Hürriyet

22 Temmuz 2011 Cuma

HEY GİDU KARADENİZ 1

Sabahın dördünde kalkıp, Sabiha Gökçen Havaalanına doğru yol alıyorum.
İstikamet “ Hey gidu Karadeniz ! Haçen gerçekten bu kadar sevdalukmusun? Göreceğiz”.

Alanda biri tek bayan, diğeri iki kız kardeş ve biri erkek,diğeri bayan kardeşle karşışalıyorum.
Sabah horozu kimsenin dibinde henüz ötmediği için herkes mahmur halde, ben günaydın demeye başlıyorum.
İlk ikram çantamdaki bademler.

Tek olan adının sonradan Serap olduğunu öğreneceğim bankacı genç hanım ilk yalnız seyahate çıkıyor tereddütleri var. İki kız kardeşten abla Derya, kız kardeşi Güler için geldiğini kendisinin birçok kez Trabzon’a gitmiş olduğunu ifade etmekte. Biri erkek, diğeri bayan kardeş sürekli geziyorlar. Bayan ( Güner hn, ben Marylin koydum ismini) çok yorgun olduğunu daha yurt dışından yeni geldiğini ancak yengesi gelemediği için abisini yalnız bırakmamak için geldiğini ifade ediyor.

Ve günün en güzel simaları tonton teyzemler. Ben altın kızlar diye sesleneceğim uçağa bindikten hemen sonra.
Dr. Server hanım ablası Mehlika hanımı getiriyor geziye. Aslında Mehlika hanımda hiç gelmek istemiyor.
Mehlika hanım turumuzun en yaşlısı, henüz 83 yaşında. İlerleyen zamanlarda bu şahane geçecek olan yolculuğumuzda birbirimize arkadaşlık edeceğiz. Bana “ Melek de bana zor söylerler benim ismimi sen de öyle de” diyecek kadar samimi ve en içten ruh haliyle yaşam kılavuzluğu yaparken bulacağım kendimi onun nasihatlerinde.
Yanların da yine akrabaları Nuran hn, kendisi 79 yaşında; çok içli bir hikayesi var gülen gözleri arkasına sakladığı onu da sondan bir gün önce ki gece benimle paylaşıyor.
Hepimizi seviyor, ama nedense ben bu altın kızlara çok çabuk kaynaşıyorum.
Bu son derece esprili İstanbul hanımefendisi Nuran hanımın yanında bir akrabaları daha, onun yanında da kendilerinin valizlerinde tutun da, attıkları adımdan, yedikleri kahvaltıya kadar adım adım izleyen onlara kol kanat geren, Bahar abla.
Herkes o kadar tatlı ki…
Tuvalet fasıllarından sonra ben genç kızlarla uçağa doğru yol alıyorum. Binerken de altın kızları göremediğim için bizim çiçeklere “bir gidiyoruz ki uçakta oturuyorlarmış” lafım bitmeden koltuğuma bakarken, arka koltuğumda onların aynen yerleşmiş olduğunu ve bana doğru “bizde sizi merak ettik neredesiniz”diyorlar. Uçak pistte epey bir yol katediyor hemen kalkamıyorken teyzemler başlıyor “ bu ne, Trabzon’ a yürüyerek gideceğiz herhalde” deyince.
Altın kızların ne kadar hızlı ve son derece espri yumağı olduklarına kesin kanaat getiriyorum.
Kaptan Pilot adı da “Orhan Uğurlu” diye telaffuz edilince bir oh diyor ve gülümsüyorum çünkü ben rahmetli babamın adını duyduğumda veya bir yerde gördüğümde ; bilirim ki o benimle yine. Yanı başımda. Her şey güzel olacak…

Güzel bir uçak yolculuğu ardından, sağ tarafımızda deniz olan Trabzon Hava Limanına iniş yapıyoruz. Gerçekten iç açıcı, ferah bir uçak pisti.
Terminal de fena sayılmaz. En azından şu meşhur Venedik’ten farkı yok denebilir.
Asli görevimmiş gibi kızları toplayıp, tuvalet faslı ardından dışarı çıkıyoruz.
Bize bahsedilen alanda bizi o karşılayacak.
Tabelayı arıyor gözlerim ve görüyorum.
-Merhaba, Celal bey’mi?
+Evet. Araba şurada şelalenin hemen yanında orada bekleyebilirsiniz.
-Biz, 25 kişiyiz
+Hepiniz berabermisiniz?
-Yok değiliz de karşılaştık burada henüz çıkmayanlar var daha bu arada günaydın.
+Günaydın. İyi ayrılmayın o zaman. ( Gülümsüyor )
Yorgun ama gözleri ışıl ışıl, ilerleyen saatler sonrasında onunda bizimle aynı uçakta olduğunu Dalaman mıydı Marmaris miydi yalan olmasın diğer bir turun dönüşünden geldiğini öğreniyoruz.
Arabaya binerken, bu Celal bey’in yetkili olduğu servistir değil mi diyorum genç arkadaşa.
-Yoo bu Naci abinindir?
+Yok …acenta değil mi?
Kafasını büküyor, bende içimden tamam işte karadeniz’e geldik diyorum.
Hakikaten çok komik ve değişik insanlar.
Aracın içinde herkes yerleştikten sonra Celal Bey, ilerleyen günlerde hem karada hem denizde kaptanlığımızı son sistem yapacak olan Naci beyi takdim ediyor.
“Zaman içersinde onun ne kadar iyi bir insan olduğunu sizlerde anlayacaksınız “ diyor ve biraz önce aracı sorduğum genç arkadaş, yardımcısı Hakkı’yı da taktim ediyor.

İlk istikamet Ayasofya müzesi. Daha henüz adlarımızı bile bilmezken bu turun bize hediyesi olan Müze Kart için, nüfus kağıtlarımız Trabzon’da uçuşmaya başlıyor.
Sen kalk gel Trabzon’dan müze kartı çıkart. Yani hakikaten şu hayat bazen çok ilginç ve güzel olabiliyor.
Benim çiçekler “ nüfus kağıtlarımızı orada bırakmayalım kart almasak ta olur diyorlar”
-Hayır arkadaşlar bir şey olmaz şurada çay içene, gümüş işlerine bakana kadar biter alırız ben zaten pipirikliyim beni telaşlandırmayın”
İlk tur sonrasında kartlarımızı da teslim alıyoruz.
Hava inanılmaz güzel. Trabzon’da bir o kadar.
Mekan daha güzel.
Meydan da girişte tarihi eserler sonrasında, masmavi bir gökyüzü altında çok güzel bir zeytin ağacı bizi selamlıyor. Bende gövdesini seviyor ve hoş bulduk diyorum.
Sesini almaya çalışıyorum.
Celal bey” buranın havasına aldanmayın her an dönebilir Karadeniz” diyor.
Bunu Sümele’ ye çıkarken anlayacağız.
Ve Celal Bey’in ne kadar doğru, ne kadar donanımlı olduğunu.

-Çay içerebilecek miyiz diyorum zira ben kahvaltıda etmedim
Celal bey “ biz kahvaltı etmiş olabileceğinizi düşündük ama aç olan var ise şurada pastane var alabilirsiniz”diyor.
Hemen dalıyorum, demli çay ve bir poğaca istiyorum.
Sormadan bir poğaca geliyor üstelikte patatesliymiş, bardak kirli şunu ilerleyen zamanlarda daha iyi öğreneceğiz ki bu şehirlerde hijyen aramayın.
Teyzeler lahana sarıyor, gelene gideni bakacak halleri yok.
Kendilerinden geçmişler.
Bir taraflarında Ayasofya diğer yanlarında kara lahana sarmaları.
Tarih böyle işlemeye devam ediyor.
Bizler birbirlerimize fotoğraf çekme konusunda yardımcı olmaya çalışıyoruz.

Trabzon AYASOFYA Müzesi en az İstanbul kadar önemli.
Dokusu ve içindeki ikonların tarihsel anlatımları konusunda Celal Bey’den gerekli doneleri alıp kafanızda geçmişi yaşatmaya başlıyorsunuz.
Kutsal Bilgelik anlamında kullanılan AYASOFYA gerçekten güzel.
İstanbul Fethi sonrasına tekabül eden zaman sonrasında sanırım Trabzon alındıktan sonra (burada yazdığım tarihsel bilgi ve anlatımlar sadece kafamda kalabilenlerdir, hiçbir yere not etmeye yol yorgunu aklımızda bile doğru dürüst tutamayacağımız için yanlışlar adına şimdiden özür dilerim) camiye çevrilmiştir.

Birinci dünya savaşı sırasında Rusların işgaline uğradığında hastaneye çevrilmiş bir mekan.

Burada güzel bilgileri aldıktan sonra hemen beş on adım ilerisinde yer alan geleneksel el sanatları arasına girmiş çok güzel işlerin üretildiği dükkana geliyoruz.
Trabzon’a özgü gümüş işleme sanatı, diğer adı ile hasır iş ya da “ Kazaziye” olarak bilinen ismiyle kısa bir eser tanıtımı, nasıl yapıldığı kaç metre malzeme kullanıldığı ikram edeline çaylar eşliğinde sunuluyor.
Dileyen sonra hediyelik eşyalarını alıyor, ben hemen o çok komik görünen hamsi magnetinden alıyorum hamsinin gözleri fuldur fuldur da !...

Hediye alanlara bir çekiliş numarası veriliyor sonra otobüste seçiyoruz. Dükkan sahibi güzel bir hediye sunuyor.
Melek teyzem kazananı açıklıyor, alanda tek başına tereddüt geçiren sonra sohbetimizle açılan bankacı Serap.
Ne kadar mutlu oluyor, tüm uykusu ve yorgunluğu bir anda gidiyor.
İlerleyen günlerde bana “ valla annemi aratmadınız her şeyimle ilgileniyorsunuz çok teşekkür ediyorum hiç yalnız hissetmedim aksine çok mutlu oldum” diyecek kadar güzel bir arkadaşlık gelişiyor aramızda.

Buradan çıkıp şehrin o tepeden muazzam görüntüsü altında ATATÜRK KÖŞK’üne doğru yol alıyoruz.
Bembeyaz, etrafı çiçekler kaplı bu müstesna binanın dışı gibi içerisi de tarih ve güzellik akıtmakta.
Atatürk’ün vasiyetini ele aldığı ve bunu yaparken kullandığı daktilo ve son mektuplar.
Yerler İtalyan mermeri, kalorifer sistemi İsviçre den o zamanın son sistemi.
Üst kat, alt kat ayrı bir yaşanmışlık veriyor.
Sürgülü kapılar orjinalitesini bozmadan korunmuş.
Onun o kapıyı açtığını düşündüğümde içim tuhaf oluyor o kapıyı elliyorum ona dokunmak ister gibi zamanın görünmeyen arasında.
Ah bir gelmiş olsan da sana sarılabilsem, gözyaşlarıma hakim olmam biraz zorlaşıyor ta ki bahçeden gelen kemençe sesine kadar.
Diğer bir tur rehberi ile birlikte horon tepmekte.
İnanılmaz güzel görüntüler. Bizleri de çağırıyorlar ama biz zaten bir ertesi gün tulum ile bunu yapacakmışız henüz bilmiyoruz.
Bilmemek bazen çok güzel yaşamın mucizevi güzelliklerini hissetmek insanı şahane hissettiriyor.

Atatürk Köşkümüzün ardından turun o gün kü yol yorgunluğu sonrası en zorlu ve en güzel etapı olan Sümele Manastırı kısmı. Ancak o kısma gelmeden önce, Akçaabat da Nihat Usta nın yerinde muhteşem deniz manzarası eşliğinde köfte piyaz mısır ekmeği ve laz böreğimizi yiyoruz.
Tüm enerjimizi vücudumuza konuşlayıp Sümele ‘ye doğru yola koyuluyoruz. Maçka yolu üzerinden Meryem Ana Manastırı olarak da bilinen bu inanılmaz mekana doğru yolculuk başlıyor.
Nuran Teyze bile bizimle tırmanıyor. Çıkışta yağmur başlamış vaziyette. Manzaraya baktığımızda ve gözlerimizde fotoğraf çektiğimizde tek şey var gerçek de ki güzellik.
Tepe, yeşillikler, sis, gizem ve doğanın inanılmaz zenginliği altındaki sükunet.
Dünyanın yaratılışı, İsa’nın mucizeleri. İznik Konseyi. Upuzun hikayeler hayatı, yaşamın doğuşundan gelecek zamana kadar olan kısmı anlatmakta bizlere.
Tarih yaşarken bir yandan onları da katledenler mevcut Celal bey’in demiş olduğu gibi sadece duvarlar da Ahmet ismi yazmıyor Alex de var.
Rfating sonrası sıkı kankim olan turun en geç delikanlısı Efe bir an patlıyor “ bu ne yaw formül çıkarmışlar taşlar!”

İnsanoğlunun var olanı katletmek üzerine sınırı yok, maalesef.

Ben inişte kendime yüzük bakarken Efe’nin babası Ergun bey karısına set kolye alıyor “ ama bak bir daha başka bir şey isteme evlilik yıldönümü falan burada kesin olsun” diyor gülerek.
Şen şakrak iniyoruz.
Acayip yorulmuşuz.
Tam bir hafta oldu dün denizde fark ettim ki sol ayak baş parmağım düştü. Sallanıyor Reebok da işe yaramıyor sanırım keşişler gibi yürümek gerekiyordu.

Dönüş yoluna geçiyoruz.
Geçmeden önce Zigana geçidinden yani tünel den Gümüşhane’ye varıp geçit hemen sonrasında ki peksimetçiden malzeme laıp bol bol fotoğraf çekip sütlaç molası veriyoruz.
Celal bey sütlaçın kendilerine has tuzlu bir şekildeve güzel olduğunu belirtiyor,bende ön yargıyla davranmayıp bir tatmak istiyorum. Aklımda Volkan Konak’ın “ kalk gidelim ziganaya” türküsü önümde eski bir teneke soba ve güveçte bir şahane sütlaç.
Gelirken Zigana’nın bir ucu yağmur ve sisli ama Gümüşhane tarafı güneşli.
Bilmem yeterince anlaşılabilir oldu mu Karadeniz Doğası.

Kaptanımız Naci Bey sabah buluşma noktamızda bizi bırakıyor ve oradan minibüslere binerek, manzarası ve konumu şahane bir otele konaklamaya gidiyoruz.
Yanımda Serap oturuyor, tedirgin ya onu hiç yalnız bırakmıyorum.
Karadeniz ezgileri arasında otele yaklaşırkan kardenizli kpatan bombayı patlaıyor.
“ kızın mı abla?”
-Yok arkadaşım
Yuh be a kardeşim otuz yaşında ki kız nasıl benim kızım olur ?
O kadar mı yorgun duruyoruz yoksa Karadeniz bizi yaşlandırdı mı?
Rakım 1500 Zarhan dağının eteklerine çömeliyoruz.
Saat dokuzu bulmuş.
Nem çok yüksek olduğu için.
Camlar açık ve her bir cama bir sineklik konulmuş ancak benimkinde o da yok, içeri giriyorum kapıda kitlenmiyor.
Görevli genç arkadaşı çağırıyorum, sakın böcek olmasın kapıda kapanmıyor.
-Yok ablacim ne böceği olsa olsa finduk böceği olur e oda gelursa sen bahceye kaçiverirsin olmaz mi?
Ne diyorsun yaw hadi onu öyle yaptın kapı açık böyle mi yatacağız o an da Serap ta yanıma geliyor.
+ Ne yapıcaz?
-Yapacak bir şey yok otel full ancak Celal bey ile paylaşalım.
Celal bey hale resepsiyonda kan ter içerisinde cebelleşmekte.
Durumu anlatınca görevlilere söylüyor onlar yer olmadığını dile getiriyorlar.
Araplar dolu.
-Olmaz ise benim odamı alın bu iki hanıma verin.

Ve böylelikle biz ayrı iki oda bulunuveriyor ve Celal bey’e de tabi.
Ama ertesi gün Lazca “ gökyüzünden düşen kar tanesi” anlamına gelen bu otelde yer bulunamadığı için başka yere gitmek zorunda kalacaktı.

Gece seksenlerin Ümit Besen tarzı bir sanatçı çıkıyor ve kasıp kavırıyor bizi.
Tüm yorgunluğum arasında gözlerim fal taşı gibi açılıyor bu coşku, bu heyecan bu yetenek kaşısında!
Yok böyle bir şey!

Karadeniz uzun hikaye yaz yaz bitmez.
Şu ana kadar sadece birinci günün kısa bir karması.
Yorgunluğumu azatlıkça yazmaya ve paylaşmayadevam.

Hey gidu Karadeniz.

Hiç yorum yok: