için birçok öğrenci yok yere atılmış
Onun için konservatuarlardan bir çok yetenek geri dönmüş
Onun için ter akıttıkları sınav sonrası geleceklerini belirleyecekleri yerlere yerleşememiştir gençlik.

Ancak bu filmin sonunda deminde bahsetmiş olduğum gibi Türkiye’den başlayıp Dünya’dan
kesitler ile yani Deniz Gezmiş ile başlamak,Nazım Hikmet ile göstermek, Uğur Mumcu bir yandan Dersim katliamını,ardından Hrant Dink cinayetini göstermek tartışılır.

Eğer bunun kanıtı var ise paylaşılmalıdır ki toplum bilsin değil mi?
Yoksa tamamen eksik olan tarafları sadece dalgalanan ve ebediyete kadar dalgalanmasını arzu ettiğimiz al sancağımıza kamerayı zoomlayarak olmayacağı düşüncesindeyim.

Filmi izleyin kendi kendinize doğruyu bulacağınıza eminim…
Asuman Dabak rolunün hakkını veriyor.Yıllar sonra Ahmet Mekin’i görmek çok güzeldi.Hatta ona bakarken şu an hatırlayamıyorum yapıldı mı acaba.Keşke ATATÜRK ile ilgili bir filmde rol verilseymiş.
Yalnız Öner Erkan’ı zaten çok beğenirim burada da döktürmüş.
Hatta son sahne itibari ile 1950-1960 arası zamanı içeren bir filmde oynasa muhteşem performans vereceğine eminim.Yolları açık olsun.

Benim için film sonunda en az Yıldız Kenter kadar değerli ve yetenekli Suna Selen’di.
Salona girerken gördüm onu ön koltultaydı.
Kendisi 1939 doğumlu aynı zaman da Münir Özkul’un da eski eşidir.
Hala zarif hala o bembeyaz saçları ile o a kadar güzel ki.
Hemen yanına gittim
-Efendim iyi akşamlar. Sizin gibi değerli bir sanatçı ile aynı ortamda bulunmak çok mutlu etti beni elinizi öpmek isterim. Dedim ve öptüm
-Estağfurullah memnun oldum dedi ismimi de söyledikten sonra.Benim adımda Suna dedi
-Biliyorum efendim dedim.
Hemen ayağa kalkmıştı lütfen oturun, dedim lütfen saygılar bizden size, iyi seyirler.
-Çok teşekkürler. Bir mukabele dedi.
Ben yerime geçtim.

O saat de orada olmak da hoş tu, gerçek sanatçılar da işte böyle piyasa filmleri laylaylom larda değil toplumsal konu içeren filmlerin içinde bulunuyorlar demek ki hala.Her ne kadar bir kişi ve eski jenerasyon olmasına rağmen,onun yetiştirdikleri de bu değerlere sahip çıkacaktır diye düşünüyorum…

Dipnot: Cuma akşamları NTV de Bay J ile Geveze geçen hafta itibari ile programa başladılar."fazla Mesai" programın adı.
Kadın –Erkek ilişkileri anlatılıyor,oldukça esprili ve eğlenceli.Tavsiye ederim.

Hiç yorum yok: