Hürriyet

25 Temmuz 2011 Pazartesi

Hey Gidu Karadenuz 3

Gürcistan sanat müzesinde Ayvazowski gibi benim eserlerini etkili bulduğum diğer değerli ressamlarında sergilendiği ve sevgili rehberimiz Celal bey’in özellikle gösterdiği girişte hemen sağda yer almakta olan yüzü tülle örtülmüş o heykel gözümün önünden gitmiyor.
Beyazlar içerisinde o kadar saf ki ve canlı, açıp gerçekten hüzün içerisinde mi diye bakmak geliyor gözlerine. Yoksa gülümsüyor mu?
Sanat, başka bir şey.
Bu geziden anlıyorum ki yavaş yavaş stres katsayım yükseldikçe ben, kesinlikle doğa içinde yaşamalıyım şehir hayatında işim yok. Arada sırada kontak kurabileceğim ama nehrimin aktığı; mümkünse telefon, televizyon olmayan müziklerimin çaldığı güzel taş yada tahta bir ev.
Hayvancıklarım ve mutlu yuvam. İnsan doğasına aykırı yaşamaya başlayınca şartlar gereği bile olsa işte sonu mutsuzluk. Koskoca üç yüz altmış beş günü kalk bir haftaya sokuşturmaya çabala. Mümkün mü, ama bunu yaşamak ve güzel insanları tanımış olmak bile insanı çok mutlu etmeye aday kılabiliyor.
Yaşamına anlam katıyorsun fark ettiğin diğer anlamlarla.

Sabah yine erken kalkıp o güzel adı kıvılcım olan otelimizden ayrılıyoruz.Selahattin usta ya hoşça kal demek istiyorum ama o henüz gelmemiş. Sabah 05:30 balkondan fotoğraf alıyorum. Garson yumurtaların pişmesini bekliyor, dün coşkuyla balkonundan gökyüzüne baktığımız bu şehrim biraz göz yaşı akıtmış, balkon ıslak yağmurdan.


Yeni rehberimiz ile birlikte son günü coşkuyla tamamlayarak dönüş yolculuğumuza geçeceğiz.

İlk durak Karagöl.
Ne Sapanca ne Abant. Burası Şahane !
Doğal tabiat harikası bu alana gelene kadar yollardan her birimizi ayrı ayrı topluyor rehberimiz yazık ki ilk işiymiş de,tecrübesizliğinde vermiş olduğu heyecanla yer yer ne yapacağını şaşırıyor adamcağız.
Celal Bey’in kulaklarını çınlatmaya başlıyoruz bismillah.
Taşlık ve yeşillik yollardan sağda çeşmesi görünen, bana hitap ettiğini düşündüğüm aslında benim diğer çiçek kızlarımın da tercihi olan ve sağda yer alan salıncaklar.
Şahane bir iskele. Duru bir göl, içinde kurbağalar. Renk tam benlik turkuaz dan maviye meşk eder gibi sular.
Sol tarafta tahta masalar ve tahta iskemleler ile çay ve dinlenme yahut piknik için masalar.
Ve ortada öylece süzülen hadi atla da seni yüreğinin gidebileceği yere diyen bir kayık.
Durur muyuz; Ergün Bey ve ailesi, Ankara’ dan gelen Mevlüt bey ve eşi. Pek tabi ki rafting kankim Efe’ler turu tamamladıktan sonra acele ile biz alıyoruz zira hemen geçmemiz gerek çünkü Artvin’e varacağız.
Kaptanımız Naci Bey karada ,denizde hakimiyetini gösterip dört kızı hem gezdiriyor hem yer yer kürek çekmeyi gösteriyor. Derya ve Serap arada korksalar da bize yola devam ediyoruz. Sonra onlarda alışıyorlar.
“ Bana bir şişe yakut, yer gök kırmızı” diyesi gelse de içinden insanın direkt aklıma İlhan İrem’in o güzel yorumu ile “sazlıklardan havalanan” şarkısı geliyor. Serap bana eşlik ediyor ve üzgünüm ki bu doğanın sessizliğini biz şen kahkahalarımızla bozuyoruz.

Çay alıp hemen geldiğimiz gibi geri dönüş yoluna geçiyoruz. Nuran Teyzem ile kol kola yürümüştük o yolu bu kez Bahadır ile dönüyor araçlarımıza binip, “ oyna dik oyna kollar çubuk olacak” şarkısı (şarkımız) eşliğinde Artvin’e doğru yol alıyoruz.
Artvin’e gelene kadar bize eşlik eden baraj manzarası ve tepede başında melek gibi haresi ile duran o dağ muhteşem görünüyor.
O sisi başımızın üzerinde gördüğümüzde aşağıdan yukarıya kat edilen yol beni şaşırtmıştı.
Oraya da ulaşmıştık. Zaten Artvin şehir gezisi sonrası çıkacağımız Yayla da solda çıkarken kelebek görüntüsü verilmiş gibi duran iki farklı tonda ki çimler, Boğa yarışlarının yapıldığı alan ve dağın üzerinde ki sis.

Artvin küçük bir kasaba gibi adeta.
Bize eşlik eden genç kaptana sorduğumda topu topu üç cadde var. Her cadde birbirine açılır diyor.
İsimlerini sorduğumda;
Biri Cumhuriyet
Diğeri Atatürk
Üçüncüsünü hatırlayamıyor, bende Medeniyet olsun bari diyorum.
Güner Hanım ile genç arkadaşa olmaz böyle yöresel bir şeyler araçta bulundur çal yolcun geldiğinde diyoruz.
Çocukcağız: “ haklısınız aklıma gelmedi, Araplar da çok oynak istiyorlar sanırım” dedi.
Ben Kafkas müziğinin o ruha dokunan ince ezgilerini hiçbir şeye değişmem.
Artvin yemek sonrası şehir serbest tur olacak.
Herkes o kadar açıkmış ki emniyet binasının tam karşısında ki mekanda bildiğiniz esnaf lokantası türü biraz daha şık üst katı nispeten orada konaklıyoruz.
Esnaf lokantaları da bana göre dünyanın en lezzetli yemeklerini sunarlar.
Ben çok bir şey yemek istemiyorum acıkmadım ama yemem, kaçırmamam gereken bir şey var ise hemen alayım diyorum.
Döneri meşhurmuş. Tabağıma bir parça döner, az pilav bir iki patates ve Artvin’de görüp de şaşırdığım tek şey içli köfte den alıyorum.
İçli köfte bizim İstanbul’da yediklerimizden tek farkı biraz daha yumuşak ve bol soğanlı.
Ama çok lezzetli.
Güner hanım her yerde yemek yiyemediği için benim tabağa benzer bir şey alıp bitiriyor beraber çarşıyı geziyoruz, diğerleri hala yemeklerini bekliyorlar.
Sonra araçlarımıza binip, 1250 m yükseklikte ki Kafkasör yaylasına çıkıyoruz.
Temmuz başında Boğa güreşi ve müzik şenlikleri oluyor demişti Celal Bey, şansınız var ise bir etkinlik bulabilirsiniz. Hiçbir şey bulmadık demeyelim ayıp olur Mevlüt bey’in eşi orada piknik yapanlardan köy ekmeği ve mercimek köftesi getiriyor birer parça.

Rehberimiz Lokman bey yaylanın hemen ortasında duran ve yaylaya çıkanların; yılan,fare gibi her türlü kemirici hayvandan eşya ve erzaklarını korumak için özel yapılmış ahşaptan adına Serenden denilen evi gösteriyor oldukça ilginç.
Mangal yapanlar, salıncakta olanlar.
Aşağıda ki küçük arena da ise; yaşayan halkın Boğalarının güç gösterisi oluyor ama Madrid gibi kan dökülmüyor yanlış anlaşılmasın sadece hayvanların iç güdüsel olarak birbirlerine alanda meydan okuma savaşı kazananın sahibi de sanırım altı bin lira kazanıyormuş.
Geldiğimiz tüm yolları geri dönerek dönüş yolculuğuna geçiyoruz.
Artık istikamet son kez Trabzon’u gezebilmek.

Trabzon’a gelmeden önce ikinci gün Rize bezlerini aldığımız dükkanda mola veriyoruz bu arada rehberimiz Lokman bey’in fıkra kitabı çıkmış orada satılıyormuş satın almak isteyenlere de dağıtıyor. İmzalayarak.

Trabzon’a geliyoruz aklım hep eski Trabzon’da kaldı gezemedik o GülbaharHatun Türbesinin karşısına düşen yani sağda o solda ki yol ayrımında o Safranbolu evlerini anımsatan o evler ve sokakları göremeden döndüm maalesef.

O kadar şey arasında o da kalsın derseniz, ben şükür ama neden kalsın derim.
Biliyorum ki esas rehberimiz yanımızda olmuş olsaydı ne yapar eder, oraları ucundan kıyısından yaşayabilirdik.Çünkü kaptan Naci bey ile ekip gibi çalışıyorlar, artı yolcularda uyumluysa şahane.

Trabzon’un ne büyük ve en önemli tepesi Boztepe’deyiz.

Boztepe bizim eski Gülhane de ki semaver ile çay içilen mekanın daha gelişmiş ve daha ve daha kesinlikle daha güzeli.
Şöyle tepeden şehri kuşbakışı sıfırdan manzaralayabiliyorsunuz.

Bizde semaver ile çayı alıyoruz kızlarla herkes birbirinin fotoğrafını çekme telaşında zaman kısıtlı ben de gün batımını.

O kadar mı güzel olur bir şehir de renkler.

Bazı yerler insanda farklı izler bırakıyor gün batımı da o imza, son nokta oluyor.
Ben bir şehirden yerden ayrılırken gün batımına, renklere bakarım.
O şehri anlatır hatta bana bir şeyler anlatır. Şehir ile biz hasbıhal ederiz aramızda kimseler bilmez, bir tek fotoğraflarım da konuşur.

Lokman bey’de bize katılıyor kısa bir sohbet sonrası meydan geliyoruz.
Şimdi Ankara’ya gideceklerin uçağı erken olduğu için önce onlar alana bırakılıyor sonrasında pide yemeden dönmem diyenler mekana bırakılıyor.
Rehber, ben, Güner hanım ve abisi dolaşmaya başlıyoruz.

Bir yandan bugün açılışı yapılan Olimpiyat oyunları nedeni ile protokol orada, bakan önümden geçiyor selamlaşıyoruz iğne atsan yere düşmeyecek şekilde.
Karavan da sandviç dağıtıyorlar hayat da almadığım şey. Lokman bey alalım kısmetimiz diyor hepimiz kuyruğa giriyoruz. Ardından tarihi camiye. Oradan meydanda ki eski adliye sarayı. Sonra eski konsolosluk önünde fotoğraf vakit tamam.
Parkta fotoğraf.
Lokman bey : Valla bravo siz her şeyi yaşadınız.
Bir yandan yanlış olaylar olmuş halk ayaklanmış meydan da.
Neyse arkadaşlar la buluşup buruk bir şekilde otobüse biniyoruz.

Artvin’ e çıkarken aşağıda otobüste bıraktığımız üçte döndüğümüzde aç sefil bizi bekleyen ama unutmadan ona da yemek ayarlayan bizlere garip bakıyor Hakkı. O suskun hali epey ve gerçekten suskun. Üç gün önce alanda ilk karşılaşmamız geliyor aklıma.
“ Bu tur için, Celal bey’ e ait araçtır değil mi?
-Hayur değuldur . B u Naci bey’in arabasudur?
Tamam tamam sen Karadenizlisin değil mi?
-He öylayum.
Tamam memnun oldum.”
Şelale önünde kısa konuşma Naci bey o an yanımıza geliyor “evet doğru araçtır buyurun” diye.

Celal bey’in küçük gönlümüzden kopan ikramı ben taktim ediyorum
“lütfen kusura bakma zarfa koyamadım bu sefer” diyerek Hakkı’yı da unutma lütfen.
Ne gereği vardı diyor gözleri buğulu ve üzgün Naci bey’in.
Ben bu turda birçok şeyi hissettim.

Her şeyden önce zamanla konusunda ne kadar şanslı olduğumu.
Doğru zamanda doğru insanlarla karşılaşabilmek bu olmalı hayat da inanmazdım.
Çocukluğumda ki böyle iki otobüs falan Hereke’ ye düğünlere gidişimiz, kazanlar da yemekler gezer gezer dururduk.
En son 3 ay önce kız istemeye gittik, sahilde oturduk “ ah nerede o eski günler tadlar, heyecanlar” dedim.
Bu turda bunu buldum.
Sanki biz yirmi beş kişi, rehberimiz ve kaptan ile yardımcısı ile yirmi sekiz kişi bir aile düğününe yada bayramlaşmaya köye geldik ve ayrıldığımız için üzgünüz.
Alanda hala “ oyna dik oyna “ şarkısını söylerken Serap yarın işe nasıl gideceğini düşünüyor.
Ben eşyaları boşaltıp yenileri aktarıp üç saat uykuyla başka yere geçeceğim.
İlk kez bir uçtan bir uca.
Ne kadar yorgunum hala bir hafta içerisine şu ana kadar sadece üç gece dört günü yazabildim.
Sanırım kalan iki hafta da da diğer mekanı.

Ben deli miyim?

Yaşamak güzel.
Ülkü hanım’ın dediği gibi
Yaşamak bir gün, o da bu gün.

Doğu Karadeniz’ e, memleketimin her toprağına. Taşına, ovasına, yaylasına, kuşuna.
Anadolu’mun o güzel insanlarına benden selam olsun.

Sevgiyleee

Oyy Sevdaluk !

Hiç yorum yok: