Hürriyet

31 Ekim 2011 Pazartesi

Özgürlük Nedir?


Ufkun taze incelikleri sarmış bedenini.
Yer yer esen Lodos’un bir hükmü yok bedenlerde.
Derinden esen yel kadar, hafifçe yere inmekte olan sonbahar yaprakları gibi ağır ağır gün de ilerlemekte Fenerbahçe Parkında.

Koruları arsızca sarkmış olan o ağacın yüzsüzlüğü bir an kendine getiriyor belki de kadını.
Kim bilir belki de biraz öte de görmüş olduğu o şirin kedi bile umursamamıştı biraz önce.
Oysa hava güzeldi. Hava soğuk ama güzeldi.
Yer yer insancıkların seyre daldığı bu cennet köşe de. Terk edilmiş banklar yazın vurup giden hüsranına ince ince ağlıyorlardı.
Yaşam her şeye rağmen akıyordu işte.
Bir sabah.
Bir dolu su.
Kıyı.
Bir tutam yeşillik
Bolca soğuk.
Yegane iliklerine işleyen martı sesleri…
Başına başına konmuyordu ama seviyordu kuşları.
Kuşlar kadar özgür olmayı istemişti hep.
Şimdi özgür müydü?
Yoksa özgürlük içte yaşanabilen bir duygu muydu?
Aşk gibimiydi mesela…
Hani birisini seversin de söyleyemezsin durumu var ya
İşte, öyle bir şey miydi?
Neydi özgürlük?

Özgür müydü hayat da şu kıyıya hunharca vurmakta olan dalgalar kadar…
Özgür müydü kışa inat hala yapraklarını dökmeyip yaz gibi koruk koruk, dal dal, filizlenmiş,
Filizlenebilmiş ağaç kadar…

Baktı baktı
Bir parça suya
Oluşan boşluğa
Derin sessizliğe düştü gözleri.
Daldı
Derin bir nefes aldı ve
Onunla birlikte, bir martı çığlık attı.
Yaşamı ve özgürlüğü paylaştı.
Dünyanın taşları üzerinde.
Öpüşmeden hiç kimseyle
İzledi bulutları,
Elleri değiyordu ufka doğru
Ve özgürlük
Ve aşk yükseliyordu yeniden…

Bir tutam yeşillik
Bir tutam filiz üzerinden…

Sahilden İstanbul
Fenerbahçe 29/10/2011

20 Ekim 2011 Perşembe

MEMED'ime...

Kurup en güzel örtüler üzerine;
Peynirim Çanakkale’mden
Çiğköftem Doğu Anadolu’mdan
Balığım Karadeniz’den
Bin bir çeşit otlardan mezem, Ege’mden
Nar ekşili salatam Antakya’mdan,
Topiğim Ermeni’den
Lakerdam kimden,
Sarmalar Rum’dan
Pilav Çerkez’den
Rakım İstanbul’dan
İşte TÜRKİYE!
Biz, çok çeşitli bir mutfağın muhteşem sofrasıyız.
Demleniriz birbirlerimizin kültürlerinde
Keyif alırız,
Can değil!
Sevgi veririz…
Muhabbet vardır, çıkarsız sofralarımızda.
Şimdi bu şarkıyı dinlerken
Çok efkârlandım çiçeklere…
Bizim çiçeklere,
Canlara.
Yaşayamadıklarına
Yaşayamadıklarımıza
Ve özledim nerede bu sofra?
Nereye kayboldu o tat!
Gözlerim doluyor,
Yüreğim kan çanağı olmuş
Ne yazsam anlatamaz ki kelimelerim
Tel tel çözülmüş duygularımı.
Ah, MEMED’im…
Sana yanarım…
Yaşayamayanlara…
Bir dostum rakı sofrasında ilk kadehi “ biz bilmeden bizi sevenlere” diye kaldırıp onların bir adeti olduğunu söylemişti.
Biz bilmeden sevdik onları.
Nur olsunlar…

11 Ekim 2011 Salı

Yağmur Sonbaharla Geliyor...

Yanar gibi.
Söner gibi umutların,
Bir kıyıdaki deniz feneri gibi.
Çakıp duruyor gece boyunca
Göz kapakların gibi.
Uyumak isteyip de,
Yanıp söner sevdaların…
Kapasan olmaz
Açsan, dayanmaz.
Ne olacak şimdi? Peki.
Şimşek çaktı çakacak
Ağladı ağlayacak…
Ve kavuşacak toprak suya, belki…
Yağmurun da hakkı yok mu hiç sizce?
Uluorta,
Kimselere hesap vermeden ağlamaya.
Salya sümük coşmaya…
Belki de siliverecek gelenleri,
Gelemeden gidenleri…
İstese de istemese de silinip gidecekleri…

Sonbahar güzel geliyorsun içime içime… / İstanbul

2 Ekim 2011 Pazar

Eller HİCAZKAR Çığrıştırır...

Eller HİCAZKAR Çığrıştırır…


Sen, el üstünde tutarsın.
Sen, seversin.
Hudutsuz…

Sonra bir gün eller girer.
Sen, severken el oluverirsin.
O eller de olur en güzel gözler.

Daha sonra,
Başka şekilde daha geçmişte el olarak mahalleye
Haneye
Girenler gün gelir avukatlık yaparlar…

Sözün asıl sahibi gibi;
Etrafta bir güzel ahkâm kesiverirler.
Esnafa dosta…

Duyarsın elbet ağzın açık kalır.
Dünün kapalısı bakın hele nasıl açılır, saçılır…
Onlar hicazkar çığrıştırırken
Eller senin sayende düğün eder hep birlikte.

Ve yalnız kalan yüreciğinle bir tek sen ve bir tek
Yalnız Rabbine sığınırsın, gözyaşlarına mahkum eden
Şu yarattıklarına bakarak…
Çaldığınız makamın sonu yok sanırsınız ama aldanırsınız.

Siz, sevda nedir hiç bilemeyen.
İnsanlık noksanları
Hep bu hicazkar makamlarda iner çıkarsınız.
Perdeniz yoktur, ayarsızsınız.

Rabbim diyor ki aldırma,
Ben bir gün öyle bir vururum ki hiç beklemedikleri bir anda.
Hiç korkma,üzülme, endişelenme sen
İşte o zaman çalar en güzel beste.
Bekle…

Suratsızlara…

1 Ekim 2011 Cumartesi

AN...

An.damı kalmak iyi
Yoksa anıları toplamak mı?
Anılardan demet demet çiçek yapıp, salonunuzun mütena köşesine sindirivermek mi?

Hangisidir? Bilinmez ancak,
Ben, mesela bu yıl çok farklı topraklar, çok farklı bölgeler üzerinden geçince ister istemez üzerime kokusu siniverdi. İzi kaldı. Ve elbet de hatırası.

Mesela,
Yağmurları o kadar çok sevmeme rağmen,
Artık yağmurlu bir sabah da uyanıp yine yollara koyulmuşsam iş yani ekmek kazanabilmek için;
Hemen aklıma Doğu Karadeniz’in beni sabahın beşinde uyandırabilen gücü ile o derin sis ve yağmurları, yeşillikleri doluyor gözlerime.
Kendi kendine ama birden köpüren, kavga eder gibi konuşan halkımı gördüm.
Atatürk Köşk’ünü anımsıyorum sonra,
Sonra tepeme değmesine ramak kalmış 2200 rakım da süt içtiğim yaylaevini
Yayla da, yanyana açıveren sarılacivert çiçeği.
Soğuk,pus,sis ama yine güzellik.
Belli belirsiz, herkesin tarif ettiği üzere bir hava olarak göstermedi yüzünü bana. Şanslısın dediler. Ben Karadeniz’de daha çok güneş ağırlıklı yağmur tisildemelerini buldum.
Çay tarlalarında Japonya’yı düşündüm mesela. Asya’nın gizemini.
Sümela tarihi, Zigana’da yalnızlığı ve güzel bir tuzlu sütlaçı.

Doğu Anadolu’ya geçtiğimde ise;
Diyarbakır’da ( eski diyarbakır’da) çocukların gözlerinde kini gördüm. Savaşa özentiyi.
Bir o kadar Dicle ye bakan o muazzam topraklar da renk renk armonisi içerisinde Mardin kapı diye anılan surlardan Mezopotamya’yı.
Güneş’in ne güzel göründüğünü Nemrut’da
Oysa Trabzon Boztepe’de de aynı güneş var. Cunda ( Alibey adası’nda da).
Bir uygarlık hem Persleri yani doğuyu hem Makedonları yani batıyı bir arada kardeşçe tutmaya çalışan bir imparatorluğun taşları, heykelcikleri arasında iki yudum alınan şarabın eğer yüreğin sadece sevgi ile atıyorsa ne kadar güzel olduğunu bir kez daha hissettim.

El ele tutuşacağım kimse yoktu ancak yüreklerimizin dokunduğu dostlar oldu.
Bunlar arasında Türk,Kürt,herkes vardı.
Bir Adıyaman gördüm, Nemrut dan güzel kıyıda köşe de kalmış şahane yerler.

Rahmetli babacığım “ sen hele bir Malatya’ya git bayılacaksın tam sana göre şelaleler, dut ağaçları,bağlar” …
Dün aklıma geldi. Ben hiç babama böyle şeylerden hoşlandığımı söylememiştim. O nasıl bilmişti. Sevmek böyle bir şey olmalıydı.
Sevmeyi gördüm topraklarda.
Döndüğümde hala birbirini sevemeyen insan suretlerini.
Güneş doğudan doğar; Şanlıurfa’nın sabahını, Midyat’ın kiliselerini,Mardin’in tılsımını Gaziantep’in çarşını gezdim gördüm.

Hangisi beni en çok etkiledi.
Hepsi birbirinden güzel, birbirinden çok farklı.
Aynı bayrak altında bin bir renk, bin bir tad.
Çok şükür…
Gezebilmek, görebilmek, öğrenebilmek, eğitmek kendini biraz daha.

Çünkü ben artık baharatı alırken de farklı,
Hele ki bir Antep fıstığını aldığımda çok farklı bakacağım.
Çünkü tarlada indim, dokundum üzüm salkımı gibi o ağaçlarda yeşeren güzelliklere.
Çay paketini alırken; bin bir zahmet ile tarladan yok pahasına toplayıp satan köylü teyzem gelecek aklıma.
Otobüse yetişirken oflanıp puflanmayacağım.
Özel okullarda ki çocukları görünce, Harran da kapı arkasında gizlenmiş sevgiye aç çocukları anımsayacağım.

Paramı aldığımda faturalarımı ve diğer ödemelerime yetişmiyor diye yüzümü düşürdüğümde,
Gürcistan da ki o mutsuz ve ruhsuz insancıklar gelecek aklıma ve halime şükredeceğim.

Yaşayacağım.
Göreceğim.
Ve
Hatırlayacağım.

Hayat, hem kısa hem uzun.
Uzunluk da biraz mana katabilmek de gizli sanırım.

An.lar çok yaşa…