Hürriyet

31 Temmuz 2011 Pazar

Ey Güzeller Güzeli RAMAZAN...

Ramazan’ın bereketi yayılıyor günlere…

Keşke her şey bu kadar basit olsa.
Mahyalar yandığı gibi; herkese bir doğruluk, dürüstlük ve tabi ki sevgi doluverse.

Bitmişler bitmiş.
Yenilenmesi gerekenler bahar çiçekleri gibi açmış.
Herkes gülümseyerek bakabilse birbirine .

Çok zor dost
Çok zor.

Sabah kalktığımızda, sanki ölü bir şehrin içine düşmüş gibi bakışacağız.
Yanlışlıkla omzuna çarpsan, alimAllah kavgayı fişekleyeceğiz.
Sigara içemeyenler pofurdamakta.
Mutfak da tatlı telaş içerisinde olanlar,yetişmedi diye telaş etmekte, söylenmekte.
Dut yemiş bülbül gibi,
Herkes; istisnasız
Sus
Ve Pus…

Bu mudur Ramazan?
İki minare arasında eskiden bin bir zorluklarla yakılmaya çalışan eski kandilcilerin emekleri gibi; günümüzde huzurun,sevginin,paylaşmanın.
Varsa iki lokmayı katık etmenin değeri de maalesef değişti.

Bu yaz sıcağında; sokağında ki kedi köpeğe su vermeyi bile akıl edemeyen.
Komşusunun acaba ekmeği var mıdır ? diye aklının ucundan bile geçirmeyen ama o alışverişten gelirken torbasını dikiz edebilen.
Her şeyi ramazan sofrasında yiyebilmeyi kendine hak gören
Şükretmeyi unutmuş.
O sofranın sıcaklığını soğuk yüreğinde uyutmuş.
Haldır haldır birbirlerinin yüzlerine bile bakmadan yenen yemekler, sus pus muhabbetler.
Gelsin çaylar, kahveler.
Öylece geçsin günler…
Bu sıcakta da çekilir mi yaw şu Ramazan.
Ama tutmak gerek günah !

Günah, neye. Ve kime günah.
Allah ile arana soktukların aranda bir mesele ise haklısın.
Ama yalnız kendin dosdoğru Yaradan ile birlikteysen; sen bu gün oruçlu olmasan da o biliyor seni.
Sen, fırıncı çırağının terini akıtırken emek verdiği pideyi yemeden önce alırken şükretmişsen.
Sen, bir ay değil yaşadığın ömrün boyunca az ya da çok eline düşen nimete şükür ve aza kanaat getirmişsen.
Sen, her ne olursa olsun asla sevmekten vazgeçmemişsen.

Zaten o taşların önünde açılan iftar sofralarına gerek yok, şimdikiler gibi;
Sen Eyüp’ünde
Ramazan’ında
Sünbül’ünde dostusun.

Dost, dostu can da arar.
Can perdesi ölü gibi dursa da.
Canana meyillidir.

Yaradan içine vermiş ise ne söz ne kelam kalır geriye.

Yaşar gider, insanlar iç içe.
Ama bilmezler ki;

Kim, kimin ruhunun derinliğinde…


Yine bir ramazan
Kısmetse bayram

Seyredelim cihanı ufaktan…

Ne düşerse payımıza,
Kıssadan
Şükredeceğiz el açıp mecburen acizliğimizden.

Ve ne görürsek görelim:
Yaratılanı hoş göreceğiz Yaradan dan.

30 Temmuz 2011 Cumartesi

Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti ve Barış Kutlamaları...

Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti’mize girişimin ilk günü sanırım saat-18:00 suları yada değil
mesaj geliyor.
Aylardır ilgilendiğim evimin talibi çıkmış, yarın muhakkak görmek istiyorlar anahtar var mı?
Var da, nasıl şaşırıyorum.
Artık ümidim kalmamıştı.
Netice : İstanbul’a gelince her şey yeniden başlıyor işte. Adam beğenmemiş.
Oysa nasıl sevinmiştim artık yepyeni bir hayata sıfırdan başlayabilmek ümidi bile oldukça heyecanlandırmıştı.

Çok güzel bir gün batımı sonrası akşam yemeğinden sonra yazımı yazıyorum. Fotoğraflarımı çekip, odama çekiliyorum. Sanırım akşam 22:30 civarı uyumuşum. 23:30 gibi telefon sesi ile sıçrıyorum.

-İyi geceler Ben Rehberiniz Bülent. Nasılsınız? Dinlenebildiniz mi? Ben sizi aşağıda çok aradım da bulamadım. Tanışamadık.
Bir an Trabzon dönüşü kendimi evimde sanıyorum ama o da çok şık. Rehber mi? Bülent’de kim? Ayılıyorum sonradan.
+Evet. Şimdi tanışmış olduk çok yorgundum uyumuşum.Merhaba.
-Konuşamadık sorun varmış uçak biletiniz halloldu mu? Sizinle de ilgilenemedim kusura bakmayın diğer otellerdeydim.
+Sorun değil ben yerleştim uçak biletimde operasyon bölümünde kesilmeyi unutmuşlar.
Dönüş bile henüz meçhul.
-Bir şeye ihtiyacınız var mı? Yalnızmışsınız.
+Hayır, yok çok teşekkür ederim.
-Bizim yarın bir turumuz olacak bunu görmenizi isterim. Lefkoşa- GaziMagusa
+Çok güzel de. Ben o kadar yorgunum ki bir de Karadeniz sonrası artık canım bir şey çekmiyor.
Ben hala yeşilliklerdeyim.
Birde ben yarın tamamı ile deniz yapıp Girne’ye gideceğim rehberimden bilgileri aldım oralar da artık hangisini yakalayabilirsem üstelik de Zafer Kutlamalarına denk gelirim belki diye düşünüyorum.
-Bunu kesinlikle tavsiye ediyorum inanın pişman olmayacaksınız
. Bizde size çok iyi rehberlik ederiz hiç merak etmeyin zaten profesyonel rehberimiz sizi sabah 09:00 da gezdirmeye başlayacak buraya kadar gelmişken bunları görmeden gitmeyin bu turu her zaman yapmıyoruz zaten.
Halt etmişsin sen, siz onun tırnağı bile olamazsınız. Diyorum içimden.

Anlatıyor bana o bu, uykum dağılıyor haliyle.
Bir de Barbarlık Müzesi deyince bir duruyorum. Çünkü hafızamda o korkunç fotoğraf yer alır.

-Evet, orası da var ama ben hep buradayım henüz içeri girmeye cesaret edemiyorum.
+Peki, kaçta nerede?
-Siz lobide bekleyin otobüs gelecek.

Dön oraya dön buraya uyku yok. Evi de merak ediyorum.
Belki çok güzel şeyler olmaya başladı diye kendimi avutmuşum meğer…

Sabah ilk işim denize girmek saat sanırım 07:00
O kadar güzel ki inanamazsınız ve en güzel zaman.
Bir yaşlı teyze yanımda şezlongu hazırlıyor kendine.
Oh huzur var. Duş alıp kahvaltıya geçmek için kalkıyorum, Sümele’yi aratmayacak merdivenleri çıkarken önümde orta yaş üstü bir bey ilerliyor. Sonra bakıyorum o da asansöre biniyor.
Günaydın, diyor bana
+Günaydın
-Ben de diyorum ki; sabahın bu güzel vaktinde, bu sahilde bir melek uzanmış. Öylece dupduru, sonra kalktı denize girdi ve peşim sıra merdivenleri hızla çıkıyor tez canlısınız herhalde.
+Evet öyleyimdir. Tura yetişeceğim de.
-Oh ne güzel. Valla bizde karımla istiyoruz ama kafam o kadar meşgul ve dağınık ki. Oğlanın sınav sonuçları açıklanacak yarın. O netleşmeden hiçbir şey yapamıyoruz. Ben efendim … Üniversitesi’nde Prof…..
Sizi sabah görünce o kadar pozitif elektrik aldım ki buna oldukça inanırım. Bu gün çok güzel şeyler olacak.
+ ( Bismillahirrahmanirrahim )
İnşaAllah alırsınız ben uğurluyumdur. ( Gerçekten uğurluyumdur.Kendime hayrım tartışılır da başkalarına hep olmuştur , öyledir hayatıma bir şekilde giren insanların benden sonra güzel şeyleri yaşadıklarına şahit oldum kaç kez sevinirim bu anlam da onların adına. Bir de kendime nasıl yapabileceğimi bulsam iş kesinlikle çözülecek de…)Umarım iyi sonuçlar alır emekleriniz boşa çıkmaz.
Kata geliyoruz ben ayrılıyorum iyi günler dileyerek.

Kahvaltımı alıyorum, otobüs gelmiş gidip eşyamı koyuyorum.
Gelen giden yok.
Sonra Bülent bey beni arıyor.
-Neredesiniz ?
+Valla ben otobüsteyim uyandırma da yapmadılar bana siz neredesiniz?
-Yapmadılar mı? Hangi otobüs ben otobüsle yeni geliyorum.
+Peki bana bu dediler bindim
Meğer bindiğim ETS nin turuymuş
Bu sefer kendi aralarında hayır ilk bizim aracımıza bindi bizim yolcumuz alamazsınız diye hali hazırda Kıbrıs da Turizm Otelcilik de okuyan ve yaz dönemlerinde burada çalışmakta olan genç turizmci arkadaşlar şakalaşıyorlar.
Ben otobüse biniyorum. Sol dolu sağa geçiyorum.
Peşi sıra farklı tur satın alıp yolculuk yapınca ve çok güzel geçince bir buruk oluyor içim.
Gözlerim arkadaşlarımı arıyor öksüz kalmış gibiyim.
Bir de yolda rehber geliyor.
Ah diyorum şimdi bir mucize olmuş olsa bizim rehberimiz burada olsa ne kadar keyifli olurdu.
Yola kaldığımız yerden devam ederdik. İnsan mutlu ve haz aldığı bir ortamda bulunuyorsa eğer o an küçük bir aile gibi hissediyor ister istemez.
Ben duygulu bir insanım hisleniveriyorum hemen. Kötü bir şey ama yapı, yaradılış işte.

Rehberimiz karısı Kıbrıs'lı kendisi İskenderun’lu üniversite de tanışıp hanım köylü olduğunu ifade ediyor esprili ve bilgili bir bey.
En azından Lokman bey’in üzerinde.
Bana laf açılınca Gürcistan’a bireysel olarak ailesiyle 10 günlük bir tatil düzenlediklerini, önümüzde ki hafta gideceklerini ve nasıl olduğunu soruyor.
Bende görmüş geçirmiş, yaşamış biri olarak ( çok güzel bir duygu bilerek bir şeyleri paylaşmak) anlatıyorum ne varsa.
-Yapma yaw diyor
Ama siz yine kendiniz görün, tadın deneyimleyin tabi ki siz daha tecrübelisiniz bu konularda ama yer görmek, tanımak dünyanın en keyifli şeylerinden biri.

İlk turumuz Boğaz Şehitliği.
Şehitlik önü ve dışarı haldır haldır temizlik telaşında.
Çünkü yarın Başbakan gelecek.
O kadar duygulanıyorum ki ağlamaya başlıyorum ne o tatile gelmişim.
Ama o “meçhul” yazısı beni alıp götürüyor. Solda bir sağda iki adet var.
Oradan çıkıp şu hafızamda kötü yer etmiş Barbarlık Müzesine geçiyoruz.
Kapı da girişte üste kurşun izleri çerçevelere alınmış şekilde. Zaten ben rehbere sorduğumda kapıda camda kırık var ama esas arkadan dolanarak Rumlar içeri giriyor. O anda da evde Alay Doktoru Binbaşı Dr. Nihat İlhan görevde olduğundan karısı,çocukları ve ev sahibi var. Kiracılar orada yani bir nevi lojman bildiğiniz. Solda ki odayı tarıyorlar ama sesler başka odadan gelince banyo ya dalıyorlar ve orada katlediyorlar çocukları küvet içerisinde ki o sahne işte orada fotoğraflanmış. Kanlı bornozlar müzede batikler vs.
Bu olay Rumların yani Hıristiyan Aleminin en önemli gününde gerçekleşiyor 1963 yılının Noel’inde.
Zaten boylu boyunca sergilenmekte olan fotoğraflar tüm kalleşliği, savaşın her nerede olursa olsun acımasızlığını gözler önüne sunuyor.
21 Aralık 1963 de başlayan Rum Katliamı’nın sonucu şehit olmuş; genç, kadın,ihtiyar, masum kardeşler, öğretmenler, göç etmeye zorlanılmış soydaşlar ve ellerinde bir tas üç çocuk aş istiyor. İnanılmaz fotoğraflar…

Buradan çıkıp Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti’nin en önemli tarihi olan1974 Barış Harekatının izlerini taşıyan yerleşim alanlarını görmek üzere yola koyuluyoruz şanslıyım rehber güneş yememek için yanımda oturuyor ve ben durmadan soruyorum.

Yeşil Hat da geçiyoruz ve Ledra Palas sınır kapısı
Üç sınır kapısı mevcut.
Metehan, araçlara açık
Ledra, Diplomatik geçişlere açık
Lokmancı,sadece yaya geçişlerine.

Cumhurbaşkanlığı Sarayını, dip dipe konsoloslukları ve sınır kapıları çok ilginç.
+Buradan atlamak isteyen yok mu bir cesur diyorum?
-Atlamak istersen başka gizli yerler var buralar pek kullanılmıyor diyor.
Böyle sıkıyönetim hali gibi düşünmeyin yazmamdan, geceleri falan son derece güvenliymiş.
Kimse kimseye bir şey yapmıyor diyor da benim aklıma çocuklar geliyor topu kaçsa ne yapacak?
Bir sınır iki boyu üzerinde başlangıç Türk ortası Birleşmiş Milletler ve sonra Rumlar.
Sonra aşık olanlar ne yapıyor kim bilir?

Öğlen Lemar Alışveriş Merkezinde alışveriş yapıyoruz serbest zaman hemen Hellim ve rehberin tavsiye ettiği Harup Pekmezinden alıyorum.
Ben keçiboynuzunu çok severim. Buralarda hep kuruları bulunuyor ama bazı yerler de inanılmaz ağaçlar varmış meğerse.
Buradan ayrılıp Magosa’ ya hareket ediyoruz.
Bildiğin İtalya sanki.
Yer yer tipik adalarımızdan kalma rum evleri, sarı taşlar.
Namık Kemal’in sürgün olarak yaşadığı yer.
Afrodit’in süt banyosu yaptığı ileri sürülen bir lahit bu arada stand kuruluyor konser verilecek yarın için.
Yolculuk buradan Saint Barnabas Manastırı.
Çok güzel gerçekten.
Tipik manastır. Gürcistan da ki Gönye Kalesin de de hafif bu izleri hissetmiştim ama burası çok daha ilginç. Hele içeride ki 18.yy dan kalma ikon koleksiyonu muhteşem.
Bir şey soruyorum haliyle kem küm tam bilemiyorum diyor rehber ah diyorum Celal Bey şimdi olsan o masalları yine anlatsan.
Canlansa ikonlar.
Manastırın avlusu çok hoş, avlu dışında ki sütun ve taşlar Salamis’ten gelmiş.
Papazların yaşadığı yerler ise restore edilerek Arkeoloji Müzesine getirilmiş.
Bu müze içerisinde de Kıbrıs’a ait Neolitik’den Roma’ya kadar tüm eserler sergilenmekte oldukça ilginç. Tarihin gelişi, akışı nasıl dönemlerden geçtiği, geçerken neler kullanılmış olduğu çok değişik bir perspektif katıyor zihinlerimize.

Buran ayrılıp karşı ya mezarlığa doğru gidiyor ve orayı isteyenlerle geziyoruz.
Ve avluda ki ilk kez gördüğüm keçi boynuzu ağacından sallayarak bize hasattan ikram ediyor rehber.
-Silin ve yiyin diyor
O kadar güzel ve yumuşak ki. Oldukça lezzetli.

Yolculuğumuz ise Lala Mustafa Paşa Camine uzanıyor. Kilise den çevrilen ama hiç aykırı durmayan bu cami çok ilginç.
İçerde lahitler, tüm dinlerin ortak alanı gibi bir mekan dışarıdan da çok ilginç.
Çok güzel, bayıldım.
Kendimi gerçekten yurt dışında hissettim.

Venedik izleri boylu boyunca Magosa da şiddetli bir şekilde hissediliyor.
Venedik Sarayı Kalıntıları da çok güzel, işte sanki İtalya’dayım.
Her an zamanın farklı bir alanına otomatik geçiş yapıyor gibiyim Kıbrıs’ta.
Bir saatli yemek ve deniz molası veriliyor. Buranın en güzel plajıymış ama ben Gökçeada’daki Kefalos plajı üzerine henüz beni etkileyen olmadı.
Ben tercihimi denize girerek kullanıyor ve dönüşte sahilde bir kahve alıyorum.
Çarşı içerisinde bir Trabzon bayrağı görüyor oraya giriyorum hediyelik eşya için.
+Valla bize her Trabzon diyorsunuz hakikaten doğrusunuz burada bile varsınız.
-Varuz tabi, gülümsüyor.
Aklıma Fırtuma Deresinde ki rafting maceramızda bot da Fenerbahçe diye bağırmamız ve bottaki kaptan Tolga’nın : “ demek Fenerbahçelisiniz siz görürsünüz şimdi” deyince Efe’nin :
Ay sus bala ne olur zaten korktum bir de taşlara sürer şimdi oralarda genç yaşımızda kalırız” deyişi, kahkaha atmam sonrasın da; Tamam, tamam şampiyon Trabzon deyişimiz geldi.
Aslında Rize yolunda böyle kimsenin gelip geçmediği yol üzerinde kocaman bir Fenerbahçe bayrağı da görmüştüm mesela.
Hey gidu Karadenuz gene akluma düştün sevdaluk !
Tam eşyalar elimde çoğalıp arabaya yönelip tekrar iniyorum kaleye çıkacağım amanin sağdan askeri araçlar gelmiyor mu?
Valla ben o sıcakta zaten doğru dürüst dinlenememenin verdiği şaşkınlıkla bir an ne oluyor sandım. Tamam dedim darbe oldu.
Tanklardan çok korkarım. Yaklaşık otuz askeri araç polis ne ararsanız geçiyor.
Onlar geçtikçe erlerimize bağırıyorum “ hayırlı teskereler”. Can onlar. Allah tüm kuzularımızı korusun.
Meğerse yarın için prova.
Gerçi öyle bir şey de olsa ekşın olurdu fenamı ?
Kafa nereye ben oraya?
Gülüyorum kendime bazen.

Kapalı Maraş bölgesine geçip, panaromik bir tur yapıyoruz. Kıbrıs’ın yüzde 70 turizm gelirini sağlarken 1974 sonrası atıl konumda bırakılmış muhteşem bir yer.
Mesela Sophia Loren’in hali hazırda bakımı da devam etmekte olan evi de varmış.
Batum da ki savaş sonrası şehir kalıntılarının daha beteri burada kurşunlanmış ve terk edilmiş binaların yanından öylece geçiyorsunuz.
Bir zamanlar Las Vegas olan bu yerden.
Yollar kapalı,Ercan Havaalanı’na inecek olan Başbakan için herkes ayakta.
Yol boyunca korumalar…
Rehberler yolcuları teslim almadığı için Girne’deki tüm otelleri böylelikle görmüş oluyoruz.
Uykum var.
Saat sekize gelirken otele girebiliyorum, yemek başlamış.
Yemek te sabah karşılaştığımız Hoca ve ailesi var beni masalarına davet ediyorlar.
Etmeden önce de:
“ Bak canım sana sabah bahsettiğim hanım diye beni tanıştırıyor oğlu ve karısıyla”
Çok tatlı bir hanımı ve oğlu var.
Siz yemeğinizi yiyin rahatsız etmeyeyim şimdi, tatlı mı yerken gelirim. Teşekkür ederim diyorum ve yemeği yiyiyorum bir yandan da fotoğraf yakalayabileceğim güzel an.ları kaçırmamak için bakıyorum doğaya. Dolunay artık dönmek üzere. Sönüyor.
Hoca ve ailesi ile sohbet ediyoruz sonra onlar erken yatıyor ben bizim doktor adayımızla sohbete devam ediyorum.
İkinci denemesi, ailesi üzerine artık çok yük olmadan yoluna devam etmek istiyor.
Müzik ve resim ile ilgileniyor bol bol kitap okuyor.
Bu arada yemek sırasında telefon geliyor , iş değişikliği yapmak istiyorum ya beni arıyorlar.
Yok kesin Gürcistan’da yaktığım mum tuttu ya da bana Trabzon & Kıbrıs iyi geliyor.
Kuzeyleri severim zaten. Oğlum olursa adını Kuzey koyacağım karar verdim.
Allah’ım güzel şeyler mi olacak
Yine boşa ümitlenmişim
İstanbul’a geliyorum, netice : Hayal kırıklığı
İstanbul ben seni seviyorum, artık sende beni sev lütfen.
Gece yarısı olmuş. Çok şaşkın, çok ne olduğu yeri bilmez halde genç arkadaş.
+ Bak diyorum bence sen şu an manzaranın tadını çıkar ben adım gibi eminim ki sen şu an da cerrah adayısın ve umarım yıllar yıllar sonra bu günleri güzel ve keyifle anarsın. Annen zaten bana tembih etti rüyamda bakacağım bana güven kesin bu sefer kazandın.
Yatmaya gidiyoruz sabaha az kalmış ama en azından genç fidana moral vermiş oldum biraz kafası biraz dağıldı sanırım birazda kız arkadaşını anlattı , sorunlarını vs.
Sabah 7 Trabzon 5
Kalkıyorum yine aynen denize. Hocam da benden sonra geliyor.
Şezlong ta otururken bir bakıyorum ayağımın dibinde bir yengeç, dalıp dalıp çıkıp selam verip kaçıyor. Hemen fotoğrafını çekiyorum.
Çok az kalıp hemen kahvaltımı alıyorum, çayımı içerken askeri gemilerimizin hemen hemen ben 9 adet saydım yanaştıklarını görüyorum.
İnsan gurur ile birlikte tuhaf bir duygu hissediyor. Koskoca donanma işte ötesi yok.
Kahvaltı da sabaha karşı atılan havai fişeklerden uyanmış ve korkmuş olanlar anlatıyor görüntüleri.
Kendi kendime eğer benim askerlerim olmasa idi burada ne kahvaltı ne havai fişek ne deniz ne de Candan Erçetin ve Ayten Alpman ile dün gece Yavuz Çıkartma Plajında coşabilirdin.
Yat kalk dua et atalarına.
Hemen dolmuşa binip Girne’ ye varıyorum.
İki kişiyiz sabahın onuna gelirken acayip sıcak. Meydan harika bildiğimiz Bodrum yer yer.
Kaleyi sanırım 2 saat de gezebildim yalnız canlandırmalı ortaçağ işkence bölümüne girmedim bir tek onu da yemedi gözüm.
O da bana biraz işkence olabilirdi çünkü.
Her yerde ciddi fotoğraflar aldım kendi kendine gezebiliyorsunuz kale içerisinde oklar sizi yönlendiriyor zaten yorulursanız çay bahçesi var.
Kalenin üzerinden her zaman denk gelmeyecek güzellikte donanma gemimiz, yanında turistik eğlence gemisi müziklerini açmış seyir halindeler.
Kale de Trabzon’da sahip olduğum müze kart maalesef geçmiyor haliyle ama girişler çok pahalı değil.
Bence buraya yolunuz düşerce burayı görmeden gitmeyin. Hele liman inanılmaz güzel.Birde akşama kutlamalar için hazırlık yapıyorlar bir tatlı telaş. Aslında yorgun olmasam ben o geceyi kaçırmazdım ancak bu sefer de denizi kaçırmışım olacağım. O yüzden başka sefere diyoruz. Gece 23:30 a kadar dolmuşlar var. Çok rahat sokaklar kimse kimseyi rahatsız etmiyor. Diller çok komik uzata uzata ve vurgulayarak, bastırarark konuşuyorlar.
Araç plakaları çok ilginç ön beyaz arka sarı renkte olup, rakamlar da enteresan mesela.

İki harf TÜRK kesiminin 3 harf RUM kesiminin
T’ler ticari plaka demek 2 harf ve T Türk
3 harf ve T Rum

Z’ler Kırmızı / Kiralık araç
2 harf Türk
3 harf Rum
RT ler ise resmi ticari diplomat ,polis vs.

Gibi gibi.

Girne fethi dönüşü. Barış ve Özgürlük Müzesi’ne gidiyorum.
Giriş serbest yani kimse yok bir de ilgilenen yok.
İçeri giriyorum b ir askercik uzanmış, hemen ayağa kalkıyor aman diyorum rahatsız olma ben bir dua edip çıkacağım.
Askerimiz aslen Bursa’lı ama Ankara’da yaşıyor. İstanbul’u çok seviyor. Orada üniversiteyi okumuş.
Hasretlik onu kavuran güneşten daha ağır belli gözlerinden bana başlıyor hikayeyi anlatmaya ben sormadan zaten o anlatmasa ben hiç bilmeyecektim. Eksik bilgi ile yaşayıp gidecektim birazdan müzede anlatılar dese de kimse bir şey anlatmayacak ben sadece fotoğraf çekip, ağlayıp ve çıkacaktım.
Efendim askerimizin adı Ahmet, Şafağına 55 gün vardı 20 Temmuz günü.
Öylece Binbaşaşı Karaoğlanoğlu ve ekibindeki şehitlerimizi suluyor, göz kulak oluyor. Yarenlik ediyor kim bilir onlarla.
19 Temmuz’ u 20 ye bağlayan gece sabaha karşı Girne Yavuz Çıkartma Plajına “ Ayşe Tatil’e çıkıyor” kelimesi ile çıkartma başlıyor. Rumlar Türklerin buradan gelecekleri düşünmüuyor çünkü beş parmak dağları ve arazi açısından askeri olarak zor olarak düşünüyor direkt Magosa’ya gelirler diye bekliyorlar.
Hal böyle olunca dımdızlak kalıveriyorlar.
Bu arada 1 gün bile yaşayamadıkları Kıbrıs toprağında çıkarmaya yaptıkları boş olan ev de Makaryos’un evi.
Ve öncü birlikler çıkartmayı gerçekleştiriyor. 50. Tümen Piyade Alayı Binbaşı Halil İbrahim Karaoğlanoğlu ve Hava Pilot Fehmi Ercan ki ERCAN HAVAALANI onun adını yaşatır.
Yanlarında iki er ile birlikte çıkartma yaptıkları evin bahçesinde çıktıkları gecenin yarısı yani 21 temmuza bağlayan gece uzaktan yaşlı bir kadın bir erkek köylü görürler, meğer arkalarında rum askerleri bunları ihbar ediyorlar. Bizimkiler yaşlıları görünce bir şey yapmıyorlar zarar gelmez diye ama o an atılan havan atışı ile iki er ve iki bu olayın en güçlü adamları olayı gerçekleştirenler cesetleri parçalanarak can veriyorlar. Ne hazin bir hikaye değil mi sırf sanki Kıbrıs için gelmişler zaten olgu o, ölmeye gidiyorlar. Sonra kalan tabur beşparmak dağlarına doğru yola çıkıyor harekat neticeleniyor ama sorun kaç ana kuzusu ile.
Tam 4 9 8…Hepsinin isimleri girişte sağda yazıyor. Anıt da çeşitli anlam içermekte sağ Türkiye sol Kıbrıs Türk Kesimini. Kardeşliği ve Barışı.
Rahmetli; mavi gömlek, güvercin, kasket ve bizim Karaoğlan’ımız Ecevit’in adı bile geçmiyor.
Şehitlerimizin de kutlamalar da varlıkları. Orada öylece yatıyorlar
Birileri de gelip kumar, deniz, şaşa yaşıyor onlar sayesinde.

İnsan bulunduğu toprağı tanırsa daha iyi anlar yaşamı.
Onun için Kıbrıs her şeyi ile bambaşka bir yer.
Yüzyılların acısı ve bir türlü hala çözülemeyen Rum Türk ayrımı.
Hepimizin kardeş olduğunu insanoğlu’nun soyu kuruduğu zaman mı öğrenecek acaba.

Ağlayarak çıkıyorum minibüse biniyorum tekrar.
Soyunup denize koşuyorum. Hocam soruyor :-gittin mi?
Valla bravo sana, biliyor musun dün akşamdan beri seni konuşuyoruz ben bak bunca yıldır yıllardır sayısız öğrencim oldu, çok yer gezdim, çok insan tanıdım ama senin gibisini görmedim. Sen çok özel bir insansın. Kendinin değerini biliyormusun?
+Ben bilsem ne olacak hocam? Benim ile olanlar biliyor mu?
Boş verin bunları sonuçlar kaçta açıklanacak.
-İki de valla kalbim durdu duracak
+Aman heyecanlanmayın ben gördüm rüyamda E ile başlayan fakülte ve Anadolu’da okuyacak
Eşi:
Olsun kızım yeter ki oğlum üzülmesin artık biz Ankara’dayız ama artık o nerde ise orada oalcağız
+Yani Eskişehir’de olabilir hem yakın
Aaa bak o aklıma gelmiyor.
Hepimiz denizdeyiz ben eminim de onlar haliyle yanıp tutuşuyor.
Yanımız da bu sabah tanıştığımız İlknur hanım var yalnız gelmiş daha doğrusu yanı uçakta gelmişiz o 10 gün kalacak.
-Sizi gördüm ama çekindim bazen selam veriyorum almıyorlar, konuşmuyorlar
+Allah’ın selamını almayana yorum yapmak istemem boşver.
Merhaba
Herkes denizde Hocam yukardan zafer işareti yapıyor. Oğlan sahile öylece çöküveriyor.
İlk 10.000 içinde olmak zorunda 6.904. olmuş.
Haliyle ya Erciyes ya Eskişehir olacak ama olacak.
Bir Cerrah geliyor savrulun yoldan…
Hepimiz denizde zıplıyor ve onu kutluyoruz, sabah kek yaparken kullanılan kalıplar gibi bir balık bulmuşmuş beyaz plastikten
Al bu da sana ödül olsun ömrün boyunca Kıbrıs çıkartmasında esasında ben hayatımın çıkartmasını yapmıştım diye hatırla.
Ve bu güzel an.ları anımsa.
Hocam:
-Yaw valla nereden neler buluyorsun. Bir kat daha hayran oldum sana.
+Valla ben çok sevindim. Allah yolunu açık etsin. Şaşırtmasın. İyi insanlar ile karşılaşsın.
Hocam:
Hadi size verdiğim söz üzerine pasta ısmarlayacağım.
Yalnız en büyük sorun oda boşaltma 12 benim ayrılış 7.
Hemen odaları temizleyen Hatice hanıma rica ediyorum saat 2’ ye kadar idare edecek sonra da İlknur hanımın odasına eşyaları alıp biraz daha denizde kalabilmek için duşu orada alacağım.Esasında hocamın eşi odalarını kullanmamı teklif etseler de onlar kalabalık.
Biraz daha denizde kalıp duşu alıp yola çıkmadan çay ve pastamı yiyor son fotoğrafları alıyorum.
Bülent’i arıyorum ETS 7 de alındı beni almadılar hayır bilet de sorun olduysa korkuyorum kamlıyım oralarda.
-yok gelecek
Ha gelecek derken saat 8
Birde yoldan misafir alınacak uçak 9 nasıl yetişeceğiz hiç bilmiyorum ümidim kalmadı.
Bülent:
Lütfen, yine gelin sizi tanımak çok güzeldi o güler yüzünüz yeter alandan da sağ sağlim biletiniz aldığında haberdar edin diyor.
Otele araç geç geldiği için yolcular beklememiş efendim yemek yemeğe gitmişler.
Delirecek gibi oluyorum bu ne keyfiyettir kimse yemedi ayrıca charter sefer mi kalkıyor bize tarifeli uçak daha check in yapılacak, bilet alınacak
Alana giriyoruz 20:25 kuyruk almış gitmiş.
Bir bagaj ve bilet yeri var dip dibe.
Biri İstanbul Atlas ve Onur’ almakta dibindeki nereyi bilseniz.
Trabzon!
Yani böyle bir birini bir birini Allah’a emanet. Ben diyorum ki kesin burada valiz karışacak hayır vaktim olsa sorun değil Trabzon zaten beni çekiyor…
Neyse valizleri veriyoruz tekrar kontrol bu arada sepet olmadığı için cep telefonumu çıkmıyor kontrolden bir bakıyorum yere bantların arasından düşmüş almaya kalkıyorum oraya niye elinizi sokuyorsunuz derken tırnağım derinden kırılıyor bereket versin kolum gitmedi.
Zaten sabah denizde sol ayağımın baş parmağımının tırnağı sızlıyor, bir de baktım ki kalkmış.
Ne biçim spor ayakkabıdır birde Reebok biraz yürüyünce hemen yer ediyor.
Olsun ne şehittir ne gazi
Annemin dediği gibi hiç yoruldum deme.
Denizlilerin bir sözü vardır:
“ Ayağı yanmış it gibi dolaşıyorsun”
Aynen öyle

Tam salona gireceğim bu sefer kapı numaraları yok görevli bön bön bakıyor.
Sonra bir görevli kapı yazmaz burada anons edilecek diyor.
Bir bakıyorum 21 uçağı 22 oluveriyor nasıl çöktüğümü bilmiyorum ki yanımda ki bey gülümsüyor.
-İsterseniz yukarıda çok hesaplı içki falan bir şeyler almak isterseniz oyalanabilirsiniz.
+Yok kimse bir şey istemiyor zaten halimde kalmadı.
Kendisi Kıbrıs Karpaz şenliklerinden geliyor müzisyenmiş.
Onunda biletini Pegasus yerine Onur dan almışlar aslında karşıya geçmesi gerekirken Atatürk’e gelecek.
Sohbet ediyoruz beklerken sonradan öğreniyorum ki Türkiye’nin en önemli elektro gitar üstadı.
Uçak geliyor; sağ olsun valizime yardım ediyor ( hakikaten böyle insanlar kaldı mı?) sapı kopuyor çünkü.
Ben yerleşiyorum yanımda bir adam bildiğin odun, bileti alırken de rica ediyorum cam kenarı olsun yer yok diyorlar. Bari koridor verin. Orta iyi mi?
Beyefendi iki sıra önümde:
-Eğer yer boşsa yanıma gelin.
+Teşekkür ederim.
Yani hayatımın en sıkıcı uçak yolculuğu yanımda iki kalan ortada ben.
Sanki hayatlarında kadın görmemiş gibi bakıyorlar. Kollarımı bacaklarımı sıkıştırıp oturuyorum, yanımda ki bana dönmüş şarkı söylüyor, sakız çiğniyor.
Nasıl geçti o yolculuk hiç düşünmek bile istemiyorum.

İneceğiz inemiyoruz çünkü burası İstanbul.

Yarım saat de öyle geçiyor mu oldu sana gece yarısı.
Ablamlar beni alacaklar çok şükür de onlarında yarın işleri var uykusuz kaldılar neyse iniyoruz beyefendi de yanına oturan kalaslar dan şikayet ediyor.
Ablamlar beyefendiyi de gideceği yere kadar bırakmayı teklif ediyorlar.
Çünkü havaş servisinin kalkış saati geç.
Ben acıktım çorba içelim diyorum bir yandan beyefendiye Trabzon’u kafileyi muhteşem rehberimizi, doğayı anlatıyorum o da bizimle geliyor.
İşkembe içiyoruz .
İyi geceler diyerek onu uğurluyoruz ve ben evime geliyorum gece yine 2 yi geçmiş.
Yarın iş var…
Sabah 3 oldu duş sonrası.
Hala eşyaların bir kısmı bir yerde
Benim kafa bir yerde
Şu bir hafta da neler yaşadım böyle?
Ama hepsi birbirinden harikaydı.
Mesela en özetinden her Pazar bir müddet benim için Karagöl artık.
Her yer Karadeniz, Batum, Rize Botanik, Fırtuna Deresi, Gayster Yaylası.
Zarha …
Derin bir nefes ile binbir güzellik
Çok şükür
Her şeye rağmen güzel
Asla unutmayacağım bir an.lar silsilesi.
Umarım bundan sonrası daha da güzel olur.

Oy sevdaluk !

Karadeniz'den Akdeniz'e Yolculuk...

Gürcistan’a varacağımız zaman yol boyunca bilgiler paylaşan Rehberimiz Celal Bey, gideceğimiz kilise de belki bir düğüne şahit olabileceğimizi söylemişti.
Belki vaftiz töreni de olabilir diye düşündüm, netice de adı her ne olursa olsun kutlamalar güzeldir.
Özel şeyleri ben nedense çok seviyorum.
Kiliseye vardığımızda ayin ile karşılaşmıştık. Ama oradan çıkıp meydanda ki Argonotlar; şu meşhur aşk hikayesi ve Altın Postu tasvir eden heykelin bulunduğu alana girdiğimizde, kendimizi Türkiye’de hissettirecek korno sesleri ile gelin konvoyunu gördük.Sonra Güner hn yorulup kahve molası verdiğinde abisi Ali bey ile ben park kısmını gezerken o gelin ve damadı gördüm, ne kadar güzeldiler. İtalya’da bir çiftin fotoğrafını çekmiştim Frenze’de. Orada ki manzara da muhteşemdi.
Sonra döndük Karadeniz’e yanlış hatırlamıyorsam Trabzon’da yine bir gelin arabası gördük.
Tüm güzellikler, yorgunlukları almışken alana indiğimizde, hemen bagaj alma bölümünde bir gelin ile damat görmem mi? Hemen Güner hn a bahsedince kalkıp yanlarına gitti ve fotoğraflarını çekti.
Gelin Hatay ilimizden geliyormuş düğün yapmışlar ve buraya gelmişler.
Öylece valizlerini bekliyorlar, damatlıklar ve gelinler içerisinde.
Ben hep diyorum; bir gün şövalyemi bulduğumda gideceğim bir konsolosluğa evleneceğim.
Ne güzel bir şey olmalı. Büyük bir heyecan.
Tüm yorgunluklar sonrası otobüse varıyoruz haliyle önce Kadıköy yolcuları, Ataköy, Bahçelievler ve en son bendeniz.
Taksim de insem epey yol olacak valizler, hediyelikler şeklinde bir valiz daha oluşmuş durumda. Kaptan da otobüs ile Karadeniz turundan dönmekte. Tek kalınca gecenin bir yarısı sohbet ediyoruz “ ben Bayrampaşa’ya eve gidiyorum şimdi diğer yolcular arasında söylemek istemedim çünkü herkes yakın yer ister baş edemem bekleyin fındıkzade’de indiririm sizi”
-Çok teşekkür edeyorum. Sohbet Karadeniz olunca haliyle rehberimizin kulaklarını da iyice çınlatıyoruz.
“ Çok sever konuşmayı. Güzel de anlatır” diyor.
-Valla ben uzun zamandır böyle keyifli bir tur ve rehber görmedim.
İyi ki bu turu seçmişim. Tarihler arasında gittim geldim. Bir önce ki hafta ve benim haftam hatta bir ara otobüs ile olan 9 günü mü seçsem dedim vazgeçtim çünkü plan değiştirdim.

Beni indirdiği yerden gece ikiye gelirken hemen taksiye bindim ve eve geldim.
Aynen eskileri boşaltıp yarın sabah ki yolcuğumun şu bahsettiğim değişen plan ile ilgili olarak yenilerini yerleştirdim.
Yattığımda sanırım saat üçe geliyordu.
Sabah altı da kalkıp yola koyuldum. Bu kez Atatürk Hava Limanını kullanacaktım.
Yolda bir çay ve poğaça yiyip içtim. Metro ile alana geldim.
Bu arada planım oraya varır varmaz tursuz olduğum için eşyalarımı bırakıp bir duş alıp benim artık aile rehberim diyeceğim Celal Bey’den bir iki bilgi almak ve yola koyulmaktı.
Celal Bey’e dış hatlar terminaline girdiğimde mesaj yazdım. Girne’de görebileceğim yerler konusunda bilgi almak için, aslında ayak üstü sormuştum ama unuttum.
O kadar çok bilgi bombardımanında bulunulduk ki çok şükür ne neydi unuttum. Adın ne deseler?
Oy Asiye diyebilirim yani.
Aklım hala Karadeniz’de.

Onur Air’in bankosuna gelip nüfus kağıdımı verdim.
Beyefendi adıma düzenlenmiş bir bilet olmadığını söyledi.
Nasıl olur mümkün değil iyi bakın lütfen diyorum.
Sistemleri çalışmıyor.
Herkesi aramaya çalışıyorum nafile, çünkü günlerden Pazartesi hafta başı ve saat henüz 07:30.
Acenta da kapalı.
-Bakın diyor sizin rezervasyon diye verdiğiniz kağıt da Atlas yazıyor bir de oraya sorun yapabileceğim bir şey yok.
+Beyefendi o Atlas değil. Atlas servis yazıyor.
Bir an hem yorgunluk, hem uykusuzluk şoka giriyorum saliseler yarışırken beynimde ne yapmam gerektiği konusunda dut yemiş bülbülüm.
Kalkıp o yorgunluk ve valizlerle koştur koştur Atlas bankosunu arıyorum o da terminenin en sonunda.
Onlarda da yok. Hayır olmadığını biliyorum ama çaresizlik işte denemek lazım diye düşünüyorum.
Tekrar geliyorum bilet yok Onur da .Sistem de yok.
Hayır Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti’ne ilk gidiyorum. Yorgun olmasam sorun değil ama bir de otel rezervasyonumda yapılmadıysa o zaman ne yapcen haçen diye düşünürken.
-Siz kesin bana bilet diyorum. Nasıl olsa ben uçarken onlar ofise gelmiş olacaklar.
Her şeyin bir çaresi bulunur.
Ama tüm moralim sıfır.
Trabzon da o kadar keyifliydim ki yani topu topu 3 gün boyunca inanılmaz mutlu ve huzurluydum.
Hem bu bitiş hem İstanbul’a dönüş beni üzdü.
Bir de üstüne ayva tatlısı buyur ye.
Film şeridi dönüyor. Kızcağız rezervasyonu yaparken beni pegasus dan yaptı sonra düzeltti acaba Sabiha dan mı bineceğimi düşünüyorlar.
Kafası bir an basmadı nasıl yani Karadeniz ve akabinde Akdeniz.
Böyle bir tur mu var diye sordular ilerleyen zamanlarda Kıbrıs da tanıştıklarım. Yok, ben yarattım. Hatta dönüş sonrası ofise uğrayıp Dilek hanıma küçük hediyesini bıraktığımda hem şu yaşanan garip bilet meselesinin geri dönüş iadesini ( yapıldı deseler de bugün itibari ile hala yapılmamış, satın aldığım turlar altı taksit di ekstrem geldi hepsi üç yapılmış) hem de tatlı sohbet sırasında niye hafta sonu Van yapmıyorsunuz? Dedim.
Beni bilen bilir çok netimdir.
Yani böyle güzel bir yer hem de şu an da Akdamar Kilisesi, Göl Gezisi vs.
-Valla ilk kez sizden böyle bir talep oluyor ama ilginç neden olmasın ilgililere ileteceğim. Dedi.
Zaten bu tur boyunca acenta da ilkleir yaşadık hep birlikte.
Ben e posta ile ulaşmaya çalıştım hem işten rahat konuşamadığım için hem de Dilek hanım yoğun olduğu için esasında e postalara pek cevap vermiyorlarmış.
Sonra voyagerlarımı almaya gittiğimde beni çok sevdi kahve falan içtik ancak ben arka kapıdan dolanıp onları onlara sordum.
-Yani buraya bu kadar insan gelir kimse o kapıyı kullanmaz.
Eh bu da benim farkım ben ilginç bir insanım.
Aklım bana orayı göstermiş.
Sonra herkes Pegasus kullanıyor ben Kıbrıs için Onur kullandım. Kullanmasaydım.
Seyahat zarflarım teslim edildiğinde durmadan bana Deniz hn diyor.
Benim adım Deniz değil ben bir tek Deniz bilirim o da Gezmiş.
Keşke olsa da onunla gezsek, dermişim nerede ?

Film şeridinin an.ları doluyor beynime kesinlikle şu Deniz isminden kaynaklandı, adım değil kalacağım yer Deniz!
Ben ekstra yaklaşık 200 tl tutarında ki tek yön biletimi alarak uçağa biniyorum.
Binmezden önce bir anne ve kız görevliler ile kavga etmekte. Şampuanını çıkardılar diye.
Ortalığı sabahın sekizinde yıktılar. Ne kızı işten attıracakları ne o ne bu kaldı.
Bir de 09:00 da kalkması gereken uçak geç geldiği ve temizlenmesi sürdüğü için yarım saat bekledik mi.
İnan o an her şeyden pişman oldum ne işim vardı buraya gitmekte.
Karadeniz bana yetmişti de artmıştı esasında ama böyle tadı damağımda kalacağını bilmiyordum ki her yeri görmek istiyorum.
O yıllardır biriken boşa geçmiş her anım adına her yeri.
İstanbul neden bana böyle yapıyorsun, ben seni çok seviyorum.
Hemen aklıma Trabzon’a giderken alanda bizi karşılayan yetkili arkadaş geldi onu aradım.
-Lütfen dedim durum budur. Beni alanda biri karşılasın oralarda kamlıyım.
Sağolsun ilgilenmiş beni karşıladılar.
Önden gelenler otellere bırakıldığı için araçları bekledik biraz o kavurucu sıcakta.
Yanım bomboştu ancak uçak tuttuğu için kendisini yatıştırmak üzere, yola çıkmış iki kız kardeşler oturdu izinle.
Biraz sohbet ettik. Onlar da Karadeniz yapmak istiyorlarmış. Hemen adresi verdim. Sayın Rehberimi de. Kıbrıs da tanıştığım 6 kişilik bir aile ve yalnız bir hanım onlar sorduğunda da aynen ilettim.
Ben kolay kolay beğenmem. Beni tanıyanlar çok iyi bilirler ki eğer ben bir şeyi beğenmişsem o gerçekten iyidir.
Bu iki kardeş iki günlüğüne kumar oynamaya gidiyorlarmış.
Yaşımı soruyor, daha gençmişsin biz elli altı olduk diyor.
Ama hiç göstermiyorsunuz diyorum.
Botoks’luyum şekerim diyor.
Sanki revani tatlısı üzerine şerbet dökmüşsün gibi doğal bir durum yani.

Neyse bir sürü saçmasapan kafa karıştırıcı olay içerisinde nasıl indiğimi bilmeden alana iniyoruz. Yalnız fark ettiğim Türkiye’den çıkarken, Akdeniz’in adeta bir martı ya da bir kumru’nun açılmış kanatları gibi geniş bir “ M “ harfi şeklinde görünmesiydi.

Bizi bir çift ve ben olarak bir aşağı yukarı limuzini andıran bir araca bindiriyorlar.
Onlar Accapulco da iniyorlar.
Ben devam git git bitmiyor.
Sanki biraz Datça, biraz Gökçeada yer yer ilerleyen kısımlar da Balıkesir sahil kısmı gibi alanlar ama öncesinde kurak bir alan sanki Mars’a inmişiz.
Aslında Amerika burada ay kandırması gibi bir çekim gerçekleştirebilir.
Beş parmak dağları arkasında o güzel al bayrağım yanında kıbrıs’ımın bayrağı.
Sonradan öğreniyorum ki gece de aydınlatılıyormuş.
Dağlarda işlenmiş uzaktan görünebilen ve vatan için ifade eden her söz beni derinden etkiler.
Mesela Çanakkale.
Ben Çanakkale’de ne doğru dürüst denize girebilirim, ne böyle hoppi di hoppi di dolaşabilirm.
Bastığım her yerde acayip hüzün duyarım sanki bir şeyleri rahatsız ediyormuşum gibi temkinli ve rahatsız olurum.

Kıbrıs’ı tanıdıkça bazı yerlerinde de aynı acıyı hissetim.
Kıbrıs, Karadeniz sonrası bütün güzelliğiyle beni hüzünlendirdi.
Belki yirmi beş kişi sonrası tek kaldığım için kim bilir ?

Şoför sağda direksiyon o tarafta olduğu için kapılar oradan açılıyor falan bir müddet şaşkın bakıyorsunuz. Özellikle karayolunu kullanırken bu daha çok yaşanıyor.

Kaptan Bulgaristan’dan gelmiş buraya yerleşmiş ailesi ile.
-Baktım bizi hala istemiyorlar oralarda burada da istenmeyenler çok geldik yerleştik ama buralar çok güzel
Diyor.
Henüz rehberimden cevap gelmedi soruyorum nereleri görebilirim.
-Valla araca binmeniz lazım kaldığınız yer merkeze uzak ama güzel yer. En başta şu Yavuz Çıkartma Plajı Özgürlük Anıtı diyor ve basıyor frene.
-İstiyorsan ben beklerim sen çek fotoğrafını.

Yani muhterem kardeşiniz Atlas Dergisinin Kıbrıs Barış Harekatının 37.yılında gözlemleri değerlendirmeye gelmiş muhabiri gibi binmiş limuzinle seyahatte.

Allah’ım bazen gönlümü nasıl duyuyorsun.

Fotoğraf alıp hemen onu fazla bekletmeden otele varıyorum.
Sıcaktan kendinden geçmiş ki hakikaten durulacak gibi değil çok kavurucu bir hava hakim Girne’de.
Bu görevli ismi soruyor siz öbür binadasınız oraya gidebilirsiniz diyor.
Öyle bakıyorum, yanıma ne görevli veriyor ne başka bir şey kaptığım gibi valizi düşüyorum yaklaşık 100-150 m ileride ki binaya.
Burada da giriş işlemleri sonrasında oda numaram ve kart veriliyor.
Oda temizlendi mi diyor görevliye.
Temizlendi sesini duyor.
Duydunuz zilin sesini çıkabilirsiniz diyor hatun kişi.
Kimse yok mecbur çıkıyor odayı arıyor,buluyor bu sefer kart kapıyı açmıyor.
Dene dene olmuyor.
Aşağı iniyorum ETS yetkilisi var sağ olsun Tuna Bey o yardımcı oluyor ve ben ondan beni tur yetkilimin ismini ve telefonumu alıyorum benden haberleri yok henüz.

Ne işim var benim burada yaw…

Atıyorum kendimi yatağa uzunca
Ah Karadeniz…
Kalsayduk yan yana…

Devam edecek benden ayrılmayın anacım…

Karadeniz'i Düşlemek...

KARADENİZ’i DÜŞLEMEK

Bir gün bir yerlere gitmek, giderken keyif almak ve döndükten sonra eğer şanslı iseniz;
en kallavisinden yaşadıklarınızı harmanlamak.

Yalnız ruhların tek tesellisi belki de diğerlerinden farklı boyut da yaşadıkları bu derinlik sarhoşluğudur çoğu zaman.

Karadeniz doğusu en son sınır kapısı ve ötesinde bizi ağırlayan, ağır ve henüz emeklemeye çalışan ama parende atmak isteyecek kadar cesur ülke Gürcistan’a kadar uzanan bu yeşillik deryasında adım adım dolaşıyorum.

Eğer bir dönüş sonrası güzel paylaşımlar olmuş ise; en güzel yenilen yemeğin üzerine ikram edilen demli bir çay yahut okkalı orta bir kahvenin damaklarda bıraktığı tad gibidir birikimler.
Telveler, fotoğraftır bazen ise benim geldiğimden beri sabah akşam yaptığım gibi Karadeniz ezgilerini dön başa dinlemek gibi.
“Yarim yarim” başka anlamlı çalar.
“Mimoza çiçeğim” o derin bahçeler karşındaki devasa mis kokulu manolyalar karşısında hala yanı tutkulu ezgisindedir.
“Kalk gidelim Zigana” ya artık puslu bir havada tuzlu sütlaç olarak hatırlanacaktır. Geçitten girerken yağmurlu Gümüşhane’ye gelirken güneşli.

Ve tabi ki : Oyna dik oyna kollar çubuk olacak Horon da oynayanlar dik duracak.

Yaşamaya devam ederim; ederken o yaylalara tekrar çıkar. O yolların tozunu dumanına katmış teyzemlerin dönüp baktığımda tatlı tebessümlerini görebilmek, Paluri (Kıvılcım) Hotel de ki akşam yemeğinde, daha öncesinde koro da söylemiş ve benim gibi Türk Sanat Müziği aşığı Nuran Teyze’min yasaklı olduğu için şarkı söyleyememesi ve gözlerini hafifçe kapayarak, gözleri Allah tarafından sonradan kapatılmış Ülkü Hanım nağmelerinde ses vermesidir usulcuk dan içi giderek.

Melek teyzemin seksen üç yaşında, içinde yapamadıklarının derin kırıntılarıdır sofrada, karşılıklı otururken göz göze geldiğimizde.
Ah der, keşke senin yaşında olsam.

Çok sevdiğim bir İtalyan Atasözü vardır :
“Gençler bilseydi, ihtiyarlar yapabilseydi.”

Bahadır’ın midesi bulanan beş buçuk aylık hamile eşine kraker araması ya da her tuvalet molasında “asli görevimiz” diyerek eşlik etmesidir.

Güner hanım’ın, rujunu sürmeden fotoğraf çekmemesidir.

Serap’ın hep sonradan açılmasıdır.

Derya’nın uykusunu alamaması, kardeşi Güler’in “ tamam mı gidiyor muyuz var mısın yarın da raftinge, dün akşam ki oyunundan sonra dedim ki sen neymişsin be abla hakikaten havalalanında çok sıkılacağımı düşünmüştüm iyi ki varsın, iyi ki gelmişsin.Sakın beni unutma demesidir.”

Efe’nin sürekli hareket istemesi.
Hakkı’nın durgunluğu. Naci Kaptan’nın evine gelen misafir gibi ağırlama ve kişileri memnun görebilme isteğidir.

Paluri (kıvılcım) Hotel de; kızların yanına kahvaltıya geldiğimde Güler’in : “ Ooo saat 07:00 daha yeni mi kalktın hemen et kahvaltını yoksa yetişemezsin” dediğinde.
Naci Kaptan’ın : O çoktan yapmıştır kalmaz ki bu saate. Deyişidir.

Celal Rehberin güler yüzü ve mükemmeli sunabilme arzusudur. Yer yer suskunluğudur. Sakinliğidir.

Ankara’lıların Karagöl’de “ Çökertme” ile coşmalarıdır.
Sonrasında dönüş yolunda verdikleri Candan Erçetin Albümü ile duygulanmamızdır.

Ergun Bey’in Karagöl’ deki kayık molasından sonra hararetle iskeleye gelip, biz inerken :
“ Biz bir şey düşündük eğer sizde uyarsanız, Trabzon’da serbest zamanda rafting yapalım mı?!” demesidir.
Sabahın köründe girilen her dükkan da yarattığımız tatlı coşkunluktur.
Uzungöl’de İnan Kardeşler lokantasının tam karşısında ki duraklarında oturan minibüs araçlarındaki Karadeniz şoförlerinin canlılıkları ve yol boyunca birbirleri ile atışmalarıdır.

Renk renk yeşillikdir…
Sükunet
Huzur
Canlılık
Ve
Umuttur…

Ve yüreğime düşürdüğü; uzunca bir süre ve belki de ömrümce aklımdan da, yüreğimden de çıkmayacak güzelliklerdir.

Karadeniz coşkuyla bizi karşılamadı aksine durgundu.
Şaşkındı. Hasbıhal ettik.
Ve coşkusunu benim yaşamıma kattı.
Bana kalırsa hayatımda; Karadeniz öncesi ve sonrası diye yeni bir sayfa açıldı.

Son gün ki rehberimiz Lokman bey, Boztepe’ de kızlarla fotoğraf ve çay molası verdiğimizde aramıza katılmıştı. Onunla sohbet ederken bana bir şey söyledi.
Tam anlamıyla Farsça olan bu kelimeleri lütfen bir kâğıda yazmasını rica ettim, bana oldukça anlamlı gelmişti. Caddelerde koştururken ancak inmeden üçüncü kez hatırlattığımda bana verebildi:
Söz şöyle, bir alim demiş:

“Be derya der menafiğ bi şumar est.
Eger hahi selamet der kenar est.

Yani…
Der ki Üstad:

“ Denizde sayısız faydalar vardır.
Eğer, kurtuluş istiyorsan kenardadır/kıyıdadır”

Umarım…

Umarım,
Karadeniz’den nasibimizi fazlasıyla almışızdır.

Her rehber bir yol gösterir, öğretir. İnsanlar da, hayat içerisinde öyledir.
Birden birileri ile karşılaşırsınız, size bir şeyler söyler.
Hayata dair.
Ya da siz duymak istediklerinizi duyar.
İstemediklerinizi duymazsınız.
Bu algılayışınız ile alakalı.
Yaşam alanımıza giren her kişinin; aslında birer rehber olduğunu, orada boşa bulunmadığını idrak ettiğimiz an işte hayatımızın gerçek anlamı değerlenir.

Biz değerleniriz çünkü.


Şimdi dönüş sonrası ilk işim Paluri ( kıvılcım) da yemek sonrası gece yarısına kadar sohbet ettiğimiz Nuran Teyzem’e yapmam gereken bir görev var.
Görev değil de gönül işi daha doğrusu.
Yapmazsam huzursuz olacağım bir şey.
Emanet elbise gibi üstüne bir şey dökülmeden vermek istiyorum.

Bu hafta sonu gitmek istedim ancak Akçay’a uğrayacağım demişti.
Aradım kaldığı mekanı, 19 Ağustos’a kadar yokmuş.
Telefonu açan görevli Ali Bey, “ oda numarası …. Bağlıyım” dedi.
Yok ! bağlamayın sürpriz yapmak istiyorum da mümkünse öğrenseniz dediğimde öğrenebildim.
Seyahat boyunca birkaç kez şahit oldum beraber geldiği kafilesine “ ama anacım hiç gelmiyorsunuz ki bir uğrasanız ben size kurabiyeler alırım kafemiz var” dediğinde içim gitti, kaç kez.

Onu yüreğime aldığım fotoğraf karelerimi, fotoğrafçıda tap ettirdikten sonra hepsini ona bırakacağım ki diğerleri de bu vesile ile gelip almak sebebinden onu görmüş olsunlar.

Yalnızlık nedir? Bunu yaşayana sormak lazım.
Bazen çoğu kalabalıklar içinde yapayalnızsındır.
Bazen yalnızken kalabalık.

Sevgi den asla vazgeçmeyen yüreğim, bu işi de yapmam gerektiğini hatırlatıyor bana.
İçimde çok farklı ezgiler hasıl oldu Kardeniz’den bu yana durmadan taşıyor ben bentleri koyuyorum.
O güzel gözlü, esprili, İstanbul Hanımefendisi, anne, eş, çocuk okutmuş. Yok yok…
Onun ellerinden öpmek benim görevim.
İşte Karadeniz’in ikinci hediyesi.

Yolu sevgiden geçenlere selam olsun.
Sevgiyleee

Yeşil Üzümüm...

Neyi?
Hangi kelimelere sığıştırayım
Olmuyor ki…
Yeşil Üzümüm.

Ben, seni avuçlarıma almak
Yeşil yeşil
İçinde hare hare
Oluşan gözlerin gibi çekirdeklerine bakmak istiyorum.

Anlat istiyorum.
Dinlemek istiyorum
Salt seni
Anlat istiyorum
Tüm hikâyeyi.

Yeşillikler içerisinde ki yeşil üzümüm.
Çaresiz ve imkânsız bir tarlanın, beklenmedik hasadı
Yeşil üzümüm…

Anlat istiyorum,
Toprağını
Yağmurunu
Gözyaşını
Acını da mutluluğunu da duymak istiyorum.

Asma kökleri derine giden bitkidir, bu yüzden yumuşak dokulu toprakları sever.
Ondan belki söylediklerini daha bir anlamlı
Haklısın belki de bu topraklar, güçlü ve özel bir bağ oluşturacak.

Biliyor musun,
Bakımına göre asmanın ömrü 40 yılın üzerini bulur.
Bir bağ yeri; nasıl hiç işlenmemiş bir toprak üzerinde olmalıysa yahut eski bir bağ alanı ise biraz dinlendirdikten sonra bol yeşillikle gübrelenmelidir ya.
Tarladaki tüm çakıllar, tüm gitmesi gerekenler gitmiş de beklemede gibi şimdi.
İnsan ömrü gibi; yorulmuş yorulmuş da ağacının gölgesine sığınmış gibi.
Burada huzuru bulmuş gibi.

Beklenmeyen beklemeler neyi getirir tarlalara?

Ondan dolayı mı bu sessizlik?
Bilmiyorum.
Hiç bilmiyorum.

Bu güzel tarlaya bir dikim yaptım.
İki kürek kadar açtım çukuru;
Yağmuru, bereketi ve sevgiyi doldurması için dilek tuttum.
Ve beklemeye geçti tarla, yeşil üzümüm için.

Şimdi ben,
Sadece
Öylece, sessizce
Dinlemek istiyorum,
Anlat istiyorum.

Sessizlikte, sesinin tınısı kadar güçlü duygularımla
Anlat istiyorum
Çaresiz ve imkânsız bir tarlanın, beklenmedik hasadı mı sın?
Yeşil üzümüm.

Yoksa gerçekten ekilen gibi güçlü ve özel bir bağ mısın?
Anlat istiyorum
Dinlemek istiyorum
Salt seni
Anlat ne varsa, bana içinden gelen
Söyle istiyorum…

Her ne olursa olsun,
Değişmeyecek,

İçimde,

Sen, yalnız benim yeşil üzümüm.

25 Temmuz 2011 Pazartesi

Hey Gidu Karadenuz 3

Gürcistan sanat müzesinde Ayvazowski gibi benim eserlerini etkili bulduğum diğer değerli ressamlarında sergilendiği ve sevgili rehberimiz Celal bey’in özellikle gösterdiği girişte hemen sağda yer almakta olan yüzü tülle örtülmüş o heykel gözümün önünden gitmiyor.
Beyazlar içerisinde o kadar saf ki ve canlı, açıp gerçekten hüzün içerisinde mi diye bakmak geliyor gözlerine. Yoksa gülümsüyor mu?
Sanat, başka bir şey.
Bu geziden anlıyorum ki yavaş yavaş stres katsayım yükseldikçe ben, kesinlikle doğa içinde yaşamalıyım şehir hayatında işim yok. Arada sırada kontak kurabileceğim ama nehrimin aktığı; mümkünse telefon, televizyon olmayan müziklerimin çaldığı güzel taş yada tahta bir ev.
Hayvancıklarım ve mutlu yuvam. İnsan doğasına aykırı yaşamaya başlayınca şartlar gereği bile olsa işte sonu mutsuzluk. Koskoca üç yüz altmış beş günü kalk bir haftaya sokuşturmaya çabala. Mümkün mü, ama bunu yaşamak ve güzel insanları tanımış olmak bile insanı çok mutlu etmeye aday kılabiliyor.
Yaşamına anlam katıyorsun fark ettiğin diğer anlamlarla.

Sabah yine erken kalkıp o güzel adı kıvılcım olan otelimizden ayrılıyoruz.Selahattin usta ya hoşça kal demek istiyorum ama o henüz gelmemiş. Sabah 05:30 balkondan fotoğraf alıyorum. Garson yumurtaların pişmesini bekliyor, dün coşkuyla balkonundan gökyüzüne baktığımız bu şehrim biraz göz yaşı akıtmış, balkon ıslak yağmurdan.


Yeni rehberimiz ile birlikte son günü coşkuyla tamamlayarak dönüş yolculuğumuza geçeceğiz.

İlk durak Karagöl.
Ne Sapanca ne Abant. Burası Şahane !
Doğal tabiat harikası bu alana gelene kadar yollardan her birimizi ayrı ayrı topluyor rehberimiz yazık ki ilk işiymiş de,tecrübesizliğinde vermiş olduğu heyecanla yer yer ne yapacağını şaşırıyor adamcağız.
Celal Bey’in kulaklarını çınlatmaya başlıyoruz bismillah.
Taşlık ve yeşillik yollardan sağda çeşmesi görünen, bana hitap ettiğini düşündüğüm aslında benim diğer çiçek kızlarımın da tercihi olan ve sağda yer alan salıncaklar.
Şahane bir iskele. Duru bir göl, içinde kurbağalar. Renk tam benlik turkuaz dan maviye meşk eder gibi sular.
Sol tarafta tahta masalar ve tahta iskemleler ile çay ve dinlenme yahut piknik için masalar.
Ve ortada öylece süzülen hadi atla da seni yüreğinin gidebileceği yere diyen bir kayık.
Durur muyuz; Ergün Bey ve ailesi, Ankara’ dan gelen Mevlüt bey ve eşi. Pek tabi ki rafting kankim Efe’ler turu tamamladıktan sonra acele ile biz alıyoruz zira hemen geçmemiz gerek çünkü Artvin’e varacağız.
Kaptanımız Naci Bey karada ,denizde hakimiyetini gösterip dört kızı hem gezdiriyor hem yer yer kürek çekmeyi gösteriyor. Derya ve Serap arada korksalar da bize yola devam ediyoruz. Sonra onlarda alışıyorlar.
“ Bana bir şişe yakut, yer gök kırmızı” diyesi gelse de içinden insanın direkt aklıma İlhan İrem’in o güzel yorumu ile “sazlıklardan havalanan” şarkısı geliyor. Serap bana eşlik ediyor ve üzgünüm ki bu doğanın sessizliğini biz şen kahkahalarımızla bozuyoruz.

Çay alıp hemen geldiğimiz gibi geri dönüş yoluna geçiyoruz. Nuran Teyzem ile kol kola yürümüştük o yolu bu kez Bahadır ile dönüyor araçlarımıza binip, “ oyna dik oyna kollar çubuk olacak” şarkısı (şarkımız) eşliğinde Artvin’e doğru yol alıyoruz.
Artvin’e gelene kadar bize eşlik eden baraj manzarası ve tepede başında melek gibi haresi ile duran o dağ muhteşem görünüyor.
O sisi başımızın üzerinde gördüğümüzde aşağıdan yukarıya kat edilen yol beni şaşırtmıştı.
Oraya da ulaşmıştık. Zaten Artvin şehir gezisi sonrası çıkacağımız Yayla da solda çıkarken kelebek görüntüsü verilmiş gibi duran iki farklı tonda ki çimler, Boğa yarışlarının yapıldığı alan ve dağın üzerinde ki sis.

Artvin küçük bir kasaba gibi adeta.
Bize eşlik eden genç kaptana sorduğumda topu topu üç cadde var. Her cadde birbirine açılır diyor.
İsimlerini sorduğumda;
Biri Cumhuriyet
Diğeri Atatürk
Üçüncüsünü hatırlayamıyor, bende Medeniyet olsun bari diyorum.
Güner Hanım ile genç arkadaşa olmaz böyle yöresel bir şeyler araçta bulundur çal yolcun geldiğinde diyoruz.
Çocukcağız: “ haklısınız aklıma gelmedi, Araplar da çok oynak istiyorlar sanırım” dedi.
Ben Kafkas müziğinin o ruha dokunan ince ezgilerini hiçbir şeye değişmem.
Artvin yemek sonrası şehir serbest tur olacak.
Herkes o kadar açıkmış ki emniyet binasının tam karşısında ki mekanda bildiğiniz esnaf lokantası türü biraz daha şık üst katı nispeten orada konaklıyoruz.
Esnaf lokantaları da bana göre dünyanın en lezzetli yemeklerini sunarlar.
Ben çok bir şey yemek istemiyorum acıkmadım ama yemem, kaçırmamam gereken bir şey var ise hemen alayım diyorum.
Döneri meşhurmuş. Tabağıma bir parça döner, az pilav bir iki patates ve Artvin’de görüp de şaşırdığım tek şey içli köfte den alıyorum.
İçli köfte bizim İstanbul’da yediklerimizden tek farkı biraz daha yumuşak ve bol soğanlı.
Ama çok lezzetli.
Güner hanım her yerde yemek yiyemediği için benim tabağa benzer bir şey alıp bitiriyor beraber çarşıyı geziyoruz, diğerleri hala yemeklerini bekliyorlar.
Sonra araçlarımıza binip, 1250 m yükseklikte ki Kafkasör yaylasına çıkıyoruz.
Temmuz başında Boğa güreşi ve müzik şenlikleri oluyor demişti Celal Bey, şansınız var ise bir etkinlik bulabilirsiniz. Hiçbir şey bulmadık demeyelim ayıp olur Mevlüt bey’in eşi orada piknik yapanlardan köy ekmeği ve mercimek köftesi getiriyor birer parça.

Rehberimiz Lokman bey yaylanın hemen ortasında duran ve yaylaya çıkanların; yılan,fare gibi her türlü kemirici hayvandan eşya ve erzaklarını korumak için özel yapılmış ahşaptan adına Serenden denilen evi gösteriyor oldukça ilginç.
Mangal yapanlar, salıncakta olanlar.
Aşağıda ki küçük arena da ise; yaşayan halkın Boğalarının güç gösterisi oluyor ama Madrid gibi kan dökülmüyor yanlış anlaşılmasın sadece hayvanların iç güdüsel olarak birbirlerine alanda meydan okuma savaşı kazananın sahibi de sanırım altı bin lira kazanıyormuş.
Geldiğimiz tüm yolları geri dönerek dönüş yolculuğuna geçiyoruz.
Artık istikamet son kez Trabzon’u gezebilmek.

Trabzon’a gelmeden önce ikinci gün Rize bezlerini aldığımız dükkanda mola veriyoruz bu arada rehberimiz Lokman bey’in fıkra kitabı çıkmış orada satılıyormuş satın almak isteyenlere de dağıtıyor. İmzalayarak.

Trabzon’a geliyoruz aklım hep eski Trabzon’da kaldı gezemedik o GülbaharHatun Türbesinin karşısına düşen yani sağda o solda ki yol ayrımında o Safranbolu evlerini anımsatan o evler ve sokakları göremeden döndüm maalesef.

O kadar şey arasında o da kalsın derseniz, ben şükür ama neden kalsın derim.
Biliyorum ki esas rehberimiz yanımızda olmuş olsaydı ne yapar eder, oraları ucundan kıyısından yaşayabilirdik.Çünkü kaptan Naci bey ile ekip gibi çalışıyorlar, artı yolcularda uyumluysa şahane.

Trabzon’un ne büyük ve en önemli tepesi Boztepe’deyiz.

Boztepe bizim eski Gülhane de ki semaver ile çay içilen mekanın daha gelişmiş ve daha ve daha kesinlikle daha güzeli.
Şöyle tepeden şehri kuşbakışı sıfırdan manzaralayabiliyorsunuz.

Bizde semaver ile çayı alıyoruz kızlarla herkes birbirinin fotoğrafını çekme telaşında zaman kısıtlı ben de gün batımını.

O kadar mı güzel olur bir şehir de renkler.

Bazı yerler insanda farklı izler bırakıyor gün batımı da o imza, son nokta oluyor.
Ben bir şehirden yerden ayrılırken gün batımına, renklere bakarım.
O şehri anlatır hatta bana bir şeyler anlatır. Şehir ile biz hasbıhal ederiz aramızda kimseler bilmez, bir tek fotoğraflarım da konuşur.

Lokman bey’de bize katılıyor kısa bir sohbet sonrası meydan geliyoruz.
Şimdi Ankara’ya gideceklerin uçağı erken olduğu için önce onlar alana bırakılıyor sonrasında pide yemeden dönmem diyenler mekana bırakılıyor.
Rehber, ben, Güner hanım ve abisi dolaşmaya başlıyoruz.

Bir yandan bugün açılışı yapılan Olimpiyat oyunları nedeni ile protokol orada, bakan önümden geçiyor selamlaşıyoruz iğne atsan yere düşmeyecek şekilde.
Karavan da sandviç dağıtıyorlar hayat da almadığım şey. Lokman bey alalım kısmetimiz diyor hepimiz kuyruğa giriyoruz. Ardından tarihi camiye. Oradan meydanda ki eski adliye sarayı. Sonra eski konsolosluk önünde fotoğraf vakit tamam.
Parkta fotoğraf.
Lokman bey : Valla bravo siz her şeyi yaşadınız.
Bir yandan yanlış olaylar olmuş halk ayaklanmış meydan da.
Neyse arkadaşlar la buluşup buruk bir şekilde otobüse biniyoruz.

Artvin’ e çıkarken aşağıda otobüste bıraktığımız üçte döndüğümüzde aç sefil bizi bekleyen ama unutmadan ona da yemek ayarlayan bizlere garip bakıyor Hakkı. O suskun hali epey ve gerçekten suskun. Üç gün önce alanda ilk karşılaşmamız geliyor aklıma.
“ Bu tur için, Celal bey’ e ait araçtır değil mi?
-Hayur değuldur . B u Naci bey’in arabasudur?
Tamam tamam sen Karadenizlisin değil mi?
-He öylayum.
Tamam memnun oldum.”
Şelale önünde kısa konuşma Naci bey o an yanımıza geliyor “evet doğru araçtır buyurun” diye.

Celal bey’in küçük gönlümüzden kopan ikramı ben taktim ediyorum
“lütfen kusura bakma zarfa koyamadım bu sefer” diyerek Hakkı’yı da unutma lütfen.
Ne gereği vardı diyor gözleri buğulu ve üzgün Naci bey’in.
Ben bu turda birçok şeyi hissettim.

Her şeyden önce zamanla konusunda ne kadar şanslı olduğumu.
Doğru zamanda doğru insanlarla karşılaşabilmek bu olmalı hayat da inanmazdım.
Çocukluğumda ki böyle iki otobüs falan Hereke’ ye düğünlere gidişimiz, kazanlar da yemekler gezer gezer dururduk.
En son 3 ay önce kız istemeye gittik, sahilde oturduk “ ah nerede o eski günler tadlar, heyecanlar” dedim.
Bu turda bunu buldum.
Sanki biz yirmi beş kişi, rehberimiz ve kaptan ile yardımcısı ile yirmi sekiz kişi bir aile düğününe yada bayramlaşmaya köye geldik ve ayrıldığımız için üzgünüz.
Alanda hala “ oyna dik oyna “ şarkısını söylerken Serap yarın işe nasıl gideceğini düşünüyor.
Ben eşyaları boşaltıp yenileri aktarıp üç saat uykuyla başka yere geçeceğim.
İlk kez bir uçtan bir uca.
Ne kadar yorgunum hala bir hafta içerisine şu ana kadar sadece üç gece dört günü yazabildim.
Sanırım kalan iki hafta da da diğer mekanı.

Ben deli miyim?

Yaşamak güzel.
Ülkü hanım’ın dediği gibi
Yaşamak bir gün, o da bu gün.

Doğu Karadeniz’ e, memleketimin her toprağına. Taşına, ovasına, yaylasına, kuşuna.
Anadolu’mun o güzel insanlarına benden selam olsun.

Sevgiyleee

Oyy Sevdaluk !

24 Temmuz 2011 Pazar

Gürcistan Batum Karadeniz Üçlemesi...

Bu sabah daha da erken uyanıyoruz.
Çünkü en uç nokta olan Sarp sınır kapımız üzerinden, Gürcistan Batum’ a doğru bir yolculuk yapacağız.

Kıyıdan ilerledikçe daha da güzelleşen Karadeniz gün doğumunun o tatlı renkleri ile bizleri karşılıyor.
Rehberimiz sevgili Celal Bey, tüm ayrıntılı detayları ile tek tek kapıdan nasıl geçiş işlemi yapacağımızı sonrasında, freeshop alışverişimiz sırasında yapmamız gerekenleri, ilk işlemi yapıp geçenlerin esas kapıyı belirterek burada beklemeleri gerektiğini zira otobüsten ayrılarak geçeceğiz sonrasında Kaptanımız Naci Bey bizi oradan alacak.

Sarp sınır kapısı ilginç.
Bu kadar burun buruna, dip dipe.
Sanki hala bizim gibi oralar, zaten orayı da öylesine vermişiz.
İnsanlar plajda güneşten nasiplerini alırlarken, biraz önce hilkat garibesi gibi tuhaf bir gümrük kapısından geçtiğimiz anı düşünüyorum.
Yokluğun yer yer kaldırımlarına vurduğu, binaların hala komunizimin izlerini taşıdığı teneke binaların izlerinde fark ediyorum.
Soğuk, yoksul ve üzgün bir kent ilk bakışta.
Gümrük memurları dahil İngilizce bilmiyor.
Sadece Rusça ve biraz Türkçe.
Kapıdan geçerken “ hoş geldiniz” diyor Türkçe.
Ama genelinde yüzlerinde yorgun ve mutsuz bir ifade mevcut.

Celal bey şehrin detaylarını anlatırken, araçlar sanki hiç kaportacı yokmuş gibiler fark edeceksiniz diyor hakikaten Batumi’nin en güzel yerinden en ücra köşesine kadar yol boyunca gördüğüm üç araçtan ikisi harap vaziyetde.
Sağ tarafta başka, sol taraf başka yere bakmakta.
İki far tamamen gitmiş durumda olan da var. Yarısı gitmiş olanda.

İlk durağımız oldukça güzel tarihi izler taşıyan Gönye Kalesi.
Gönye Kalesinin içerisine girerken sanki böyle İspanyol bahçelerinden geçiyor gibisiniz.
Çiçekli bir avlu içerisinden müze kısmına doğru ilerliyoruz.
Arka tarafta yer alan antik harabeler ve kuyudan isteyen su içiyor.
Şans getiriyormuş.
Bahadır diyor ki : Abla sen fotoğraf çekme istersen kuyuya bir dal.
-Olur diyorum merak ediyorum zaten sonra çekersiniz beni.
Bahadır bu tura Amerika’dan katılıyor eşiyle. Eşi Seçil ise beş buçuk aylık hamile.Daha önce Acun’un programına katılmış o yüzden siması tanıdık geliyor izlemesem de demek ki öyle kanallar arası zap yaparken far ettim.
Müze ilginç tarihi hikayeyi anlatıyor Celal Bey aklımda kalan tek şey.
Aşkı için kardeşini öldürmeyi göze alınan kadının hikayesi ki meydanda heykeli bulunmakta.
1400 sonları 1500 başları arasında Yavuz Sultan Selim’in valiliği sırasında Gönye Kalesi fetih edilerek Osmanlı topraklarına katılır.
Fakat Osmanlı Rus harbi sırasında Batum bırakılmıştır.

Batum’un ilerleyen yollarında geçerken sol tarafımızda Celal Bey’in bahsettiği gibi sanki Amerika turundaymışız gibi tepeye yazılan Hollywood tarzı BATUMİ yazısı ile karşılaşıyoruz.

Önce Çarlık döneminden kalma Katedrali geziyoruz. Şansımıza belki düğün göreceğiz diyoruz ancak içeride ayin var.
Biraz onları izliyoruz.
Biz kendi aramızda konuşurken haklı olarak kızıyorlar çünkü onlar için kutsal özellikle böyle şort falan girmişiz içeri, başı açık bayanların.
Dilek mumları arasında sönmüş bir mumu yakıyorum, yol arkadaşlarımızdan bir hanım “neden başkasının dileğine karışıyorsun” diyor. Haklı esasında ama içimde o an o sönmüş mumu yakmak istiyorum.
Sonra Celal Bey, Serap ve Derya ile girişte ki mum satılan yerden mumları alıyoruz sanırım on yada on iki tanedeydi.
Celal Bey’e veriyorum parayı. “ Paranın hepsiyle alayım mı çok olur” diyor.
-Alın alın arkadaşlara dağıtacağım herkes dilesin diyorum.

Ben de gidip diliyorum daha yakar yakmaz sönüyor bir daha deniyorum. Umarım sönmemiştir.
Yeğenime ve dünyaya diliyorum.
Çıkıyoruz tam köşeyi dönerken bir gelin arabası geçiyor.
Dadididi sanki Türk gelin güvey konvoyu gibi.

İstikametimiz limanın tam karşısında beyaz minaresi ile içimizi aydınlatan Orta Cami.
O kadar güzel ki ve içerisinde ki renklerin kullanımı.
İçeri giriyor ve geziyoruz.
Çöküp bir dua ediyorum.
Avlu daki amcalar fotoğrafını çekmemi istiyor.
Hemen yapıyorum tabi sonrasında kendimi de ekleyerek.
Kapısı, tokmakları ile muhteşem bir cami.
Camiden çıkarken gürcü hanımlar bizi izlemekte ve yol boyunca tadilat gören yollar toz toprak içerisinde çevre.
İstikamet 1880 li yıllarda Rus Botanikçi tarafından yapılmış, hayatımda gördüğüm en güzel bahçe.
Orada beni biraz bıraksalardı bir gece uyuyabilseydim ağaçların koynunda size ne kadar yazmaya ve kelimelere dökmeye çalışsam o kadar az ki.
O kadar.
Sanırım 6 bin dönüm üzerine kurulu bu araziyi gezmek için araçları bekliyoruz. Tipik golf arabaları tipinde ancak bir türlü gelmiyor çok kalabalık mekan.
Bizde yürümeye karar veriyoruz. İyi ki de öyle yapıyoruz.
Devasa ağaç köklerin dibinde fotoğraf almak harika bir duygu onlara dokunmak. Avuçlarınıza yaşadıklarını hissettiriyorlar usulca.
Yorgun biraz üzgün olan olsa da hiçbiri ağlamıyor dimdik ayakta duruyorlar.
Kah bir kenarda birikmiş nilüferler.
Tepemizde dolaşan envayi çeşit kuşların sesleri.
Bir yağmur eksik benim için.
Bu doğa harikasında sırılsıklam olmak harika bir duygu olmalı derken yağmur başlıyor herkes kaçışmaya ve araç niye gelmedi diye söylenmeye başlıyor. Haliyle çoğunlukta yorgun olduğu için o an ki tadı pek çoğu alamıyor.
Manolya ağaçlarının sıra sıra, bambular… Çevreliyor etrafınızı ve inanılmaz hoş bir koku hakim alana.
Celal Bey bize Stalin’in evini gösteriyor. Buradan birazdan indiğimiz noktadan teleferik ile yolculuk yaparmış. Burayı çok seviyormuş ama kim olsa sever.
Diyorum ya keşke bir gece orada konaklama yapabilme şansım olsaydı. Kuşlarım ile sohbet edebilseydim.
Belgrad ormanı ne ki dersiniz ?
Tırnağından bile maalesef geçemiyor hayır ben şahsım adına azla yetinmeyi becerebilen bir insanım ama bu doğa güzellikleri karşında şu an İstanbul’da bu satırları yazarken çok derin bir sızı duyuyorum.
Keşke gençliğimde düşlediğim rehberlik işini yapsaymışım.Böylelikle aklım hiçbir yerde kalmaz her yeri bir daha görebilme fırsatım olurdu.
Tepelerden inerken sağ tarafınızda sahili görüyorsunuz nasıl anlatayım sizlere aşık olursunuz.
O kıyı sizi alır götürür yani.

Çok yorucu ama muhteşem bir botonik gezimizin ardından istikamet Gürcistan’ın en lüks restoranında Gürcü Yemekleri tadacağız bu da tura dahil değil yemeklerin en güzel alınabileceği konusunda bize bilgi veren Celal Bey sayesinde bu hoş, mekana varıyoruz .
Taşlar arasında çok güzel bir mekan. Kim bilir akşamı nasıldır?
Kapıdan girer girmez şaraplar sizi karşılıyor bu çok şık restoran da.
Envayi çeşit ne varsa tadımlık masamıza konulmaya başlanıyor.

Haçapuri, dedikleri yanılmıyorsam o hoş tadı damağımda kalan pidenin adıydı.
Kapute, dedikleri köfteye benzer görünümünde sos ve üzeri soğan ile servi edilen değişik bir lezzet.

Puri, denilen bizim lavaş ekmeğinin daha yoğun hamurunu düşünün ve kesinlikle daha lezzetli olanı.
Svadi, denilen güveçte sunulan bir yemek.
Birde bizim menemene benzeyen bir değişik tad.
Harika peynirler ( peynir canavarı olduğum için hepsi harika bana tabi)
Ve en beğendiğim renkli sodaları. Ben en çok kiviliyi beğendim, yeşil yeşil.

Karınlarımızı bayağı doldurup toplu fotoğraflarımızı çektikten sonra ki yolculuğumuz Sanat Galerisi her hafta yada her ay denildi sanırım tam hatırlayamıyorum bir konuk sanatçının eserleri yer alıyor mekanda.
Bizim Türkiye’deki köşkler gibi mekanın kapısından içeri girdiğimizde o şahane merdivenlerden çıkıyorsunuz.
Sanat Galerisinde bir tek kişi İngilizce biliyor bunu daha iyi anlıyorum zira biz yolcu kafilesi olarak Celal Bey’e kendi aramızda bir hediye almak istiyoruz ancak nereden ne alabiliriz vakit yok.
Üstelik kendisinin hastalık durumunu beklediği Dayısının vefatını almış da bizlere hiç hissettirmiyor bu sabah “sizlerden üzülerek ayrılmak zorundayım belki bu tur başka uzun bir turda karşılaşmamıza sebep olacak, önemli bir sebebim var İzmit’e dönmek zorundayım yoksa bu güzel turu bulmuşken neden bırakmak isteyeyim” diyor.
Biz ısrarla sorduğumuzda detayı öğrenebiliyoruz. Haliyle acele olarak karar verip kendi aramızda para topluyor ve kendisine sunmayı uygun buluyoruz. Dolayısıyla ben Bahadır’a böyle bu şekilde dolmuş şoförüne verilir gibi verilmez bir zarf bulmamız lazım ( Bu arada yarın Naci bey ve Hakkı için de aynı işlemi yaptık ama ona bu şekilde takdim edebildik çünkü zaman çok kısıtlıydı Trabzon sokaklarında koşuyorduk dakikalar arasında)
Koskoca Gürcistan da kimse İngilizce bilmiyor kafile meydan doğru gelmiş Celal Bey anlatıyor ben dükkan dükkan koşturuyorum. En sonunda bir kırtasiyeciye böyle kağıdı katlıyor ağzımla yapıştırıyorum ki sonradan aklıma geldikçe gülümsüyorum artık öyle zarflarda kalmadı ki…
Neyse envelop ve işaretlerle anlaştık ve buldum.
Müzede de yoktu.
Nasıl bir iştir.
Celal Bey adalet sarayı, konsolosluklar, tiyatro binası ve Gönye Kalesinde ki Arganot (hani şu aşkı uğruna) heykeli sonrası. Göğüslerinden su fışkıran heykelin önüne geldiğimizde serbest zaman veriyor.
Benim rafting kankim Efe bana dönerek” bu ne yaw konsolosluk nasıl böyle bir şeye müsaade ediyor” demez mi. Bu çocuk çok komik nasıl güldürüyor beni üstelik de Fenerbahçe taraftarı.

Serbest zamanda sahile doğru ilerliyoruz işte buralar daha bir güzel.
Güner hanım yoruluyor abisi Ali bey gezmek istiyor başlıyorlar mı tartışmaya.
-Bir dakika bir dakika tartışmayın siz Serap,Derya ile kahve için biz gezip gelelim diyorum. Bu arada benden kahve falı bekliyor kızlar.
Biz Ali bey ile sahil şeridini gezmeye başlıyoruz. Çok güzel.
Yaşlı amcalar için kır kahvesi bile düşünülmüş. Meydanda güzel bir heykel sizi karşılıyor.
Sahilde denize girenler, bankta kitap okuyanlar.
Böyle alanlar neden benim ülkemde yok.

Batum Başkonsolosluğumuzun önüne geliyorum fotoğraf çektirmek istiyorum müsaade etmiyorlar. Türk’üm Doğruyum pasaportluyum desem de ikna olmuyorlar üç adım atıyorum Trabzon bayrağı asılmış bir kafenin fotoğrafını çekmek istiyoruz görevli Ali bey’e işaret ediyor. Bu arada köşeyi dönene kadar da takip etti.
Köşenin bitiminde bayanlar bizleri bekliyor onlar kahveleri bitirmişler çoktan.
Bizde birer kahve alıyoruz anca aromalı falan anlamıyorlar bidikleri “damla sakız” yada “ Türk kahve”.
Türk kahvesi sanki aldın yemen kahvesi tuhaf bir tadı mevcut ama içmedik demeyiz bir magnet alacağım adam vermiyor param yetişmiyor 50 kuruşu istiyor.
Hatıra yeşil mavi renkte ( en sevdiğim renkler) el satıcısı teyzeden bilezik alıyorum.

Ve sevdiklerime şarap.
İstanbul da biri tamamen dökülmüş diğerlerinin üzerine olsa da artık kabul ederler umarım.
Meşhur şarap evinin önünde bildiğiniz Türk dükkanı mübarek. Cola, Fanta yükleniyor. Güneşlikler Efes, Cola yazılı.
Zaten inşaatlar ve Liman ( ortak kullanım var Artvin’e gelmek isteyen Batum havalimanını kullanıyor) Türkler tarafından yapılmış.
Türk izleri fazlasıyla hakim Batumi’de.

Ve dönüş yolculuğumuza geçiyoruz.
Hiç istemeden Rize de servis aracına bırakıyoruz Celal Bey’i.
Herkes biraz buruk yarın son gün ve başka bir rehber ayarlamış Celal Bey ama onun engin bilgisine sahip olabileceğini düşünmüyorum.
Ben kültür turlarında dua ederim iyi ve bilgili biri ile karşılaşalım.
99 yılında Kapadokya turunda ve son İtalya turunda bunu yaşadım şansıma.
Ve Celal bey de aynı şekilde.
Umuyorum ki başka turlar da da yeniden karşılaşabilme imkanımız oluşur.
Zaten son gün herkes o güzel mekanlar da biraz buruk ve Celal bey’i arar gibiydi hatta bu ne ya dediler yeni rehber için.
Aslında sohbet ettiğimizde o da işe ilk başlıyordu ona da şans vermek lazımdı.
Ön yargılı olmamak lazım.
Mesela ben rehberimin isminin Celal olduğunu öğrendiğimde içimden “ of dedim çünkü müdürümün ismi ve ister istemez gerildiğim pek duymak istemeyeceğim hele bir tatilde ancak ne yapmak lazımmış ön yargılı olmamak”

İstikamet aynı pasaport işlemleri sonrasında Paluri yani Lazca olan Türkçesi “Kıvılcım” anlamına gelen otelimize.
Bahsedildiğine göre buranın aşçısı muhteşem eğlendiriyormuş.

Otele yerleşiyoruz Doğu Karadeniz deki kısa ve yoğun turumuzda konaklayacağımız en güzel otel. Manzara da güzel, sabah beş buçukta uyanıp fotoğraf alıyorum harika.
Mutfakta yumurtaları pişirmekte görevli arkadaş yağan yağmur sonrası hava da oluşan o güzel resmi çekmeme yardımcı oluyor ötesinde gözlerim görüyor ya o yeter.

İlk kaldığımız mekan da sabah yine beş de sakaların sesleri ile uyanmıştım ve orada ki görevli ile sohbet ettiğimde ona sormuştum “ peki ne diyorsun bugün gökkuşağını görebilecekmiyiz”
-Evet abla hava bu sabah öyle gözüküyor ama buralar pek belli olmaz.
Hakikaten de olmadı göremedik ancak çok daha güzel, yaşanası.
Görmekte ne kadar geç kaldığım yurdumun güzel topraklarını ve insanlarını keşfettim.

Bizim kızlarla ki bunun içerisine Melek teyzem de giriyor.
Yolculuk şarkılarımızdan biri “ na nani nana”ile otele yerleşip, duşumu alıp alt salona geçiyorum.
Aşağıda Melek teyzeleri bekliyorum.
Orada iki otobüs dolusu Bursa ve Adapazarı yolcusu ile karşılaşıyorum.
Birçok kez bu otele ve karadeniz’e konaklamaya geliyorlarmış.
Lobi de kanarya ve saka olmak üzere üç adet kuş var.
Hepsinin sesini bastıracak kadar yoğun sohbet içerisindeyiz.
Tanışıyoruz ben bahar ablaları beklerken.
Diyor ki :
Biz geçen akşam çok eğlendik içimizde bir ama arkadaş var sesi o kadar güzel ki bizi çok eğlendirdi.”
Hah geldi işte.
Bak Ülkü arkadaşlarda İstanbul’dan gelmişler.
Hanımefendi yanımdan geçiyor ama sanki görüyor gibi sehpanın daracık yolundan ayaklarıma basmadan. Biraz sohbet ediyoruz.
Arkadaşları takılıyor Ülkü çok şıksın bugün.
-Bilmem sandıkta ne varsa çektim giydim bugün.
Çiçek sarısı ve beli altın işlemeli çok şık bir elbise içerisinde son derece kibar ve gülümseyen bir hanımefendi ile akşam yemekte görüşmek üzere vedalaşıyoruz.

Erken geliyorum salona.
Garsonlar:
Tanıştıralım Monoca ya da servis yapmış ustamış.
Tamam diyorum hakikaten bahsettikleri kadar var. Selahattin usta bildiğiniz Cem Yılmaz.
Eğer yolunuz bu diyarlara düşerse hem yemek, hem eğlence ve güleryüz açısından kesinlikle görmeniz gereken yer. Zaten aile işletmesi.

Ustam ter içinde yemekleri yapmış bizleri bekliyor o sırada benim tabirimle çıkarken horon ile doğacak olan anne adayımız Seçil geliyor. Midesi bulandı yol boyunca rica ediyorum ustadan o önce alabilir mi çünkü servis başlamasına daha bir saat var.
Müsaade ediyor.
Size yorgunluk çorbasu yaptım da diyor.

Diğer arkadaşlar da tek tek gelmeye başlıyorlar.
Turun en güzel akşam yemeği ve ortamı, bir tek rehberimiz ne yazık ki eksik.

Selahattin Usta o yorgunlukla bize maharetlerini göstermeye başlıyor.
Hal böyle olunca;
Duramıyorum Bahadır diğer karşı turdaki bayanlar başlıyoruz halaya.
Sonra şarkı söyleyen ve oyun oynamaya başlayan Ülkü hanımın karşısına geçiyorum “ merhaba ben karşınızdayım” diyorum karşılıklı oynuyoruz.
Şarkı söylemeye başlamadan önce Ülkü hn kendisinin otuz beş yaşında gözlerini kaybettiğini ama yaşam sevincini hala içinde sakladığını söyleyerek “yaşamak” adına bir şiir okuyor üstüne benim bayağı üstüme aldığım sözü dillendiriyor. “ Yaşamak bir gün o da bu gün”.

Horon mu ararsın, Payruşka mı.
Selahattin Usta yı bile güldürüyorum
Beraber çiftetelli oynuyoruz ikimiz koca sahnede. Bir an kendimi çocukluğumda Hereke’deki bayramlarda hissediyorum.
Orada da böyle şen oyunlar oynardık demek ki çocuklar gibi şendim o gece.
O kadar ki yere eğilip oynayınca kara da denizde kaptanımız Naci Bey para yapıştırıyor bana.
Üstüne patlat şefim diyorum orkestraya mesdeke.

Bahadır diyor ki : Abla ne yaptım Topkapı hareminden çıkmış rakkas gibisin.
Benim kızlar ise sabah : Valla Abla Havaalanında sakin, bir soğuk gibi gördüğümüz hatta turun tatsız geçeceğini düşünürken sen nasıl da şaşırtın bizi.
Sen nasıl bir şeysin.
Naci Bey bile bir ara yok artık bunu da mı oynayacak dedi yani.
Helal olsun bu kıza.

Valla ben acayip eğlendim, Efe’nin annesi gizlice mutfakta bana kahve falı baktı çok güzel şeyler söyledi umarım gerçekleşir dileğim mum yanar.

Dönüşte teyzemleri alıp asansöre bindiğimizde Ülkü hanımda yanımıza geliyor.
Hocam diyorum branşınız, Rehberlik diyor.
Sonra ;
“Biliyor musunuz ben sizi çok sevdim, çok güzel insansınız”
Ah o sizin gönül güzelliğiniz, diyebiliyorum sadece,şaşkınım.

Hayat da en önemli şey, arkandan güzel hatırlanmaktır.
Gözleri görmeyen ama hisleri henüz kapanmamış bir öğretmen hanım beni hislendiriyor, ne mutlu bana.

Ve turdaki diğer sevgili yol arkadaşlarım.

Ne iyi bir iş yapmışım; bu zamanla ile.
Umarım daha da güzelliklere açılır kapılarım…
Sevgiyle.

23 Temmuz 2011 Cumartesi

HEY GİDU KARADENİZ 2



Sabah yazıoba, Rumca ohia da saat- 05:30 da uyanıyorum.
Daha doğrusu saka’lar ilk günaydın diyorlar bana.
Kandilin mübarek olsun.




Gece göremediğim güzelliği, sabah içime çekiyorum.


Her şey muhteşem.
Yaklaşık 80 cm ve 1 metre kar olan bu mekanda bulunmak bana acayip huzur veriyor.
Madur dağının karşısına geçip:
“ Ne güzel bir şeysin sen” diyorum.
Hatta biraz bağırmak ve sesimin yankısını tekrar içime doldurmak istiyorum.

Birazdan sabahın henüz 07:30 da el yapımı meşhur dövme çelik bıçaklarıyla ünlü Sürmene Bıçaksına uğrayacağız.

Ben de alışveriş yapıyorum, bir de kendime Karadeniz hatunlarına özel başa bağlanan o bezlerden, Naci Kaptan : “ çok yakıştı sanki buranın yerlisi sen nasıl Fenerbahçeli olmuşsun da” diyor.
Gülüyoruz, o şirin otobüsümüze biniyoruz.
Birazdan Of da bulunan Özçay Kooperatifinde Meltem Yıldırım hanım,; çayın yetiştirilmesi toplanışı, aktarımı anlayacağınız her türlü bilgiyi bize verecek.
Üstüne enfes çayları da ikram edecek bahçedeki çardaklarında.
Sabah 08:30 inanılmaz güzel bir gün.
Çay yaprağının derlenmesinde yeni uygulanmaya başlayan Akçay varmış, bunu da bahçeden kopardığı dal ile bize anlatıyor.
Üçe ayrılan yaprak kısmının tam ortasında yer alan beyaz kısımdan elde edilen ve en kalitelisi olduğu düşünülen.
Sanırım ilerleyen zamanlarda bu ürünü göreceğiz.
Dün kaptan dan Karadeniz yöresi şarkılar istemiştim sağ olsun onlardan bulmuş. Üstüne birde sanırım Celal Bey ayarlamış “ Of li Ali nin fıkralaru eşliğinde” yolumuzda devam edeyruk.

Celal bey’in anlatımı ile bahçede çay ikram eden ustanın da anlatımıyla Trabzon ve Of kendini başka görüyor.
Çok komik, aklıma geldikçe gülümüsüyorum.
Burasu nereye bağludur, dediğinizde.
“ Biz direkt Allah’a bağluyuz” diyor Of’lular…
Her Karadeniz vatandaşımız potansiyel bir hazine esasında.
Çay kolonyası bile yapmışlar.
İlerleyen saatlerde Rize’de “Hamsi Kolonyası” na da şahit olacağız esasında.
Çok zengin ve yaratıcı bir memleket içerisundeyuk.

İstikamet Rize, bezlerinin yapıldığı mekanda el işi dokuma ve işlemeler tanıtılıyor.
Beni konu mankeni alarak, kızlarımız başımda “evli” ve “ bekar” baş bağlama tekniklerini gösteriyorlar.
Burada da alışverişimizi yaptıktan sonra yine Trabzon’da ki gibi; çekiliş hakkı kazanıyoruz.
Beyefendi araba veriyoruz deyince Serap “ hadi bakalım inşaAllah” diyor.
Araçta sanırım beş kişi nasipleniyor hediyelerden.
Ben Melek teyzem ile sohbet ediyorum, mevzu Efe’nin ve yol arkadaşlarımdan olan Güler ( iki kız kardeşten küçüğü)’in çok özel istekleri olan rafting olayı var.
Buralara kadar gelip de Fırtuna Deresine selam vermemek şana yakışmaz sanırım.
Melek teyze : “ Biliyor musun diyor, hayatım boyunca rafting yapmak istedim, ayaklarım biraz el verse yapmak isterdim sizlerle”
Valla sözün bittiği nokta.
İşte, içimizde ukte kalan bazı olaylar yaşarız bazen, zaman hiç de bizi beklememiştir.
Biz her şeyin olmasını dilemişizdir. Çocuklara diyorum: “ Kimse gelmese bile ben sizinle varım”
Sonrasın da Çaykara’ya ulaşıp, 1100 m yükseklikteki
Uzun göle doğru yola çıkıyoruz.
Uzun göl herkesin kafasında oluşturduğu manzaralar gibi.
Ama benim hayalimden daha da büyük mesela hele o Yaradanın adeta iğne oyası gibi işlediği tabiatı.
O yaylalar.
Rakım 2100m
Ve annemle konuşabiliyorum
Kaç çeker…
Çok çeker …
Çok huzurluyum.

Trabzon’a geldiğimi ilk yaylaya çıktığımda anladım.
Özel otobüslerden inip, küçük iki araca aktarılıyoruz.
Hava güzel.
Sis olursa biraz zor çıkıyormuş. Karadeniz şarkıları çalıyor, ben coşmuşum.
Çok mutluyum inanılmaz derece de.
Yani bir Karadenizlilikte yok amme anlayamadım gitti.
O tulum sesi beni götürüyor daha doğrusu zaten içimde böyle İrlanda, İskoçya ya doğru bir özlem vardır.
O sisler ve yeşilin sevişmesi.
Huzur… Doğa doğa

Borçka, hemşini…
“Dik ovadan aşağıya
Akar dereler akar
Güzeldir yayaları
Biri birine bakar
Oyna dik oyna….
Kollar çubuk olacak
Horon da oynayanlar daha dik oynayacak

Yehuuuuuuuuuuuuuuuu ! ( bu kısım bana ait )
Duydum tulum sesini
Bende çalırım oni”

Bu şarkı beni alıp götürüyor. Hava mı? Su mu? Doğaya hasret. Güzelliğe özlemi.
Yetmiş dokuz yaşında ki Nuran Teyzem, el ele oynayarak 2200 rakıma ulaşırken, kaptan diyor ki : Araba da evliya vardur.
-O na ne demek kaptan.
+ Yani sis yok yoksa çıkamazdık .
Allah’ım o çitler, yeşillikler Allah’ın dağında yan yana açmış sarı ve lacivert çiçek.
İki dakika yere çöküyorum fotoğraf çekmek için anında sırılsıklam oluyorum.
Uzungöl’ün yerleşik halkından olup, yazın yayladaki ahşap evlerinde olan Emine hanımın evine geliyoruz. Emine hanım kırkbir yaşında; el işi tülbentleri satıyor. Kuru fasülye satıyor.
Evine katkıda bulunuyor.
Kapısını da bizlere fütursuzca açıveriyor.
Girişte hemen solda yer alan el işi beyaz basma beze işlenmiş figürler dikkatimi çekiyor.
Güvercin ve çiçekler, kim bilir belki çeyizinden.
Ortada bir soba, bakır tencereler, müsaade isteyip bir fotoğraf alıyorum kendisiyle.
Oh! Diyorum hatta yirmi beş kişi aynı anda oh diyoruz dünya buradaymış.
Garester yaylası dönüşümüzde sis çoğalıyor, aşağıya kademe kademe inerken görülen güzellik adeta kendine hayran bırakıyor herkesi.
Köşeye yerleşmiş teyzeler, kiminin elinde küfe kiminin semaver.
Burası şahane.

Yemek molası için İnan Kardeşler de mola veriyoruz.
Dileyen alabalık tereyağlı yada kuru fasülye alıyor.
İkisi de harika.
Efe’nin fasülyesinden bir çatal alıyor ve balığıma geçiyorum.
Uzun göl de epey bir mola verdikten sonra, istikamet Ayder Yaylası.

Ayder yaylasına varmak için Çamlıhemşin Hala Deresinden varıyoruz
Kaçkarlara doğru bir kısa yolculuk.
Bir daha ki sefere kesin dağda, yayla da konaklama yapacağım.
Zaten benim kafa da olanlar yaylaya çadırları kurmuşlar bile çoktan.

Yol üzerinde o Mostar köprülerinin havası olan bayıldığım taş köprüler.
Üzerinde ellerimizi açıp : “ işte budur !” denilecek mekanlarda fotoğrafsız olur mu hiç.
Ve orada daha birçok gizli şelaler varmış. Kısmet bir gün oraları da görürüz inşaAllah.

Ayder Yaylası 1350 metre yükseklikteki şahane mekanın sağında yer alan “ gelin tülü şelalesi” fotoğraf molası sonrasında eve dönüş yoluna geçeceğiz.
Ancak 2.günün en büyük olayı Fırtına Deresinde rafting yapmak ancak saat çok geç olduğu için biraz riskli. Soruyoruz yirmibeş kişilik kafileden beş braveheart çıkıyor.
Çocuklar da bana bakıyor ümitsizce. Valla o yola bırakırlarsa; sözümüzden dönmek yok katılacağız.
Aynen öyle oluyor.
Bizim kızların yıldızı Behlül’ü soldan bastıracak yakışıklılıkta Gürcü Kökenli Tolga kaptanımız.
Vakit dar, nasıl giyiniyoruz. Celal bey acele ile benim kaskı bağlamaya çalışıyor.
Geçen ekipte bir kişinin parmağı kırılmış ama bize bir şey olmayacak.
Raftinge katılmayanlar “ bu suda bir şey olmaz ki zaten” deseler de; bot 3 kez ters dönüyor.
Efe’nin babası Ergun bey az kalsın gözümü çıkarıyordu kürek ile.
Arkamdan efe bağırıyor “ Allah’ım kurtar beni yaşam mücadelesi veriyorum”.
Botlara binerken Tolga öne erkekler otursun diyor ama erkek olarak on dört yaş sıkletinde Efe ve Babası Ergun bey var. Dolayısı ile diğer iki kız da korktuğu için en erkek olarak Ergun bey ile en önce yerimizi alıyoruz.
Tolga : Heyyyy diyor
Biz küreklere asılıp: Hooooppp

1km erken bitiriyoruz zira hava iyice kararıyor arkamızda caminin kandili yanmış yani göçersek kutsal bir günde gitmiş olacağız.
Ergun bey son virajda taşların üstünden üstüme doğru düşmeyi denese de son anda kurtarıyor ve sağ salim ilk buluşma noktamıza geri geliyor.
Sırılsıklam olmuşuz.
Kızlar her ne kadar su soğuk donduk deseler de ben hiç donmadım çok keyif aldım.
İyi ki yapmışım ! Bu Melek Teyzem içindi…

Otele diğer yirmi kişiden daha geç giriyoruz duş almadan yemeğe geçiyoruz ama yemek kalmamış.
Valla garsona şakayla karışık, ne yap bul ben karnımı doyuracağım hem bizim sayımız belli yemek de ayrıldı.
Bakıyorum geliyor yemek. Tamam abla kızma diyor.
-Hayır kızmıyorum lütfen kusura bakma aman ha.
+Hakkını helal et.
-Yok abla helal olsun bana çok kızdın gibi geldi de.
Birazdan yarın ki Batum gezisi için pasaportları vermemiz gerek ancak çantalarım Melek teyzelerde emanet. Bu arada Celal bey sanırım otelin çalışanı aynı zamanda tulum üstadı için oyuna çağırıyor ilk defa “gök den düşen kar tanesi” anlamına gelen Lazca otel de Horon oynuyoruz.
Çok keyifliyim.
Çok…
Bu arada tura dahil olmayan Rize Botanik bahçesini gezdik Manolya ve çeşitli çiçekler içerisinde.
Binalar artmış ama yeşillikler hala ortamı kurtarmakta.
Her şey muhteşem…

22 Temmuz 2011 Cuma

HEY GİDU KARADENİZ 1

Sabahın dördünde kalkıp, Sabiha Gökçen Havaalanına doğru yol alıyorum.
İstikamet “ Hey gidu Karadeniz ! Haçen gerçekten bu kadar sevdalukmusun? Göreceğiz”.

Alanda biri tek bayan, diğeri iki kız kardeş ve biri erkek,diğeri bayan kardeşle karşışalıyorum.
Sabah horozu kimsenin dibinde henüz ötmediği için herkes mahmur halde, ben günaydın demeye başlıyorum.
İlk ikram çantamdaki bademler.

Tek olan adının sonradan Serap olduğunu öğreneceğim bankacı genç hanım ilk yalnız seyahate çıkıyor tereddütleri var. İki kız kardeşten abla Derya, kız kardeşi Güler için geldiğini kendisinin birçok kez Trabzon’a gitmiş olduğunu ifade etmekte. Biri erkek, diğeri bayan kardeş sürekli geziyorlar. Bayan ( Güner hn, ben Marylin koydum ismini) çok yorgun olduğunu daha yurt dışından yeni geldiğini ancak yengesi gelemediği için abisini yalnız bırakmamak için geldiğini ifade ediyor.

Ve günün en güzel simaları tonton teyzemler. Ben altın kızlar diye sesleneceğim uçağa bindikten hemen sonra.
Dr. Server hanım ablası Mehlika hanımı getiriyor geziye. Aslında Mehlika hanımda hiç gelmek istemiyor.
Mehlika hanım turumuzun en yaşlısı, henüz 83 yaşında. İlerleyen zamanlarda bu şahane geçecek olan yolculuğumuzda birbirimize arkadaşlık edeceğiz. Bana “ Melek de bana zor söylerler benim ismimi sen de öyle de” diyecek kadar samimi ve en içten ruh haliyle yaşam kılavuzluğu yaparken bulacağım kendimi onun nasihatlerinde.
Yanların da yine akrabaları Nuran hn, kendisi 79 yaşında; çok içli bir hikayesi var gülen gözleri arkasına sakladığı onu da sondan bir gün önce ki gece benimle paylaşıyor.
Hepimizi seviyor, ama nedense ben bu altın kızlara çok çabuk kaynaşıyorum.
Bu son derece esprili İstanbul hanımefendisi Nuran hanımın yanında bir akrabaları daha, onun yanında da kendilerinin valizlerinde tutun da, attıkları adımdan, yedikleri kahvaltıya kadar adım adım izleyen onlara kol kanat geren, Bahar abla.
Herkes o kadar tatlı ki…
Tuvalet fasıllarından sonra ben genç kızlarla uçağa doğru yol alıyorum. Binerken de altın kızları göremediğim için bizim çiçeklere “bir gidiyoruz ki uçakta oturuyorlarmış” lafım bitmeden koltuğuma bakarken, arka koltuğumda onların aynen yerleşmiş olduğunu ve bana doğru “bizde sizi merak ettik neredesiniz”diyorlar. Uçak pistte epey bir yol katediyor hemen kalkamıyorken teyzemler başlıyor “ bu ne, Trabzon’ a yürüyerek gideceğiz herhalde” deyince.
Altın kızların ne kadar hızlı ve son derece espri yumağı olduklarına kesin kanaat getiriyorum.
Kaptan Pilot adı da “Orhan Uğurlu” diye telaffuz edilince bir oh diyor ve gülümsüyorum çünkü ben rahmetli babamın adını duyduğumda veya bir yerde gördüğümde ; bilirim ki o benimle yine. Yanı başımda. Her şey güzel olacak…

Güzel bir uçak yolculuğu ardından, sağ tarafımızda deniz olan Trabzon Hava Limanına iniş yapıyoruz. Gerçekten iç açıcı, ferah bir uçak pisti.
Terminal de fena sayılmaz. En azından şu meşhur Venedik’ten farkı yok denebilir.
Asli görevimmiş gibi kızları toplayıp, tuvalet faslı ardından dışarı çıkıyoruz.
Bize bahsedilen alanda bizi o karşılayacak.
Tabelayı arıyor gözlerim ve görüyorum.
-Merhaba, Celal bey’mi?
+Evet. Araba şurada şelalenin hemen yanında orada bekleyebilirsiniz.
-Biz, 25 kişiyiz
+Hepiniz berabermisiniz?
-Yok değiliz de karşılaştık burada henüz çıkmayanlar var daha bu arada günaydın.
+Günaydın. İyi ayrılmayın o zaman. ( Gülümsüyor )
Yorgun ama gözleri ışıl ışıl, ilerleyen saatler sonrasında onunda bizimle aynı uçakta olduğunu Dalaman mıydı Marmaris miydi yalan olmasın diğer bir turun dönüşünden geldiğini öğreniyoruz.
Arabaya binerken, bu Celal bey’in yetkili olduğu servistir değil mi diyorum genç arkadaşa.
-Yoo bu Naci abinindir?
+Yok …acenta değil mi?
Kafasını büküyor, bende içimden tamam işte karadeniz’e geldik diyorum.
Hakikaten çok komik ve değişik insanlar.
Aracın içinde herkes yerleştikten sonra Celal Bey, ilerleyen günlerde hem karada hem denizde kaptanlığımızı son sistem yapacak olan Naci beyi takdim ediyor.
“Zaman içersinde onun ne kadar iyi bir insan olduğunu sizlerde anlayacaksınız “ diyor ve biraz önce aracı sorduğum genç arkadaş, yardımcısı Hakkı’yı da taktim ediyor.

İlk istikamet Ayasofya müzesi. Daha henüz adlarımızı bile bilmezken bu turun bize hediyesi olan Müze Kart için, nüfus kağıtlarımız Trabzon’da uçuşmaya başlıyor.
Sen kalk gel Trabzon’dan müze kartı çıkart. Yani hakikaten şu hayat bazen çok ilginç ve güzel olabiliyor.
Benim çiçekler “ nüfus kağıtlarımızı orada bırakmayalım kart almasak ta olur diyorlar”
-Hayır arkadaşlar bir şey olmaz şurada çay içene, gümüş işlerine bakana kadar biter alırız ben zaten pipirikliyim beni telaşlandırmayın”
İlk tur sonrasında kartlarımızı da teslim alıyoruz.
Hava inanılmaz güzel. Trabzon’da bir o kadar.
Mekan daha güzel.
Meydan da girişte tarihi eserler sonrasında, masmavi bir gökyüzü altında çok güzel bir zeytin ağacı bizi selamlıyor. Bende gövdesini seviyor ve hoş bulduk diyorum.
Sesini almaya çalışıyorum.
Celal bey” buranın havasına aldanmayın her an dönebilir Karadeniz” diyor.
Bunu Sümele’ ye çıkarken anlayacağız.
Ve Celal Bey’in ne kadar doğru, ne kadar donanımlı olduğunu.

-Çay içerebilecek miyiz diyorum zira ben kahvaltıda etmedim
Celal bey “ biz kahvaltı etmiş olabileceğinizi düşündük ama aç olan var ise şurada pastane var alabilirsiniz”diyor.
Hemen dalıyorum, demli çay ve bir poğaca istiyorum.
Sormadan bir poğaca geliyor üstelikte patatesliymiş, bardak kirli şunu ilerleyen zamanlarda daha iyi öğreneceğiz ki bu şehirlerde hijyen aramayın.
Teyzeler lahana sarıyor, gelene gideni bakacak halleri yok.
Kendilerinden geçmişler.
Bir taraflarında Ayasofya diğer yanlarında kara lahana sarmaları.
Tarih böyle işlemeye devam ediyor.
Bizler birbirlerimize fotoğraf çekme konusunda yardımcı olmaya çalışıyoruz.

Trabzon AYASOFYA Müzesi en az İstanbul kadar önemli.
Dokusu ve içindeki ikonların tarihsel anlatımları konusunda Celal Bey’den gerekli doneleri alıp kafanızda geçmişi yaşatmaya başlıyorsunuz.
Kutsal Bilgelik anlamında kullanılan AYASOFYA gerçekten güzel.
İstanbul Fethi sonrasına tekabül eden zaman sonrasında sanırım Trabzon alındıktan sonra (burada yazdığım tarihsel bilgi ve anlatımlar sadece kafamda kalabilenlerdir, hiçbir yere not etmeye yol yorgunu aklımızda bile doğru dürüst tutamayacağımız için yanlışlar adına şimdiden özür dilerim) camiye çevrilmiştir.

Birinci dünya savaşı sırasında Rusların işgaline uğradığında hastaneye çevrilmiş bir mekan.

Burada güzel bilgileri aldıktan sonra hemen beş on adım ilerisinde yer alan geleneksel el sanatları arasına girmiş çok güzel işlerin üretildiği dükkana geliyoruz.
Trabzon’a özgü gümüş işleme sanatı, diğer adı ile hasır iş ya da “ Kazaziye” olarak bilinen ismiyle kısa bir eser tanıtımı, nasıl yapıldığı kaç metre malzeme kullanıldığı ikram edeline çaylar eşliğinde sunuluyor.
Dileyen sonra hediyelik eşyalarını alıyor, ben hemen o çok komik görünen hamsi magnetinden alıyorum hamsinin gözleri fuldur fuldur da !...

Hediye alanlara bir çekiliş numarası veriliyor sonra otobüste seçiyoruz. Dükkan sahibi güzel bir hediye sunuyor.
Melek teyzem kazananı açıklıyor, alanda tek başına tereddüt geçiren sonra sohbetimizle açılan bankacı Serap.
Ne kadar mutlu oluyor, tüm uykusu ve yorgunluğu bir anda gidiyor.
İlerleyen günlerde bana “ valla annemi aratmadınız her şeyimle ilgileniyorsunuz çok teşekkür ediyorum hiç yalnız hissetmedim aksine çok mutlu oldum” diyecek kadar güzel bir arkadaşlık gelişiyor aramızda.

Buradan çıkıp şehrin o tepeden muazzam görüntüsü altında ATATÜRK KÖŞK’üne doğru yol alıyoruz.
Bembeyaz, etrafı çiçekler kaplı bu müstesna binanın dışı gibi içerisi de tarih ve güzellik akıtmakta.
Atatürk’ün vasiyetini ele aldığı ve bunu yaparken kullandığı daktilo ve son mektuplar.
Yerler İtalyan mermeri, kalorifer sistemi İsviçre den o zamanın son sistemi.
Üst kat, alt kat ayrı bir yaşanmışlık veriyor.
Sürgülü kapılar orjinalitesini bozmadan korunmuş.
Onun o kapıyı açtığını düşündüğümde içim tuhaf oluyor o kapıyı elliyorum ona dokunmak ister gibi zamanın görünmeyen arasında.
Ah bir gelmiş olsan da sana sarılabilsem, gözyaşlarıma hakim olmam biraz zorlaşıyor ta ki bahçeden gelen kemençe sesine kadar.
Diğer bir tur rehberi ile birlikte horon tepmekte.
İnanılmaz güzel görüntüler. Bizleri de çağırıyorlar ama biz zaten bir ertesi gün tulum ile bunu yapacakmışız henüz bilmiyoruz.
Bilmemek bazen çok güzel yaşamın mucizevi güzelliklerini hissetmek insanı şahane hissettiriyor.

Atatürk Köşkümüzün ardından turun o gün kü yol yorgunluğu sonrası en zorlu ve en güzel etapı olan Sümele Manastırı kısmı. Ancak o kısma gelmeden önce, Akçaabat da Nihat Usta nın yerinde muhteşem deniz manzarası eşliğinde köfte piyaz mısır ekmeği ve laz böreğimizi yiyoruz.
Tüm enerjimizi vücudumuza konuşlayıp Sümele ‘ye doğru yola koyuluyoruz. Maçka yolu üzerinden Meryem Ana Manastırı olarak da bilinen bu inanılmaz mekana doğru yolculuk başlıyor.
Nuran Teyze bile bizimle tırmanıyor. Çıkışta yağmur başlamış vaziyette. Manzaraya baktığımızda ve gözlerimizde fotoğraf çektiğimizde tek şey var gerçek de ki güzellik.
Tepe, yeşillikler, sis, gizem ve doğanın inanılmaz zenginliği altındaki sükunet.
Dünyanın yaratılışı, İsa’nın mucizeleri. İznik Konseyi. Upuzun hikayeler hayatı, yaşamın doğuşundan gelecek zamana kadar olan kısmı anlatmakta bizlere.
Tarih yaşarken bir yandan onları da katledenler mevcut Celal bey’in demiş olduğu gibi sadece duvarlar da Ahmet ismi yazmıyor Alex de var.
Rfating sonrası sıkı kankim olan turun en geç delikanlısı Efe bir an patlıyor “ bu ne yaw formül çıkarmışlar taşlar!”

İnsanoğlunun var olanı katletmek üzerine sınırı yok, maalesef.

Ben inişte kendime yüzük bakarken Efe’nin babası Ergun bey karısına set kolye alıyor “ ama bak bir daha başka bir şey isteme evlilik yıldönümü falan burada kesin olsun” diyor gülerek.
Şen şakrak iniyoruz.
Acayip yorulmuşuz.
Tam bir hafta oldu dün denizde fark ettim ki sol ayak baş parmağım düştü. Sallanıyor Reebok da işe yaramıyor sanırım keşişler gibi yürümek gerekiyordu.

Dönüş yoluna geçiyoruz.
Geçmeden önce Zigana geçidinden yani tünel den Gümüşhane’ye varıp geçit hemen sonrasında ki peksimetçiden malzeme laıp bol bol fotoğraf çekip sütlaç molası veriyoruz.
Celal bey sütlaçın kendilerine has tuzlu bir şekildeve güzel olduğunu belirtiyor,bende ön yargıyla davranmayıp bir tatmak istiyorum. Aklımda Volkan Konak’ın “ kalk gidelim ziganaya” türküsü önümde eski bir teneke soba ve güveçte bir şahane sütlaç.
Gelirken Zigana’nın bir ucu yağmur ve sisli ama Gümüşhane tarafı güneşli.
Bilmem yeterince anlaşılabilir oldu mu Karadeniz Doğası.

Kaptanımız Naci Bey sabah buluşma noktamızda bizi bırakıyor ve oradan minibüslere binerek, manzarası ve konumu şahane bir otele konaklamaya gidiyoruz.
Yanımda Serap oturuyor, tedirgin ya onu hiç yalnız bırakmıyorum.
Karadeniz ezgileri arasında otele yaklaşırkan kardenizli kpatan bombayı patlaıyor.
“ kızın mı abla?”
-Yok arkadaşım
Yuh be a kardeşim otuz yaşında ki kız nasıl benim kızım olur ?
O kadar mı yorgun duruyoruz yoksa Karadeniz bizi yaşlandırdı mı?
Rakım 1500 Zarhan dağının eteklerine çömeliyoruz.
Saat dokuzu bulmuş.
Nem çok yüksek olduğu için.
Camlar açık ve her bir cama bir sineklik konulmuş ancak benimkinde o da yok, içeri giriyorum kapıda kitlenmiyor.
Görevli genç arkadaşı çağırıyorum, sakın böcek olmasın kapıda kapanmıyor.
-Yok ablacim ne böceği olsa olsa finduk böceği olur e oda gelursa sen bahceye kaçiverirsin olmaz mi?
Ne diyorsun yaw hadi onu öyle yaptın kapı açık böyle mi yatacağız o an da Serap ta yanıma geliyor.
+ Ne yapıcaz?
-Yapacak bir şey yok otel full ancak Celal bey ile paylaşalım.
Celal bey hale resepsiyonda kan ter içerisinde cebelleşmekte.
Durumu anlatınca görevlilere söylüyor onlar yer olmadığını dile getiriyorlar.
Araplar dolu.
-Olmaz ise benim odamı alın bu iki hanıma verin.

Ve böylelikle biz ayrı iki oda bulunuveriyor ve Celal bey’e de tabi.
Ama ertesi gün Lazca “ gökyüzünden düşen kar tanesi” anlamına gelen bu otelde yer bulunamadığı için başka yere gitmek zorunda kalacaktı.

Gece seksenlerin Ümit Besen tarzı bir sanatçı çıkıyor ve kasıp kavırıyor bizi.
Tüm yorgunluğum arasında gözlerim fal taşı gibi açılıyor bu coşku, bu heyecan bu yetenek kaşısında!
Yok böyle bir şey!

Karadeniz uzun hikaye yaz yaz bitmez.
Şu ana kadar sadece birinci günün kısa bir karması.
Yorgunluğumu azatlıkça yazmaya ve paylaşmayadevam.

Hey gidu Karadeniz.

13 Temmuz 2011 Çarşamba

YALNIZLIK !

'Önce kelime vardı,' diye başlıyor Yohanna’ya göre İncil. Kelimeden önce de Yalnızlık vardı. Ve kelimeden sonra da var olmaya devam etti Yalnızlık... Kelimenin bittiği yerde başladı; Kelime söylenemeden önce başladı. Kelimeler, Yalnızlığı unutturdu ve Yalnızlık, Kelimeyle birlikte yaşadı insanın içinde. Kelimeler, Yalnızlığı anlattı ve Yalnızlığın içinde eriyip kayboldu. Yalnız Kelimeler acıyı dindirdi ve Kelimeler insanın aklına geldikçe, Yalnızlık büyüdü, dayanılmaz oldu." (Sayfa 154)

Oğuz Atay, Tutunamayanlar Romanından.

Bir insan nasıl bir hissiyat içerisine bürünebilir ki; o karakteri yaratabilsin.
Muhakkak esinlendiği, içinde uyandırdığı yahut hissettiği bir şeyler olmuştur.
Hayalleri bu perdenin arkasında tutuyorum.
Zira, onlar geri planda kalmış oyuncular gibi gözükseler de esasen has oyunculardır.
Hatta ayakta alkışlanacak oyunculardır HAYALLER…

Hayal kurmak ciddi iştir. Ve hayallerine sahip çıkmak, uluorta bırakmamak.
Bizler genelde ataerkil aile yapısından geldiğimiz için pek duygularını belli etmeyen milletizdir.

Rahmetli Atay’da “ okurum neredesin? Ben buradayım” diyecek kadar hissiyatlı ve açık, dolu dolu kelimelere sahip bir yazardı.
O yüzden duygu yoğunluğu da çoktu.
Şimdi kendi beklemese biraz kırıntılar oluşmasa sofrasında yalnızlığa dair yazabilir miydi tüm kelimeleri. Bu derece yıllar sonra bile yüreğimize sokacak kadar hissiyatla.

Şimdi kendi de öldükten sonra kıymeti bilinenlerden.
Niceleri geldi, geçti ve geçecek.
Tutunmak illa sanatçı adaylarına has bir olgu değil.

Hayat içersinde ki rollerimizde hangimiz neyi tutturduk.
Tut deyince koparanlardan bahsetmiyorum.
Dikiş tutturmak da değil tam anlatmak istediğim.

Baksanıza koca koca adamlar, sayısal tutturmak istiyor.
Ellisinde üniversiteyi tutturmak
Misal, aşkı tutturmak saçlarına son aklar düşerken.

Hayat kimseye torpil geçmiyor.
Herkes ama herkes an ve an her şeyin bedelini ödüyor.
Kimse tutturmuş, tam oku gediğine fırlatmış değil.
Olmayacak ta dünya döndüğü ve değiştiği müddetçe de bu böyle devam edecek.
Kah yalnızlıklara dalarak, kah gerçek bir el bizi tutana kadar.

Onu ilk gördüğümde elinde gitarı sahnedeydi.
Yanımıza geldi, tanıştık.
Kibar, son derece naif ve seviyeli.
Gözleri ışıl ışıl bir bey.
Oturduk, beraber oyun oynadık. Eğlendik. Yemek yedik aynı masa da.
Yıllar sonra bir yerlere çıkabilme telaşında ki o eski görüntüsü geldi aklıma o reklamı gördüğümde.
Onun adına çok sevindim.
Umarım yakaladığı şansı iyi kullanır dedim.
Allah yolunu açık etsin, dedim içimden.

Nice sanatçılar gördüm tesadüf hayatımda.
Nice sanatçı adayları.
Bakmayın onlar acayip hassastırlar.
Düşe kalka ama azimle duvarı delme telaşları var eder onları yine yine yeniden.
Ve her şeyin bedelini bu uğurda esaslı da öderler.
Canları öyle bir yanar ki gün gelir bir dost canını yaktığında pek umursamazlar.
Onlar tutunmuşlardır yalnızlıklarına.
Bir de şans yüzüne bir yerde gülenler vardır.
Onun gibi.
Bir anda
Yaş henüz kırk iki olduğunda
İki yıl önce evlendiği eşiyle tatilde ve orada kaybediyor onu.
Gazeteler manşet atıyor:
“Tam şöhreti yakaladı karısını lüks bir tatile götürdü”.



Burçin’ in içinde neler hissettiğini kimse ama kimse bilemez.
Sanat yapmak sanatçı olmak, yalnız kalabilme ihtimalimizi hayat dan yok etmiyor.
Herkes bu ağaçtan payına düşen meyveyi alıyor.



Ayrılıklar, ölüm gibidir.
Hiçbir farkı yok.
Sevmediysen başka.
Ama sevdiysen, onu ayrılana sor.


İşte, tutunmak burada başlar yeniden hayata.
Hayat akar
Sen rolünü oynarsın
İster ünlü
İster ünsüz
Fark etmez ki
Sadece insansın.

Allah kuvvet versin…