Hürriyet

31 Mart 2011 Perşembe

Kiraz Ağacı

Geçenlerde Kiraz Ağacı Festivali düzenlendi, Amerika’da.
Elin gavuru yapıyor demeyin ama yapıyor işte.
Ne düşünürseniz düşünün hayata bakışları bizden daha farklı.

Japonya’dan gönderilen “kardeşlik” mesajı ile dikilen ve ilk meyvelerini veren o güzelim ağaçlar için, dünyanın beş bir yerinden insanlar akıyor sel halinde.
Fotoğraf çektiriyor.
Ağacı görüntülüyor.
Doğanın verdiği sevgiyi; gözü ile görüp, elleri tutup.
Anlayacağınız fiziken ve ruhen yıkayıp, tekrar doğaya sunuyor.

Biz ne yapıyoruz?
Hiçbir şey!

Lale, tohumlarını vakti zamanında Hollanda’ya vermişiz.
Şimdi Emirgan’a sene de bir dikmek için milyarlarca para ödüyoruz.

Mesela,
Bizim adalardan modalardan arsızca sarkan Erguvanlarımızın günü var mı?
Festival mesela?

Biz sadece Altın Portakal biliriz.
Bu aralar Başbakanımız sağlığını kuvvetlendirmek için “altın çilek” yiyor onu biliyoruz.
Diğer kadın başbakanımız da bir ara Kuşburnu’nu tanıtmıştı da Allah’tan Kapalıçarşı esnafının yüzü gülmüştü.
Elalemin Oscar’ın yan sanayisi olarak piyasaya sürdüğü “Ahududu Ödülleri” bile var!

Misal neden Fesleğen,
Menekşe
Ortanca günü yok.
Kasımpatı festivali
Kır papatyası şiir günü.
Çilek çocukları festivali.
Fulya bayramı.
Çiçek gençleri günü

İşte eksik,
Yani yolumuz bir türlü sevgide buluşamıyor…
Oysa ki ne zaman toprağa verdiğimiz sevginin, karşılıksız eninde sonunda bize geri döneceğini bilsek daha çok verirdik her şeyi.
Daha çok paylaşırdık.
Hayat sadece sevgi süzgecinden geçeceğinden, o zaman bu güzelim kiraz çiçekleri gibi her yer güllük gülistanlık olurdu.
Çiçek kokar, çiçek bakardık.
Yani uzun zamandır haberlerde beynimize işleyen şu can sıkıcı havadisler olmazdı.
Yani süzgeç pislikleri zaten atardı otomatik olarak.

Hayatımızda da kiraz çiçekleri açsın.
Kır çiçekleri dolsun kollarımıza
Pembe güller yağsın başucumuza…

29 Mart 2011 Salı

Kıyak Zamanlar...

Kıyak Zamanlar…


Baharı beklerken,
Birdenbire yaza geçiveririz.
Oysa tadı damağımızda henüz kıvamını bulmaya başlamıştır…

Yaz zaten, sıcak çok sıcak derken geçiverir.
Ve hüzün zamanları kol gezmeye başlar.

İyisi mi ben; hep yaptığım gibi yapmaya yani anlatmaya devam edeyim.
Şu kısacık ama dolu dolu saran yüreğimizi,
Güzelim bahar ayları beni bu yaşıma kadar başka istikamete götüremedi.
O köprüydü hep geçtiğim.
“Kıyak Zamanlar” köprüsü.

Yani,
Henüz sekiz, dokuz arası var yok yada birazcık büyük olabilir.
Gündüz anneciğimin telaşı,
Babamın hep beklenen yolları.
Eğer nöbeti yoksa değmeyin keyfimize.
Kurmaya başlardık balkondaki küçücük ayakları katlanan masamızı.
Camlarımız açık, caddeyi seyrediyoruz.
Ama biz en yüksekteyiz
Kimse bizi göremiyor, ayıp etmiyoruz kimseye demek istiyorum.
Hani şimdi herkes hobidi gırtlak, yiyen yiyemeyen var mı diye bakmadan lüpletiyor ya lokmaları. Bunu demek istedim.

Mis gibi hava…
Masa da ya zeytinyağlı fasülye ya da ayni familyadan baklanın, en şık porselen tabakta favaya dönüştürülmüş hali.Dereotlu ile nefis sunumda.
Semizotu salatası.
Mis gibi soğuk ayran aşı çorbası.
Annemlerin düğününde hediye edilmiş , o şık işlemeli sürahi içerisinde erik kompostosu.
Ve onların içine akıtılan bardak takımı.
Tertemiz bir örtü, anneciğim elleri ile işlemiş kız sanatda.
Sebzeler,sebze kokmakta.
Et türü ne nasibimiz ise daha pişerken kokmakta.Yağını vermekte kaba.
Böyle tatlı gün batımı dolmakta gökyüzüne.
Hayatımın en kıyak zamanları…
Ve en mutlu.
Babam ile annem yan yana.
Onlara bakıp, sadece izliyorum.Gizli gizli.
Annemin devamlı gülümseyen halini.
Bir mutfağa, bir içeri koşuşturmasını bizi doyurmak için.
Babamın “yaw otur artık da bizde rahat rahat yiyelim”deyişini.
Hiç kolay kolay beğenmeyen babamın “ellerine sağlık çok güzel olmuş”deyişini.
Ufak ufak sofra toplanırken, kesilen karpuzun mis kokusunu.
Babamın rakısı yanına eşlik eden kavununu.
Usul usul esen ve hafiften simsiyah uzun saçlarımı uçuşturmaya yeltenen rüzgarın gizli dansını.
Hayatımın en kıyak zamanları…
Ve en mutlu.

İnsan, var ile yok arasında kaldığında.
Çoğu kez de ellerindekileri yitirdiğinde taze gelmekte olan bir mevsim coşturur kanayan yarasını.
An.lık geçen zamanlar, yazarken bile gözlerimizi doldursa da.
Ne kadar aptalız ki o anları yaşarken hep olacak sanıyoruz.
Hep varlar hiç gitmeyecekler gibi…
Gibi gibi...

Camın kenarına konan antenli radyodan yükselen Türk Sanat Musikisinin güzide bestelerine eşlik ederiz ailecek bizim küçük balkonda.
Çok kısa bu paylaşımlar olsa da.
Kışlar da gördük netice de her ailede olduğu gibi.
Ama beni hep o an.lar mutlu etti.
Bu anlar hiç gitmedi zihnimden.
Neden neydi derseniz.
Hem hava
Hem doğa
Hem samimiyet
Hem sıcaklık
Hem her şey
Hem sevgi…
Tatlı tatlı düşler kurarım geçen zamanlarda.
Biraz geçmişi anarak, buruk bir tad ile arayarak.
Kah dost meclisinde
Kah çok kısa da olsa kendi balkonumda
Komik olurum,
Mesela rakı içerken.
Çeşitli söylemlerde bulunabilirim.
O anı kurgulamak da istemiş olabilirim.
Neden istemesin ki insan?
Kim istemez?
Kıyak Zamanları…

Zamanın içinde gidenlere…

21 Mart 2011 Pazartesi

O Türkiye'nin Tina Turner'ı...

Her dem,
Ayrı damakta tad bırakan nadir sanatçılardan birisidir o benim için.

Çocukluğumda bizim evin bir kısmı eskiden balkon olduğu için orası kapatılıp, odaya çevrilmiş işte o yüzden biraz iki taraf arasında yükseklik olurdu.
İşte orası tam da benim sahnemdi.
Topu topuna 3-5 cm yükseklik benim kocaman dünyamın sahnesiydi.
Uzun saçlarımı savura savura, sallaya sallaya o kadın olurdum birden.
Bizim küçük dünyamızda bana has olarak erkekler de Barış Manço, kadınlar da ise o gelirdi.
Bana göre Türkiye’nin Tina Turner’ıdır her daim.

Kolej mezunu ve bale eğitimi almış bu güzel hatun,
Bir konser sırasında İspanyol Los Bravos grubu ile tanışır. Onların peşinden İspanya’ya gider.
Sonra onların teklifi ile film de rol alır. Sonra grubun gitaristi ile evlenir.
Urfalı olmasına rağmen ve yaşadığı döneme baktığınızda ekoller yaratmıştır.
Sahnede bambaşkadır zaten.
Onun enerjisine, buğulusesinin kalitesine duyduğunuz hayranlık bir kez daha artar izledikçe.
Eurovision da da bizi temsil eder ama istediği başarıyı yakalayamaz.

Güzel mi güzel
Yetenekli mi yetenekli bu değişik kadın
Döneme showlarıyla da fark atar.
Yeniden evlenir Bodrum’a yerleşir,
İyice sessizleşir.
Sonra boşanır.
2007 yılında “En iyileriyle” albümünü çıkarır.

Benim idolüm ve gerekli makama erişememiş sanatçılarımızdan birisidir kendisi.

Sevgili Seyyal Taner…

Onu özledim.
Onun ritmini, kıvraklığını
Sahnedeki coşkusunu.
Güzelliğini.
Gerçi geçen gençlik gitmiş olsa da, yetenek hep bakidir.
O ses hala onda mevcut.

Ve yıllar sonra tesadüfen karşılaştığımızda, o an dünyanın durduğunu sanmıştım.
Yanına gittim.
Rakısını yudumluyordu bir dostu ile.
Oraya gelmezmiş pek ama bu gece kendime bir gece yapayım demiş.
Ve karşılaştık.
O da çok güzel bir gece geçirdi.
“ Uzun zamandır söylemiyorum ama bu güzel grup için söylüyorum bu şarkı onlar için: “ Son Verdim Kalbimin İşine”…

İçimde ne varsa ona karşı döktüm.
Her zaman söylüyorum;
Seviyorsan, yaşarken.
Sevmiyorsan da, yaşarken…

Gözlerime baktı derin derin…
Çok güzel gözleri vardı, manalı.
“Sen, hep böyle misin?”diye sordu.
-Evet.
“Sakın bozma kendini, hep böyle kal. Elaleme aldırma sen” dedi
Ellerimi tutarak.
Anladım ki doğru insanı sevmişim.
Beni anlamış.

Yıllarca kendi sahnemde onun gibi olma arzusu ile kıvranırken, annemden işittiğim azarlar bile hoş geliyor şimdi kulağıma.

Şimdi nerededir, ne yapar ?
Şarkıcı,besteci,dansçı,yenilikçi,oyuncu.
Türkiye’ye böyle harbi, böyle güzel ve böyle doğal insanlar her zaman lazım diyorum.

Hatırlayalım Şarkılarını:
Şimdi Sen Varsın
Son Verdim Kalbimin İşine
Kalbimi Affettim
Seni Çok Özledim
Gülme Komşuna
Leyla
Naciye
Şarkım Sevgi Üstüne
Dünya
Şiirimin Dili
Alladı Pulladı.
Tek Tek Aklar Düşüyor…

20 Mart 2011 Pazar

Bildik Masalları Boşver. Başka Ne Var Anlatacağın...

Bana
Bana masal anlat
En güzel aşk masalı olsun.

Bana
Bana, doğayı
Yeşili,otun kokusunu göster yeniden

Bana
Bana
Yakamozu
Ebemkuşağını göster
Meltem’i,Poyraz’ı ve Lodos vurduğunda koynunda sığınacağım bir liman göster.

Bana
Bana
Dünyanın yeniden var olduğunu göster,

Bana
Bana
Yeniden sevmeye değer olduğunu.

Bana
Bana
Her şeyin bambaşka olabilme ihtimalini.

Bana
Bana
Masal anlatma, eğer kendin inanmıyorsan.

Bana
Bana
Öyle bir masal anlatmalısın ki;
Sonsuza kadar tek masalım
Tek uykum
Tek yolum
Tek özüm
O
Olsun.

Kayıplar ve Kattıkları...

Kaşları hafif yukarı kalkık.
Daima bıyıklı,hafiften tıknaz.
Kısa boylu, tabi bir erkeğe göre.
Canlı canlı bakan gözlere sahip,
Her zaman içinde bir yelek ve üzerindeki ceketi ile dolaşan.
Eski İstanbul’lu
Eski Cumhuriyet çocuğu.
Karısının vefatında ben yanına gittiğimde,dur gitme dercesine bakıp
bana rahmetli babamı ve amcamın çocukluğundan bahseden.
Babasız nasıl yaşam mücadele verdiklerini, iki ara bir derede anlatan.
Selam vermeden geçmeyen, eski bir usta.
Esnaf.
Sami Amca.
Yengemin babası.


Şu an, gözümün önünden şu Sümbülefendi Camisinin avlusundaki taşlar kalksada;
dile gelse diye geçiriyorum.
Kaç can vermişiz burada?
Her bir can, babam kadar olmadı bu doğru ama hepsi acıtıyor.
Çocukluğumda içinden geçerken kedilere baktığımız.
Öğretmenimiz adalara yada pikniğe götüreceğinde kapısı, buluşma noktamız olan.
Haftasonu eve uğradığımda eğer yoksa, babamı muhakkak görebileceğim tek yer.
Buluşma noktası.

Kütüphanesi önündeki asırlık ağacın önündeki,emekli adamların taze sigara telaşları ve günlük gelip geçenlere karşı doğal olarak oluşmuş bir kır kahvesi gibi.
Kediler etraflarında cirit atarken,yeni yeni yürüyen bebeler.
Henüz bu tarihi mekanın ve tarihin onlara ne katacaklarından habersiz.
Birkaç gündür yatmaya çalışsam da, gelin görün ki hayat senin hastalağının geçmesini beklemiyor.
Alacağın antibiyotik’e bile takat bulamayıp,sevdiğin arkadaşının düğününe gitmeyi düşünürken sonra kendini cenaze de buluyorsun.
Hayat bu işte.


Gülmeyi düşünürken, ağlamak.
Ev sahibi olmak isterken, kiraya çıkmak.
Evlenip çok mutlu bir hayat arzu ederken, boşanmak.
Seveceğini zannederken, beğenmemek.
Hep bekar kalacağım ve dünyayı dolaşacağım derken, erkenden evlanip çoluk çocuk sahibi olmak.
Miskinlik yapmak isterken, çocuğun veli toplantısını hatırlayarak koşmak.
Bekledik yada beklenmedik
Ne varsa
Hayata dair…
Herşey kendiliğinden gelişiyor.
Geçiyor, ömür trenimiz ve iniyor bir bir dost yüzler…
Eski dostlar…

Ancak şunu düşünüyorum;
Kendimizi bildiğimiz ana kadar hayatımızda var olan ve şimdi çıkanlar kadar;
Gelecekte ne kadar var ya da gelecek mi?
Ve hepsi diğerleri gibi gerçek mi?

Bence insanın çocukluğunda ne yaşadıysa; kim elinden tutup ona hayatı tattırdıysa öylece lezzet buluyor ve şekilleniyor.
Ve ondan sonra isterse sofra da kuş sütü olsun.
İnsan daima ve daima o lezzeti arıyor.
Yani anılarını…

Ben çok şanslıyım.
Anı hazinem oldukça yüklü.
Herkesten tutam tutam, olmuş rengarenk…

Bazen karalar düşünce göz kapaklarıma,
Gülümsemek için başka dostlara ihtiyaç duymam.
Çünkü gerçek anılar,
Onların dili kadar sivri ve acıtıcı değildir.
Saf gözyaşlarımı en doğal haliyle bırakırlar yanaklarıma…

Ve ben hep baharı beklerim ama hep ilkbaharı, çünkü onun coşkusu başkadır.
Bahar da kolay kolay varmaz.
Naz etmeden gelmez.
Yalancı baharlarla avuturuz kendimizi,
Sonrada böyle şifayı buluruz.
En sevmediğim mevsimler; Mart ve Kasım dır.
Dikkat edin hep felaketler.
Hep kayıplar bu aylarda artar.
Kendi yaşantımda da böyle olmuştur.
Saplantı değil, yaşadıktan sonra fark ettim.
Dünyayı ve özeli.
Kasım’ın bunca yamukluğuna karşın yaptığı tek güzellik bana İtalya’yı sunması.
Onun dışında en güzel zaman bahardır.
Eeee gel artık bahar.
Özledim.

14 Mart 2011 Pazartesi

Bahar Gelince...

Bahar gelince;
Ürkek taylar gibi çekingen ve bir o kadar meraklı olurum.
Tıpkı doğan doğa gibi.

Her şey beni mutlu eder.
Sonbaharın ilk hüznü vurana kadar göz kapaklarıma,canımı alıp alıp gidesim gelir.
Bozkırlara…
Dağlara…
Nehirlere…
Ovalara…
Ve pek tabii ki salıncaklara…

İnsanların öte tarafa götürmeye; ne hafızaları ne de cüzdanları olmayacağını bildiği halde, koyu bir tutkuyla paraya yaslanmalarını anlayamam.
Az para da, mutlu edebilir insanı.
Biliyorum, memur çocuğuyum.
Ne bereketli sofralar…
Ne saltanatlar gördüm.
Her şeyi tattık çok şükür.
Hiçbir şeyden noksan bırakmadılar, zamanı geldiğinde…Kendilerinden başka.

Artık yaş aldıkça mı insan,
Yoksa zamanında tam da anlayamamış olduğundan mıdır?
Yine baharın gelişi midir yoksa tüm bunlara sebep?
Duygulanırım ben kolayca.
Hafta sonu çocukluğumun müstesna anılarının gizli kaldığı; az ve öz doyulmuşlukların paylaşıldığı Hereke’ye gittik ailecek.
Sebep, damat tarafı olarak kız tarafına nişan koymaya.
Kurşuna dizmiyoruz yanlış anlaşılmasın hemen.
Bohça vermeye.
İtina ile dizi dizi dizilmiş.
Özene bözene hazırlanmış o tertemiz bohçalar.
Eteğim söküldüğü için, annemle çeyiz odasında bulduk kendimizi tesadüfen.
En alasını yaşadım bunların, hiç gözüm yok ama istedim.
Gerçekten,
Gülmeyin lütfen.
Gerçekten böyle tantana istedim.
Hatta davul çalınsa ben gelinliğimle yeniden çıksam, bu kez bulutlara…
Sanırım çocuklukta kalmış güzel anılar, iyi gözlemler her ne kadar o yıllarda böyle hasletlerim olmasa da aile sıcaklığını hiçbir şeye değişmem.

İmece usullü misafirlere hazırlanan yemekler,
Tatlı koşturmalar
Sonra bohçalarla yolculuk, işin tuhafı erkek tarafı olmak daha güzelmiş buna kanaat getirdim.
Kız tarafında neden ise bir hüzün çörekleniyor.
Ben bohça alamadan bir baktım kayınpeder “ al bakalım bu da sana yakışır” deyip elime uzattı nişan tepsisini.
Yemelik değilde adeta müzelik görünen çikolataların üzerinde süslenmiş o güzel tüller, çiçekler ile.

Ev ziyareti
Tekrar serilen bohçalar…
Sonra salona geçme.

Abant gezim sırasında Düzce'de kaldığım oteli çok beğenmiş, adeta şaşırmıştım açıkçası böyle bir konfor beklemiyordum.
Müsiad yani Müslüman İş Adamları Derneği’nin üst katındaki (İzmit) salon o kadar şık ki, kendisini İstanbul da çok merkezi, nezih bir otelde hissetmenizi sağlıyor.
Müzik caz ile başlayıp, yetmişli yıllara ait nostalji ile devam ediyor.
Çok hoş bir ambiyans hakim ortama.
Solistin yorumu çok güzel.

Tek olay, içki yok.
Meyve suyu serbest.
Aklıma babam geliyor ne yapar ne eder o onu da hallederdi.
Ne ki bu işler onun için.
Gülümsüyorum, cam kenarındaki masamdan gün batımında körfeze karşı.

Bir yanımda çok sevdiğim koca dayı ve ailesi.
Diğer yanımda benimkiler…

Her zaman koca dayı beni dansa kaldırırdı bu kez kulakları da iyice duymuyor.
Annem diyor ki sen kaldır o kalkar.
Sülale boyu biz müziği çok severiz.
Gipsy Kings ile bir akrabalık mevzu bahis olmalı.
“Başım dönüyor ama sen beni yönlendir” diyor.

Ah!!! Koca dayım, içim burkuluyor.
Gözlerim doluyor o cana.
Ananeciğimin hatırası, onun kardeşi.
Ailenin artık en büyüğü.
Gözleri tam seçemiyor, “Bakayım kız ne fotoğrafı çektin yine aferin sana bana da yolla emi”
demekten de geri kalmıyor, gülümsetiyor beni.

Sonra bir bakıyorum, coşuyor başlıyor eski günlerdeki gibi oynamaya.
Sülaleden kimler kaldıysa ve kimler hala ortak olmak istiyorsa er meydanına orada.
Biliyorum onlar da oradalar.
Hissediyorum onları.
Bu pastalar da sizin ruhunuza.

Siz bakmayın benim kırıklığıma,
Bahardandır bahardan…
Dünyanın en güzel zamanı şimdi.
Kuşlar bile dile geldi,
Güneş gülümsüyor.
Çiçekler selam veriyor.
Ben görüyorum.
Ağaçlar eğiliyor her gün kaldırımlara usulca.

İyi ki varsınız canlarım
Fotoğraf makinemdeki gibi hiç eksilmeyin
Ve benim çocuk düşlerimde ki gibi;
Mutluluğun sizle olmak olduğunu biliyordum.
Yarınımın ne getireceğini ve ne alacağını hiç ummadım.
Korkmadım da.
Ne varsa her şeye hazırdım.

Hazırmış bu küçük kız.
Dün daha iyi anladım.
Anılar bazen, işte tam şimdi olduğu gibi düğüm düğüm
Büklüm büklüm kalıyor yutağımda.

Güzel şeyler getiriyor diye hala umuyorum.
Kocaman gözlerimle, o pistte koca dayısı ile oynayan kız.

O hep mutlu…
Çünkü o…
….
(Burayı okuyucunun yorumuna bıraktım)

13 Mart 2011 Pazar

Boş Vagonlar...

Yalnızlar rıhtımından,
Tek başına kalkar trenler…

Vagonları boş,
Yolcuları yok.
Yürekleri hep bir yerde kalakalmıştır çünkü yolcuların,
Dün.lerin...
Eski.lerin...
Ya da yaşanamamışlıkların...
Sonu olmayan yolcularıdır onlar,
Raylar bilmeden kaderlerini çizer.
Onlar giden taraftır…
Sadece giderler.
Suçlayamazsın
Fıtratları bunun üzerinedir.
Duymaz duyamaz sizin işittiğiniz bir sesi
Ya da yanan bir alevi göremez.
Boşalmıştır içleri.
Tıpkı valizleri,
Ve yürekleri gibi…

Öyle tur atarlar boş vagonlarda
Hangi istasyon hangi güneşi doğuracak ise,
Öyle işte...
Sadece öylesine.

Bilselerdi yapar mıydılar
Asla!
Pişmanlık, ancak yutulduktan sonra anlaşılan bir yemektir çünkü.

Boş vagonlar,
Boş yolcuları taşır.
Ve raylar bilmeden bu yolcuların kaderlerini çizer.

Gitmek,üzerinedir her hikaye
Ve onlar ortak olurlar bu kadere sesleriyle…
“Taka taka taka…Takakaakaktakatatata”

12 Mart 2011 Cumartesi

Not Responsible...

NOT RESPONSİBLE / GİVE ME FİVE MİNUTES MORE/ MONA LİSA/ MY LİTTLE ONE/UNFORGETTABLE/ GREEN FİELDS/SWAY/RUN AWAY/AMAPOLA/ALWAYS IN MY HEART/LOVE AND MARRIAGE...

Durun bir dakika,anlatacağım.

Taksim Meydanının hengâmesi içerisinde çarpışa çarpışa karşıya geçiyoruz.
Her zaman dediğim gibi Mel Gibson gelse 2. Brevahart’ı kesin burada çeker.
O nedir öyle?
Işıklardan geçerken insanlar resmen savaşa gidiyor gibiler.
Kesinlikle kimse kimsenin yüzüne bakmıyor.
Bir tebessüm ifadesi yok. İnsana dair bir davranış yok.
Bizim kontesi(annem yani) bir yere götürüyorum, her zaman ki gibi zorla.
“İstemem ben öyle sürpriz falan neresi ise söyle ona göre giyinirim vs”
-Olmaz !
Sürpriz kaçar.

Hayatım boyunca böyle sürprizler bekledim ben, bayılırım makul ölçülerdeki sürprizlere…
Hele ki şu an benim tasarlamış olduğum, kesin kontesin gözlerini dolduracak ve çok mutlu olacak.
Adım gibi eminim ama naz yapıyor işte.
Neyse, yıllardır hep girmek istediğim o mekâna ayak basıyoruz.
Kontes, “ne işimiz var otelde” diyor.
-Sen gel bakalım, burası başka!
Mermer sütunlar ve orta ölçülerde kolonlarla bezenmiş direklerin arasına; Osmanlı tarzını baskın halde sunan halı, döşemesi ve ona göre tasarlanmış cam sehpa içerisinde el işi Osmanlı motifleri çok güzel görünüyor.
Yalnız içeride; eski Türk filmlerini aratmayacak kokuda, nostaljik bir hava hakim.
Yani 1980-90 arasına sıkışmış gibi, gelin görün ki salonun bizim oturacağımız kısmından ayrı olan bölümde dinlenmekte olan turistler ortamı bozuyor.
Araplar çoğunlukta, çocukları da her yeri karıştırıyor.

Görevli beyefendi hoş geldiniz diyor.
*Rezervasyon isminizi alabilir miyim lütfen?
-Tabi ki.
*Salon şu an müsait nerede oturmak istersiniz?
-Hanımefendiye soralım nereyi arzu eder?
*Çay/kahve
-Çay lütfen
Bayağı çeşit menü önümüze geliyor hepsi minimize edilmiş durumda tabi.
Kontes, bak diyorum çay da geldi modernize olmuş şekilde. Nerede o Gülhane’deki semaverler…
Şimdi hazır ol,gözlerine inanamayacaksın!
Arkamdan gelen bir rüzgar ile kafamı çeviriyorum.
Uzunca bir boy, lacivert bir takım elbise içerisinde oldukça fit görünümlü ve tebessüm eden ifadesi ile “Merhaba Hoş geldiniz” diyor.

Kontes tabağı ile o an ilgilendiği için fark edemiyor.
Beyefendi piyanosunun başına geçiyor ve peşi sıra ekibide…
Kontes kafasını kaldırıyor
-Aaaaaa diye kalıyor sadece.
İşte sırf bu an için değer,inanın.

Gözleri doluyor önce.
Sonra her zaman ki gibi boynunu mahçupca yana doğru eğerek “ bak yine ne yaptın muzur kız” dercesine bakıyor bana.
Sonra ilk soru geliyor:
Heyecanla,
*Şevket Uğurluer değil mi bu bey?
-Aynen öyle kontes…
Nasıl sürpriz?!
Çok mutlu belli. İfade edemiyor ben anlıyorum.
Ara verilirken beyefendiye diyorum:
-Efendim şu an sizi burada izlemek, aynı atmosferde bulunmak bizler için bir onur.
Lütfen, karşınızda böyle yemek yemek olmaz ama sunum bu.
-Lütfen, diyor aman efendim ne demek. Rahatınıza bakın ve yiyinde.
Gülümsüyor
Alkış serbest mi diyorum.
Gülümseyerek kafa sallıyor ve evet diyor.

O salonun hınca hınç dolu olması lazım.
Bu sanat adamını ayakta alkışlamaları lazımken toplasan 3 masa var.
*Kontes,bak senin için kapattım diyorum.

O düğün şarkısı çalınca ağlıyor.
Bessema Mucho…
Ben ise; ben de derin izler bırakan her şarkının nağmesinde.
Kendimden geçiyorum, haz bu olmalı.
Gözlerimi kapamışım, kendimden geçmişim. Tamamen alkolsüz.
O kadar güzel ki…
Karşımda o şahane adam ve ekibi.
Arkasında bir otobüs durağı, nikah dairesine çıkan merdivenler önünde halay çeken insanlar.
Cumhuriyet bayrakları arasında serpiştirilmiş mavi belediye bayrakları rüzgarla savruluyor.
Kalabalık…Kalabalık

Hep o kalabalık kısımdan, şu an oturmakta olduğum alana baktım.
Ben o karşının insanıyım ama ruhum başka, çok zengin.
Burada ki zenginler ise ruhsuz.
Bulundukları müziği anlayacak kapasiteden çok yoksunlar.
Param var dinlerim, paramla onu satın aldım zihniyetindeler.
Oysa biz karşı kaldırımın insanları her şeye ruh katarız, ruh veririz.
Nitekim öyle oluyor kendi bölümümden ve sonra turistler bölümünden alkışlar sayemde yükseliyor.
Elimde olsa bu adam ve ekibi için pankart bile açabilirim.
Şuna inanmışımdır hayat da.
“Yaşarken değeri göster ki o mutlu olsun”.

Anlıyorlar burada sanat var…
“Maria maria maria. Buongiorna…Margarita”
İşte babamın düğünümde, çok sevdiği şarkı ile beni dansa kaldırdığı an :
You are my destiniy…
“Sen,benim kaderimsin…”
Elliler,altmışlar. Orkestra ekibi de şevkleniyor hepsi gülümsüyor.
Hepimiz gülümsüyoruz.
Çok mutluyum o an hiç bitmesin istiyorum.
Kapattığım gözlerimden, ruhuma süzülen bu ince ve hafif dokunuş hiç gitmesin benden.
Yok mu dansa kaldıran.
Aslında çoğu zaman altmışlı yılların insanı olduğumu düşünürüm.
Onların duygu yoğunluğu, romantikliği,dünya sevgisi ile bana göre bambaşka güzel bir kuşak o yıllar…

Kontes, bacağıma dokunmasa “uyan”diye orada öyle kalabilirim.
Birde düşünsenize sizle aynı frekans da ve karşı cinsten bir ruh ile orada olduğunuzu.
Hayat güzel!
Tabi güzel bakabildiğin müddetçe.
Çok yaşa Nostalji Kralı.
Çok yaşa !
Ruhum nefes aldı dolu dolu iki saat.
Üzerime güller yağdı, dans ettim. Ağladım. Güldüm. Mutlu oldum.
Çok yaşa!

Şevket Uğurluer Orkestrası yıllardır; İstanbul Etap Marmara Otelinde ruhlarımıza derin dokunuşlar yapmakta.
Pazartesi ve Sevgililer Günü Hariç, her gün 15:30-18:00 arası bu muazzam ikramdan tadabilirsiniz. Hatta eksik kalmayın derim.
(Sevgililer Günü,eşi ile evlenme yıldönümü olduğu için sahne almıyor)

Ben tabi orkestra ile tanıştım. Sohbet ettim.Yarın yine gelin deselerde, imkanlar olanaklar ile sınırlı.
Ne yapın, yapın.
Muhteşem tadı kaçırmayın derim !
Bu yazı gecikmeli tamamlandı, bu yazının bir ertesi günü Taksim’de büyük patlama oldu ve yazı kaynadı.
Biz gittiğimizde 1.kattaydık. Yukarı çıkacağız demişlerdi.
Şimdi 20.katta ve Tepe Lounge’teler. Onlar gönüllerimizin en yükseklerindeler zaten. Oradan da manzara muhteşemdir. Bence hayata yeniden aşık olabilirsiniz.

1938 doğumlu; hayatı müzik olan ve gençleri teşvik eden. Programları tekrar tekrar izlenen bu üstadı yaşarken kaçırmayın,lütfen

11 Mart 2011 Cuma

Harikalar Diyarı

Harikalar Diyarı



Eski bir oyuncak rengi solmuş yapayalnız yerinde
Oyca bu cocukta bir zamanlar konuşurdu onunla
Aç dolabı gör beni
Eski solmuş unutulmuş yerimdeyim
Hiç değilsin eskisi gibi
Çattın kaşlarını bıraktın kendini
Oysa bir zamanlar nasılda gülerdin
Dur biraz ve hatırla
Peşinden koştuğun bütün büyük şeyler
Mutlu etmiyor sonra
Eski bir oyuncak rengi solmuş yapayalnız yerinde
Oyca bu cocukta bir zamanlar konuşurdu onunla
Konuşamamki duy beni
Karanlıkta bu dolapta derindeyim
Geçmiş zaman dönmezki geri
Sor kendine şimdi bildinmi değerini

ESKİ OYUNCAK ŞARKISININ ŞARKI SÖZLERİ BUNLAR.

Eski bir anı
Eski bir fotoğraf
Eski de kalan ne var ise…
Bıraktığımız sandıklarda,işte tam da onu çağrıştıracak sözler,şarkı ve klip.
Ne güzel bir üçlü olmuş.


2006 Yılında amatörce başladıkları müzik serüvenlerine;her ne kadar bunun eğitimini almış olsalar da Garo Mafyan usta ile karşılaştıktan sonra farklı boyut kazanır müzik yolculukları..

İrem Derlen (Solist), Nafi Bensusan (Elektro & Akustik & Klasik Gitar/Geri Vokal), Metin Levi (Elektro & Akustik & Klasik Gitar) den oluşan ekibin ilk albümü çıktı.

İlk konserlerini verdiler.

Kendilerine has yorumları.Net sözleri,güzel müzikleri ile ruhumuza güzelce dokunmakta.

Aslında toplam 13 şarkıdan oluşan ve içerik bakımından ayrı ayrı güzel eserler.

Rüya
Gitme
Dönmez ki Bana
Şiirler Ötesinde
Ve Eski Oyuncak, son derece güzel klipi ile etkiliyor bizleri.
Başarılar diliyorum.
Dinlemeye değer.

DEDİK de Nafile....

Hani
HANİ KUŞLAR ÖLÜYOR

Mavi bulutların arasından küçücük cüsseleriyle düşüyorlar peş peşe, dedik...
İnsan doymuyor, tıka basa takaları dolduruyor yavru balıklar ile dedik.
İnsanoğlu daha yavruyken kuzucukları kesiyor, dedik...
Bu insanoğlu çok namussuz durmadan istiyor.
İstedikleri de yetmiyor, dedik...

Sonu olmayan bir mağara gibi nefsi, dedik...
Bu sözüm ola insancıklar; hayvanlara tecavüz ediyor,
Ama bir ayı ışığı görünce uykusundan uyandığı ya da yavrusuna yemek aradığı için
acımasızca öldürüldü, dedik...
Küçük kız çocuklarına;sarkıntılık,taciz,artık dilim varmıyor bunları yapıyorlar, dedik...
Tok karınları ama başka açı göremeyecek kadar gözleri kör olmuş, dedik...

Cepleri hep para olsun,
Karınları tok,
Ama ellerinde son model bir araba ve cep telefonu
Ana,baba,boşver dost arkadaş geç hele onları
Felsefe bu,hayatını yaşa!

Kimseyi umursama
Harca harcayabildiğince
Tüket tüketebildiğince
En çok benzini sen yak,
En çok uçağa sen bin
En çok parayı sen bas kadınlara barlarda.
En çok en.leri hep sen yap
En çok deri ayakkabıları sen al
En çok alışverişi sen yap
En çok parfümü sen sık
En çok parayı sen harca

Aklıma birden Mazhar Fuat Özkan’ın şarkısı geldi.
“En güzel grubu sen kurdun
En güzel ritmi sen buldun
En iyi dalgıç sensin
En güzel filmi sen çektin
Peki peki anladık
Peki peki anladık”

Dedik dedik de; anlaşılmayan bir şey var hala.

Kuşlar öldü.

Senenin başında yani henüz 2,5 ay olmadı.

NOEL süprizi, GÖKTEN ÖLÜ KUŞLAR YAĞDI.

Şimdi doğa 300 kişiyi Japonya da plaja bıraktı.
Daha da katlanarak sayı artacak ve tabi ki felaketlerde peşi sıra.

Her şeyi yapabilirsin,
Her şeyi, ama doğaya kafa tutamazsın.

O herkesin biletini gerektiği şekilde kesiyor işte
Kurunun yanında yaş da yanıyor

Bu afet nasıl dinecek?
Ey Dünya bağışla bizi
Ey insanlık ne olur kendine gel artık
Ne olur…

Oylar Bu Güzel Şarkıya...

Sene 1975…
Ne kadar duru
Ne kadar naif
Ve hoş

Semiha Yankı’nın gençliği,
Şarkının tazeliği kadar hoş
Ya Timur Selçuk

Neler geldi
Geçti
“Aman petrol canım petrol” bile dedik
Showa biz de ayak uydurduk
Dili döndürdük, kaptık birinciliği.

Yıllarca beslenen düşlerimizdi
Eurovision
Nasıl beklerdik Bülent Özveren’i
Ülkemize haksızlık yapıldığını aylarca konuşurduk
Siyaset esaslı bir şekilde dönerdi orada
Bakmayın müziğin evrenselliğine
Hepsi boş

Tüm nağmeler içersinde
Ben yine gider ilk göz ağrısı
Seninle Bir Dakika’ya giderim
Ruhumu dinlendirir o müziğin güzelliği
Sözlerindeki anlam
Tepinmeden, gösterişsiz ve yalın
Anlayacağınız sadece “müzik” için
Ve kendi konuştuğumuz lisan ile kendimizi duyurduğumuz armoni.
Bu müziğin tınısı hep içime işler tıpkı sözleri gibi:


“Seninle bir dakika umutlandırıyor beni
Bir dakika siliyor canım yılların özlemini

Hasret tükenmez gibi, kavuşmak bir dakika
Sevmek bir ömür sürer, sevişmek bir dakika

Seninle buluşmamız bir dakikada geçti
Gözlerim gözlerini canım, bir dakikada içti

Hasret tükenmez gibi, kavuşmak bir dakika
Sevmek bir ömür sürer, sevişmek bir dakika”

Yüksek Sadakat’a başarılar diliyorum.
Sanırım dördüncü olurlar.

Almanya’da yapılacak yarışmanın;siyasi,coğrafi,eurosal payını da katarsak benim favorim.
Katmaz isek yine favorim.
Gerçi biz de bunu bir kez denemiştik rahmetli Opera sanatçımız Çetin Alp ile ama tutmadı.

Bu kez 1989 doğumlu
Opera sanatçısı Amaury Vasili,soyad biraz Yunanca ya kaçıyor artık bilemeyeceğim.
Enternasyonal bir durum söz konusu gibi geldi bana.

Daha dokuz yaşında şarkı söylemeye başlamış.
Dil, İtalyancayı çağrıştıran Korsika lisanında şarkının tınısı bile alıp götürüyor.
Yeri Eurovision şarkı yarışması mıdır, tam bilemiyorum ancak akılda kalacak işte şarkı denecek bir gerçek parça.

Dolayısı ile; benim yüreğim ve kulağım

Şarkının Adı :SOGNU
Dinlemek isteyenlere :http://www.youtube.com/watch?v=9dvwnt2f7ws

Good Evening, Germany

France twelve !

6 Mart 2011 Pazar

ÖZGÜRLÜK

Özgürlük

Denizin ortasında dökülmüş taş yığınlarından oluşan,bir grup taştan kalabalığın oluşturduğu DalgaKıran’ a karşı ,onu kırmaya çalışırız.

Köpük,misalidir.
Dalga timsalidir.
Ona kimi zaman martı,kimi zaman rüzgar yardım eder.

Çığlık çığlığa bağırır dalgalar…
Köpük köpük köpürür.

Bir hüzünlü dansın,mutlu dansçılarıdır dalgalar…
Her bir dalga,kırana vurduklarında;
Muhakkak ümitleri vardır.
Ve inancı,bir fırtınanın gelip onları kurtaracağıdır.

Durmadan ilerlerler…
Durmaksızın…
Yağmurlar yağarlar,
Fırtınayla kopar,kendinden geçer…
Tek arzuları vardır o taş yığınlarından sıyrılıp,denizin öbür tarafına geçebilmek.
Martılar da kimi zaman eşlik eder onlara,
Kimi zaman Karabataklar.
Martılar:
“Gel tutun kanatlarıma,uçalım buradan”dese de bunun imkansız olduğunu bilirler.

Ve nefes alabiliyor,sana bahsedilmiş olan organlarınla serbestçe.
Ve yiyebiliyorsak aynı şekilde
Ve görebiliyor,duyabiliyor.
İnsan olmanın tüm hazlarını yaşayabiliyorsak,
Yerini geldiğinde bunu bir tuvalde,bir fotoğraf karesinde.
Belki bir şiirde.
Bir romanda aktarabiliyorsak,kendimizden bir başka denize…
Fikrimizi paylaşıp,söyleyebiliyorsak aynı oranda.
Dinlemeyide unutmamışsak,
Saygımız her canlıyaysa.

ÖZGÜRSÜN!
Ne mutlu!

Susmak,
O soğuk volkan içinde yok olmak,
Nefes alamamaktır.
Yok olmaktır.

O zaman,
Taşlara çarparsın durmaksızın.
Hala ümitle denizin öbür yanına geçip;okyanusa kavuşmak istersin.
Her damla bir başka candır
Anlayana,

Kendini duyuramıyorsan,kimse seni fırtına da duyamaz zaten.

Kutsaldır çünkü ÖZGÜRLÜK!

BEYOĞLU.BEYOĞLU...

Beyoğlu Beyoğlu

Kimler gelmiş...
Kimler geçmiş,kaldırımlarından.

Bir hayali hülya gibi yaşanmışlıklar.
Sağına baksan tarih
Soluna baksan tarih,olsa da.

Kalabalıktan nefes alamadığını bilsende İstiklal Caddesinde.
Sağında Fransızca konuşan.
Arkasında Alman
Solunda İtalyanca ile kulakların keskinleşir.
Uluslarası bir arenadır Beyoğlu.
Pera’nın bu güzel atmosferi,
D&R dan gelen bir Latin müziğin ateşi ile sizi sararken,
Bir adamcağız dilinin altına yerleştirdiği bir materyal ile “Baba”filminin meşhur şarkısını çalmaktadır.
Biraz ilerde beş altı kişiden oluşan yabancı bir grubun canlı performansını dinleyip,izleyebilirsiniz bu açık hava müzesinde.

Daha da ilerlediğinizde; Kara Kedi dükkanında çalmakta olan;
“Bir göz aşinalığı var ,
Sanki seninle kırk yıllık dost gibiyiz ikimiz”mısralarında,dolar içiniz şarkının ince nağmeleriyle.
Bir yandan Yeşilçam Sokağı.
Bir yandan Ara Güler’in Fransız Konsolosluğu girişinde sergilenen fotoğrafları örtüşür sanatla.
Birbirini ittiriveren insan yumağından ayrılmaya çabalarken;
Mendil satıcısına,bilimum broşür dağıtıcısına varan envayi renk seramonisinden geçerek varırız meydana.

Eğer bugünkü gibi maç var ise daha da şanslısınız, Galatasaray Lisesi önünde toplanmış ve şarkılar söylemekte olan Trabzon taraftarları,meydanda kurulmuş olan Beşiktaş otobüsünün önüne gelmeye başladıkça ortalık daha da hareketlenir.
Çevik kuvvet önünde kameran ve haber muhabirleri günün akışını vermeye çabalar.
Aynı oranda,Emniyet görevlileri aşayişi.

Ve halk
Gezinir ve fotoğraf çeker.

Kimi bilmez,nasıl bir yere ayak bastığını.
Kimi bilir,yavaş yavaş perdesi açılmakta olan ve tarihi doku hissi uyandırmaya çalışılsa da o İtalyan sanatının uzaktan yakından yanından geçememiş ve güzel bir el yapımı pastadan ziyade, makineden basılmış kabartmalı çikolata hissi veren o alışveriş merkezine bakar.

Geçirir aklından;buradan geçen o şapkalı ve topuklu ayakkabı,ipekli entariler ile ortama renk veren insanoğlunu.

Nasırlarmış gözlere ışık olurlardı; şayet tarih bir an canlanıverseydi.
Geriye dönüş maalesef yok, yenileniyor her şey.
Kimi gerçek
Kimi gerçek dışı…

Duvarlar Yıkılmaya Başlayınca,Kale de Düştü...

Duvar Yıkıldı.

Bir işletme
Bir aile
Bir,bir şeyler…

Yıkılmaya yüz tuttumu bir kere,
İçten içe çöküş başlar…
Bir deyim vardır bizde “Balık baştan kokar”

Balık bazen bir okyanusta devasa bir balina olabilir.
Bir bakmışsın olamayacak dediğin haberler ile
Kupayı kaldırmış.

Kim der ki,
Konservelerdeki ton olacak.

Zaman döner,
Her çıkışın bir inişi,
Her dibe vuruşun,bu kez sağlamca bir yükselişi olacaktır.

Önce alınan kupa kırıldı dendi.
Kupayı alanlar hakkında soruşturmalar açıldı.
Türlü türlü havadis.
Kimi, yeni oyuncuların gece hayatına hatta sevgilisine taktı.
Bütün başarasızlıkları buna bağladı.

Güç,iktidar ve hırs.
Bir arada olamayan ve bir araya geldiklerinde ise kendi kendini yok eden bomba gibiler.
Eninde sonunda patlıyorlar.
Şimdide antrenör gitti.Gidecek.
O da kupa da ortaktı,ter dökmüştü.

Ne saltanatlar
Ne hayatlar
Geçiyor
Bitiyor
Ve yeniden başlıyor
Önemli olan kaleyi korumak.

Yolum sık sık Florya semtine düştüğü için
Sık sık bakarım tüm hayranlar gibi Metin Oktay yani Galatasaray Spor Tesislerine.
Her zaman bir hareket,
Her zaman kalabalık ve kameralar vardır.
Hepsi gözünü yeşil sahaya diker…
Oraya odaklandıkları için ayrıntıları göremezler.

Yaklaşık iki aydır,tesislerin ana kapısından yukarı doğru yaklaşık 100-150 km kadar gittiğinizde bir yıkık duvar görürsünüz.
Kim toslamıştır?
Kimse sormaz,kimse bakmaz.
Önemli olan sadece o ortadaki yeşillikten ibarettir.

Gün güne yavaş yavaş çökmektedir.
Artık antrenmana gelenlerin görüntüleri netleşmeye başlamıştır.
Yıkılmaya yüz tutmuş duvarın demirleri gözükmektedir.
Adeta bir televizyon ekranı gibi görünür yıkık duvar.
Boyası bile eskimiş bu duvarların tuğlaları dağılmaya başlamıştır.

Dolayısı ile çöküşler de,çıkışlar gibi içten içe hastalık gibi ilerler…
Dışarısını göremeyenler,içerisini hiç göremez hissedemezler.

Bir kaynar kazanda olup bitenleri ise hiç.

Ancak tuğlaları sağlam dizilmiş olanlar,arada çatlakları kapamayı bilenler her işten yüz akı ile çıkabilirler.

En küçük birimden,
En büyük birime kadar değişmez bir durumdur bu anlayacağınız.

Sadece ortadaki yeşil sahaya endekslenenleri,dış bağlantılarını kesenler içten gelen sesleri de duyamazlar.

En büyük depremlerde küçük küçük artçı sarsıntılarla başlamaz mı zaten?
2000, Kupa tarihi
Demek ki ortalama ömürlerimizde yaklaşık on sene de mevcut hal ne ise onun tam aksi oluşmaya meyil tutuyor.
Değişiyor her şey
İster iste
İster isteme

Kale düştü.

5 Mart 2011 Cumartesi

KADIN'LARIMIZ...EN BÜYÜK DEĞERİMİZ.

Kadınlar Vardır.

Kadınlar vardır hep.
Olmalıdırlar da.

Kadınlar vardır…
Özü ile sözü bir.
Duruşu ile yaşantısı ile bir.
Bir bakarsın siyahlar içerisinde,özünde rengarenk.
Bir bakarsın pembe,fuşya yada mor.
O gün moda ne ise, o üzerinde.

Gelişi anlam katar.
Gidişi daha fazla…

Oturuşu farklıdır.
Duruşu başka.
Gülüşü narin,
Gözleri derin.
Kimi hüzünde kimi neşe’de.

Şarkılar söyleyen kadınlar gördüm.
Ağlarken dostları, yanında ona kanat germek için
Nağmeler şakıyan.

Kadınlar gördüm;su başlarında ev halkına ana olan onbeşinde.
Ağlayan kadınlar gördüm,gidenlere değil,
Nedeni hep kendinde bulmalarına.
Dönüp her sonuçta ilk önce kendilerini suçlamalarına…
Kadınlar gördüm,
Kartal gibi güçlü ve özverili.
Onsekizlik gibi işveli.
İşlevlerin sırasını hiç şaşırmayan
Hep üreten kadınlar…

Ben oldum olası,
Çalışkan,üretken ve yürekli kadınları sevdim.

Lise de bir resim öğretmenim vardı ki;iki yıl onda okuma şansına sahip oldum.
Resim ile uzaktan yakından alakam olmasa da,denedim.
Çünkü onun gücü yaptırıyordu bunu bana,hem de zorla değil bilakis sevgi ile.
Onun bize kadın ile erkek karışımı edası her işi kolaylıkla yapabileceğimizi gösteriyordu.
Bir arkadaşımıza mezuniyet günü,yüzüne bakıp sonra elinde ki envayi çeşit hiçbiri birbirine benzemeyecek şekilde orijinal gümüş yüzüklerinden birini çıkarıp:
-“Al lütfen bunu sana vermek istiyorum,benden hatıra olarak saklarsın.Beni hatırlarsın”demişti. Oda gümüş takıları seviyor diye sanırım.

O kadar mert ve cömerti ki, bizim zamanımızda öğretmeninden bir şey almak da çok önemli ve çok ama çok değerliydi.
Arkadaşım onu hatırlıyor mu bilmem?
Ama bende derin izleri olan bu güzel ve güçlü kadın Sevgili Serap Hocamı hiç mi hiç unutmadım.
Yaşıyor ise Allah ömür versin aramızdan ayrıldı ise mekanı nur olsun.
O hayatı ile duruşu ile bizlere belki de sadece alabilenlere örnek olan bir şahsiyetti.

Tıpkı;
Bu gün toprağa verilen çok değerli sanatçımız Merhume Ümran Baradan gibi...

Türkan Saylan gibi
Afife Jale gibi
Zübeyde Hanımefendi gibi
Şair Nigar gibi
Nene Hatun gibi
Sabiha Gökçen gibi
Keriman Halis Ece gibi
Müzeyyen İlmiye Çığ gibi
Süreyya Ağaoğlu gibi
Benal Nevzat İstar Arıman gibi
Yıldız Moran Arun gibi
Gibi gibi

Unutulanlar kadar…
Ve
Üzerimizde çok büyük emekleri olan babaannelerimiz,ananelerimiz ve annelerimiz gibi…

Ne zaman gerçek bir yıldız kaysa,
İçim biraz tuhaf olur,
Fark atarak bizlere gerçek anlamda tur bindirmiş olan bu değerli kadınlar bizden birer parçalardır aslında.
Onlarda olan bizde,
Bizde olanlar onlarda var.
Yani yürek meselesi kardeşler.
Gerisi inanın teferruat.

ÇEVRECİ BAŞKAN YERİN YEŞİLLİKLER OLSUN

Fark Yaratanlar…

Hayata fark akıtanlara bayılırım ben.
Aktıkça,damladıkça çoğalırlar...
Tek düze,sıradan
Bir mevcut sürü peşinden gitmeyen,
Çizdiği yolda,
Peşinden birçok insanı sürükleyebilecek yüreğe sahip,
Yani güçlü insanlar…

Çok çok kısa bir süre önce,
Harbiye Askeri Müzesinde sağlık üzerine düzenlenen bir seminere katılmıştım.
Katılışım biraz erken olduğu için
Tesadüfen girdiğim salonda onun toplantısı başlayacaktı.
“Viktor Ananias”
Buğday Ekolojik Yaşamı Destekleme Derneği Başkanı
Buğday Dergisi...
Çevre ile ilgili kaliteli,gerçek saf yaşam adına ne varsa sadece ona kendisini adamış.
Zorunlu olmadıkça araba,uçak kullanmayan
Seminerden seminere
Eğitimden eğitime
Sürekli birşeyleri gösterme gayretinde bir kişilik.

Salondan içeri girdiğinde;
Yüzünde tatlı bir tebessüm.
Her anı sıcacık insanlığını yansıtan,
Yaşam için,kaliteli yaşam için emek veren.
Yıllardır önce tek başına sonra ekibi ile ekolojik tarım üzerinde dernek kuran.
Seminerler veren
Farklı doğal hayat alternatiflerini,gözü kapalı tüketim toplumuna anlatmaya çalışan.
Tertemiz bir yürek.
Konuşma başladıktan kısa bir süre sonra salonu terk edenleri bile o güzel tebessümü ile uğurlayacak kadar olgun,güzel insan.

Üzerinde keten bir gömlek.
Ne kadar yalın halde,sadece zenginliği yüreği.
Anlatmaya çalıştı.
Her bir katılımcıya
Nasıl olabilir dedim kendi kendime gerçekten böyle insan kaldı mı gerçekten diye düşündüm tüm salonda kalanlar kadar.
Onu dinlerken,ben gibi diğerlerini de sanki terapiye gelmişçesine rahatlatan.
Güzel insan.

Bu gün; senin annenin yanına tatil amaçlı gidişin sonrasında vefatını, hatta test ettiğin mantarlar yüzünden mi olduğunun araştırıldığını ancak toprağa.
O çok önem verdiğin toprağa.
Bu cümle yerinde mi olur tam bilemiyorum,
O çok önem verdiğin toprağa kavuştuğunu belki de öğrendim.

Biz duyarsız insanlara öğretmek istediğin birçok şeyi belki de duyurdun.
Yapacak çok şeyin vardı biliyorum.
O seminer çıkışında sohbet ederken,herkes gibi teşekkürlerimizi sunup sizden çok etkilendiğimizi ve çok güzel bir elektriği olduğunu paylaşmıştık.
Tebessüm ederek,
“Teşekkür ederim çok naziksiniz. Önemli olan size bir şeyler verebilmekti.
Bende gözlerinizden beni anlayabilenleri anladım”demişti.

Ve

“Neden?Niçin buradayız bilmem ama hayat da önemli olan bulunduğumuz yerde bir şeyler katabilmektir zamana,o ortama siz tatile gittiğinizde o çiftliklere eğer o köylünün ürününden bir ürün alıp ona günaydın diyorsanız onun da size bakışı farklı olacaktır.Siz orada bir şey katmışsınızdır.Onu zenginleştirmişsinizdir”

-Yani dedim Matruşka gibi verdikçe dağılan ve içinde ki sevgiyi yayan bir sistem.
“Aynen öyle çok güzel ifade ettiniz hayatta hiçbir şey boş değildir ne kattığımız önemlidir”

Neden?
Belli bir amacı olan,yüreği farklı bakan insancıklar erkenden ayrılır aramızdan?
Yoksa görevlerini ifa etmişler midir?
-Sizi tanımış olmaktan çok mutlu oldum diyordum tokalaşırken tüm diğer dinleyiciler gibi hatta vakit olsa saatlerce dinlemeye hazırdık.

Hava kirliliğinden
Bilinçsiz toplum tüketiminden
Eğer biz bir şeyleri değiştirirsek (mesele deterjan,mesela şampuan vs.)
Paramızla ile kendimize yapmakta olduğumuz en büyük cezalar...
Gibi gibi bunların açılımı çok fazla
Detay için lütfen www.bugday.org sitesini ziyaret ediniz.
Dergisini okuyunuz.

Evet, biz bir şeyleri başlatırsak zincirleme her şeyin gerçekten olacağına yürekten inanan bu güzel insan artık yok.
Hangi arada tanıdım,
Kısacık zamanda ne güzel tarif etti kendini.
Yüreğine kabul etti bizleri….
O gülen,içten,sıcacık sözlerini ve gözlerini hiç unutmayacağım.
Allah rahmet eylesin ve dilerim ki rüyaların gerçek olsun…
Tüm Çevreci Dostlarına da Allah dan kuvvet dilerim.
Yolunuz açık olsun.

4 Mart 2011 Cuma

Fayda Etmek...

İnsanın insana,
Hatta yaşadığı doğaya faydası yok ise;
Neye yarar geçen zaman…

Küçükken babacığımdan çok sık duyduğum bir söz vardı.
“İnsanların hayırlısı,insanlara faydası olanıdır”.

Ondanmıdır yoksa benim kendi karakterim mi bilmiyorum.
Çok kötü değilsem o gün.
Moralim idare ederse misal.
Selamlaşmadan geçmem,
Hiçbir otobüse binmem.
Hayırlı işler/ Kolay gelsin.
Demeden çıkmam.

Şimdi bunları niye anlatıyorsun diye hemen sorgulamayın.
Susun bir yargılamayın da,
Zaten ne yapıyorsak bundan oluyor…

Arkadaşın annesi ameliyat olacak üstüne üstlük,tekrarı olacak.
Ortopedi ile ilgili bir durum.
Kan gerekiyor.
Benim ki uyuyor,
Hemen akşam iş çıkışı gidiyorum doğduğum hastaneye.
Oldum olası oralıydım ben.Artık oradan da soğudum.Nedense?...
Neyse.Allah herkesin yardımcısı olsun.
Düğün dernek gibi herkes birbiri ile yarışıyor kan vermek için…

Her şey,herkes tamam.
Ama "Anne ve Baba" bir dur.Bir dur kardeşim.
Hemen aklıma,
Sevgili Cemal Süreya’nın “Sizin Hiç Babanız Öldü mü?”
Mısraları düşer...

Ne derin bir şiirdir o…
“Sizin hiç babanız öldü mü?
Benim bir kere öldü kör oldum
Yıkadılar aldılar götürdüler
Babamdan ummazdım bunu kör oldum
Siz hiç hamama gittiniz mi?
Ben gittim lambanın biri söndü
Gözümün biri söndü kör oldum
Tepede bir gökyüzü vardı yuvarlak
Söylelemesine maviydi kör oldum
Taşlara gelince hamam taşlarına
Taşlar pırıl pırıldı ayna gibiydi
Taşlarda yüzümün yarısını gördüm
Bir şey gibiydi bir şey gibi kötü
Yüzümden ummazdım bunu kör oldum
Siz hiç sabunluyken ağladınız mı?”

Ağlamakda,gülmekde hep bizler için yaşarken.
Ve inanın gülmeyi arzulamak kadar ağlamanında bize kattığı değer var.

Hele annesini yada babasını kaybetmiş olanlar,
O aç toprağın koynuna,istemeden bırakanlar beni çok iyi anlarlar mısralarda gezinirken.

Bazen ise bir şiiri okumana bile gerek yoktur.
Onun sana söylemiş olduğu herhangi basit bir söz gelir, birdenbire aklına.
Önce gözlerin dolar sonra ıslanırsın.
Kurudukça, aslında ruhunla yeniden olgunlaşırsın.

...

İşte annesine yardım etmek istedim.
Bir faydam olsun istedim.
Görevli kan tespiti yaptı,bekliyorum;
Diğer görevli iki,üç dakika sonra,
-Siz,kan veremezsiniz
Deyiverdi!!!

*Nasıl? Neden,ben arkadaşımın ,
-Hep böylemisiniz?

Bankonun ardından eğildim:
*Nasıl,nasılım?
-Değerleriniz çok düşük
*Ben daha önce verdim,verebiliyorum
-Bugün veremezsiniz. Her zaman böylemisiniz?
Bir yandan tuhaf olarak bana baktığını hissediyorum.
Kendisine iyi akşamlar diyen bir kadın.Güleryüzlü.Tebessüm ediyor.
Kolay gelsin, diyor. Kılığı kıyafeti yerinde.Oflayıp,puflamıyor.

*Yani işden geldim,Açım.Haliyle yorgunum.
-Ama çok düşük

*Tamam da ben vermek istiyorum daha öncede verdim ben.
Bir bak kendine diye bağırıyor neredeyse.

Tespih gibi dizilmiş bir işe yarayan o kan vericilere takılmış gözlerim,kendi ezikliğimi duyuyorum. Adamı duyamıyorum.

Arkadaşımdan özür diliyorum.Benden önce gelen arkadaşta hap kullandığı için almamışlar.

Sonra kardeşimi arıyorum yoldan
Böyle böyle bir faydam olamadı.
"Yahu üzülme,bir kan hapı iç ancak bir tahlil yaptır.
Bu bayılmalarında buna bağlı olabilir çünkü"

*Tamam, iyi akşamlar.

Baba,bir yerde hatamı yaptık.
Fayda sınırını mı aştık…

Aslında biliyormusun kimsenin kimseye zararı yok faydası da,insan ne yaparsa kendi yapıyor.
Seçimlerimiz,yemeklerimiz,her şeyi bir önceki tercihlerimiz belirliyor.

Ah.Babam be,sen boşver bunları faydam olamadı ancak keşke yanımda olsaydın,şu an iki lafın belini doğrultsaydık.

Ne kederden...Ne yalnızlıktan bahsetmek istiyorum…
Ne ölümden...Ne tutunamamaktan
Bunları yıllardır konuşuyoruz,

Ben bahar gelişi, aşkı özledim.
Ben gülmeyi özledim.
Ben mutlu…
...

Aslında keyfimi bir şey bozamaz.
Yazarkafe’de günün sitesi olmuşum sağ köşede.
Gördüğünü de biliyorum…Baba…

Herkese acil şifalar ve doğru yollar…
Sağlık ve de Sevgiyleee

2 Mart 2011 Çarşamba

ÇAYIR ÇİMEN ÜSTÜNDE BAHARI BEKLEMEK

Ihlamur kokuları,
Peşi sıra kekik ve ona arkadaş envayi çeşit yeşillik yayılıyor usulcacık…
Burnum ve sonra ciğerciklerim,yavaş yavaş dansa başlıyor.

Allah’ım.Bu nasıl bir güzelliktir,kattığın doğaya.
Yeşil.
Mavi.
Öpüşüyorlar,sonra kuşlar eşlik ediyor bu samimi ortama.

Çayır,çimen hep aşk üstüne.
Kainat söz vermiş hep,
Hep en güzel şarkıları söylemeye...
Meltem başlıyor hafiften,
Ardından kavurmayan güneş çıkıyor piste.
Naz-ı endam ediyorlar,
Çayır çimen üstünde...
Kainat söz vermişti, dedik;
İnsanoğlu’da gülümsüyor çevreye…
Vapurlar,tek tük ilerliyor,
Hava henüz ısınmamış.
Daha çok ısırıveriyor hala.

Olsun,yaşamanın en manalı ve en anlamlı an.ları başlamak üzere.
Ben hissediyorum,

Ben şişeyi açmaya niyetlenince,
Ufaktan kuşlar mırıldanır olur camımın önünde,
Sonra bir güneş açar,yok olur gizlice.
O zaman vapur başka gelir...
Havada ki koku başka,
Sanki tüm insanlar dostum,
Herkes aşk içinde,

Çiçeklerim beni bekler,
Çayır çimenim beni.
Ciğerciklerim özlemiştir,kışın rehavetinden en temizinden bir demli çay molasında denize karşı o bir bardak çayı…
Ve bir iki ay sonra açtı açacak mimozalarım,
Ah sarhoş eder işte o şişedeki meyler…
Özlemim basar,her şeye ruhum
Katıksız yaşarım kainatın hediyesini.
Severim böyle havaları ben,
Sanırım ada zamanım geldi…
Bin bir güzellik ve fayton sefam.
Dünyanın en güzel tepesindeki serçelerim ile ekmek kırıntılarım,
Piti kare örtüler.
Ve ince dallı,zarifcik ağaçlarım.
Biliyorum,sizde beni derinden özlediniz.
İyi biliyorum siz,sizi gerçekten seveni çok iyi bilirsiniz.
Ve hiç bırakmazsınız…
Geleceğim…
“Çayır çimen üzerinde” naz-ı endam etmeye…

1 Mart 2011 Salı

Geldimi Bahar?

Nehir donuyor,
Şehir ıssızlaşıyordu.
Dünde kalanlar, gecenin sokak bekçileri tarafından etraflıca toparlanıyordu.

Oysa ben gölgeler peşindeydim.
Peşi sıra arkasından gittiğim düşler;
Çim yeşili yeminler üzerine
İtinalıca bezenmiş güzel düşler…

Uzanmışım yeşilliklere
Bahar gelmiş her bir cana
Kana kana alıyorum nefesimi ciğerlerime…
Özledim
Özledim
Deyiveriyor
Kuşlar…
Bilinmeyen öpüşlere kanmış yüreğim,
Bekliyor doğacak son güneşi
Bahar gelmiş her bir cana
Hissediyorum derin derin gelen bu güzel baharı.

Uzanmışım yeşilliklere
Bahar gelmiş her bir cana
Ben hasret bir cana
Yüreğimin volkanı patlamaya an sayıyor…
Sıra sıra diziliyor, şiirler

Sen, peşine düştüğüm
Düş olsun varsın
Hayali avunmak bile heyecan
Bahar gelmiş her bir cana
Kana kana alıyorum nefesimi ciğerlerime
Sen,
Fısıldıyorsun usulca kulağıma
“Özlediğimde ve beklediğimde” sensin.
“Sen, nerelerdeydin?”

Geldi mi bu kez bahar…
Uzanmışım yeşilliklere
Çim kokusu yüreğime doluyor
Dünya varmış, nefes alıyorum…
Çok şükür…