Hürriyet

29 Ekim 2010 Cuma

Dur Yolcu Dönde Bir Bak...

“Bayrağı bayrak yapan üstünde ki kandır,
Vatan eğer uğruna ölen varsa vatandır.”

Ne anlamlı sözler.
Vatanı vatan kılan o kadar ölen oldu, o kadar can gitti ki.
Bu gün Çanakkale’ye yolunuz düşse o hüznü hissedersiniz.
Kah denizden geçerken kah bastığınız her adımda.
Her adımın metre karesine kaç can feda edildiğini anlayabilseydi bu millet o zaman eskisi gibi yeniden şaha kalkardı.
Mesela Cumhuriyetimizin 87.yılı etkinliklerinde İstanbul’da kutlamalar iptal edilmiş. Pazar gününe ertelenmiş. (Hayır pazar günü birde ertelenen meşhur KPSS sınavı var.)
Evet,erteleme neden olmuş yani...
Sebep?
Aşırı yağış…
Soruyorum dostlar…
Kars’ dan Aydın’a
Sinop’dan Hatay’a kadar bir fiil işgal edilmiş topraklar üzerinde ;
Can,mal,namus,hayat,gelecek hesabı yapmadan yüreğini ,evet sadece yüreğini koyan.
Ninelerimiz,dedelerimiz hiç yağmur yemedi mi?
Hem ne yağmurlar
Ne karlar yediler
Ne açlıklar,hastalıklar gördüler.
Çaresizliğin en büyüğünü nefesleri ile karladılar cephe de o çukurların içerisinde.
Ne yemeği, ne ıslanmayı, ne ailesini düşündüler.
Bebeklerini bile cephede kundak da şehit veren yiğit anaların diyarı bu topraklar.
Bastığın yerleri iyi bil tanı
Korkma ,yazıktır incitme atanı
Buradan gelir…
Öyle olduk ki
Öyle bir toplum olduk ki; artık yağan yağmur bile bizi korkutuyor.
Cumhuriyet Bayramı neden kazanıldı çünkü bizler çok çalışacaktık, dinlenmek için.
Tatil yapmak için değil mi?
Diz boyu kar olmadığı müddetçe o çocuklar ve kamu görevlileri o törene katılmalı.
Tören ertelemesi ne demektir.
Yağmur yiyince zat ürem mi olacak çocuklar ya da büyükler.O çocuklar o törenleri yaşamadıkları müddetçe bu vatanın nasıl kazanıldığını sözde akşam programlarında ki sohbetlerle mi çözecekler. Hafızalar yavaş yavaş silinecek.Şükretmeyi unutacak.Sancak nedir dediğinde kendini erkekse askerde bulacak. Kadın ise şansı yok zaten kocası ne derse onu yapacak.
Oysa,kundakdaki bebekler bile o coşkuyu tatmalıdır.Vefayı bilmelidir. Sonra nasıl sahip çıkar toprağına,geleceğine.
Yada şöyle bakalım bugün Fransa- Türkiye futbol maçı olsa, İnönü Stadyumu afedersiniz o da değişti değil mi? Haklısınız.
Fi- Yapı stadyumunda maç olsa. Sizce o maç iptal olur mu? Ve oraya kaç kişi gelir.
Yani zevkler,eğlence ve günlük heyecanlar bu ülkenin gözlerine kadife perde gibi cuk diye inmiş.
Onun için Sayın. Onan “Dur Yolcu” ismini verdiği şiirinde şu dizelerle son verir hissiyatına:
“Bir harbin sonunda bütün milletin
Hürriyet zevkini tattığı yerdir”

Esas zevk budur.Ama kaybetmeden hiçbir şeyin kıymeti asla bilinmez.Bilhassa özgürlüğün.
Biz sadece bu gün dahi olsa; bize bu vatanı,özgürlüğü,seçme seçilme hakkını,hukuku,birey olabilme şansını tanıyan. Bunun olabilmesi için kendi hayatından çalan ve bunu gözünü kırpamayarak cesaretle yapan ninelerimize ve dedelerimize şükranlarımızı, aciz gözyaşlarımızı sunalım.

24 Ekim 2010 Pazar

Yıldızlar...

Evlilik çağına gelmiş bir kızın, ilk çıkan çeyizindeki dantel örtüsü gibidir aşk.
Özene bözene yayarsın…
Kırılsın,buruşsun, üstüne çay dökülmesin istersin.
Korursun.
Bir gece melteminde sessizce esen ılık rüzgar gibidir aşk.
Derine alamadığın ama nefesinle tüm içine soktuğun.
Şu anda nağmeler iniyor romantik gönlüme,
“Yıldızların altında.
Gözlerim kapansa da yıldızların altında”
Ne güzel yazmışlar sözleri.
Aşk da yıldız gibidir
Hep parlasın istersin,
Yıldızlara bakmak ne güzeldir.
Severim çokça yıldızları…
Dolu dolu güçlü durular ama hepsi aslında yalnızdırlar.
Sessizce dururlar uzakta.
Etrafa ışık verirler, ve sadece kendilerine ortaçağdan kalma bir kandil gibi…
Yıldızlar kayarken acı duyarlar mı acaba?
Yada bize mi öyle gelir? Mutlu mudurlar göklerde…
İnsan erişemediğine, erişemeyeceğine inandığı için mi ona öylece bakar durur…
Simsiyah göklerin aydınlık çehreleri yıldızlar,
İstisnasız hiç terk etmezler gökyüzünü.
Ne dolunaya aldırır.
Ne birkaç saat sonra doğacak güneşe.
Yıldızlar hep parlar
Yıldızlar hep ışıldar,
Sevmeyi bilen yürekler kadar.
Ümit yansıtır yıldızlar,
Umut verir, gözlerini ona çevirenlere…
Kayıp, gitmeyen güzel yıldızlar.
Bu gece de tüm güzel yürekler için ışıldayın.
Sen de benim yıldızım ol.
İster gökte parla
İster denizde çıkan
Ya da kolye de ki gibi taşlı.
En güzeli bayrağım da ki gibi hür ve güçlü.

22 Ekim 2010 Cuma

Yemeye Devam...

Neler oluyor ?

Tamam, çok iyi anladık.
Dünya değişiyor. Hızla gelişiyor.
Yarını değil bir sonra ki günü yakalamak telaşında dünya.
Peki, bizden önce yaşamış olanlar içinde dünya böyle değil miydi?
Elbette böyleydi.

1920’lerde doğmuş birinin,1970’lere vardığında gördüğü manzara.
Ya da savaş zamanı dünyaya gelmiş bir babanın evladına yokluğu anlatabilmesi nasıl zor ise bugün de böyle.

Yalnız o zamana göre bu zaman daha sıkı geçiyor.
Neden derseniz, o zamanlar kendi ülkemiz adına yazıyorum bu kadar dil,aile,kültür dejenerasyonu yaşanmıyordu.

Dil bitti.
Aşırı göç;bir özenti modası ile ne olduğu belli olmayan,üstelik çok paye eder bir olaymış gibi gittikçe yaygınlaşan televizyon kanallarında ki dizi çerçevelerinde de kullanılır olması tuz biberiydi.

Aile bitti.
Geçim derdi kadınları da çalışmaya yöneltti.
Eli para gören kadın farklı bir dünyayı keşfetti.
İnternet çıktı, erkekler karıları evde ev işleri ile meşgul iken; kendilerini sanal alemde mutlu ettiler.
Ev hanımları da aynı şekilde.
Bir de bunun iş dünyası tarafı var.
İş de flört arayışına giren erkekleri, kadınlar da izledi. Artık çalışıyordu, parasını da kazanıyordu.Kimseye muhtaç değildi. Sonra kocası da yeterince onunla ilgilenmiyordu.
Bir radyo karşısında veya mum ışığında sohbetlerle ömürlerinin altmış yılını bir yastıkta geçiren torunlar için bu hikayeler günümüz tabiri ile çok demode olmuştu.

Aşırı göç, bir arada nefes alabilmemiz için kaynaşmamızı gerektiriyordu.
Ne oksijen,ne karbondioksit olabildik. Pis nefesi dışarı atacağımıza içe, temiz nefesi attık.
Kaynaştık,kaynaştırıldık. Sağlıklı oksijen ile beslenemeyen damarlarda; temiz kan pompalayamadığı için arızalar çıktı. Çoğu sindi. Şu anda gerçekten nefes alamıyor.

Her şey değişti.
Kabul, dünya değişiyor. Hep aynı noktadan bakmıyoruz,gelişiyoruz ama değerlerimiz.
Oysa bir insan var olduğu, alabildiği değerler ile bir bütün daha doğrusu insandır.
Şimdi suni gündemler,diziler,hangi takımın hangi antrenörü gelmiş vs. gibi olaylar ile yatıştırılıyor. Vatandaş biraz daha presleniyor anlayacağınız.

Gıda işinde olduğum için,konuşmaya pek vaktim olmasa da firmayı ziyaret eden bir yetkiliye kafama takılanları sordum. Durum hiç de beyaz değil dostlar.
Hani bir zamanlar “Yerli Malı Yurdun Malı Bunu Herkes Kullanmalı”sloganı vardı. Ben ilkokuldayken böyle müsamereler tertip edilirdi. Herkes görevli olduğu ürünü anlatırdı.
Mesela elma ise ülkemizde nerelerde yetiştirilir. Nelere faydalıdır. Yemek yada pamuk gibi başka şekilde kullanılıyorsa,bunlar nelerdir? Tek tek anlatılırdı.
Doğum günü kutlaması gibi sınıf süslenir,kartondan taçlar ve çeşitli süslemeler yapılır. Birinci olana o taç takılırdı. Ve her öğrenci o gün evden ayrıca; kek,börek,çörek evde yapabilecekleri ne var ise tedarik eder getirirdi. Getiremeyen pastaneden kurabiye de alabilirdi. Sonra diğer sınıfların öğretmenleri gelir bakar, güzel eleştirilerini önce sınıf öğretmenine sonra öğrencilere sunarlardı.

Çocuklar böylece, öncelikle vatanını.
Vatanının nimetlerini;paylaşmayı,varlığı,birliği,bütünlüğü öğrenirlerdi.
Ne zaman ihtilal oldu,geçti. Ortaokula geçmiştim ilk Migros açılmıştı mahallede. Şimdiki gibi 2M, 3 veya 5 değildi.Amma...
Çeşit çeşit ürün vardı.
Şeker,çay,tüp için kuyruğa giren bir ülkenin yeni filizleri olarak; şahsen ben girdiğimde anlayamamıştım.Çok şaşırmıştım. Bambaşka bir dünya gibiydi içerisi ama ısınamamıştım tam,hala bazen düşünüyorum şu an bile alışveriş merkezlerinden pek haz etmeyişim bundan olabilir mi acaba diye.

Ucuzdu misal evden aldırmışlardı az biraz bakalım nasıl diye. Hiç unutmuyorum Danimarka peyniriydi değişikti tadı. Ben peynir manyağı olduğum için her çeşit peyniri tatmayı çok severim ama yine de alışamamıştım. Sonra da almadık zaten.

Biz, Çanakkale Ezine'den hiç şaşmadık. Damak zevkimiz odur.
Biz büyüdükçe özelleştirmeler ve varlıklaşır gibi görünüp aslında yoksullaşan bir ülkeye doğru gidişimizi,çalışmaktan pek çözemedik.Çalışıpta dünyayı da dönemedik zaten.
Çünkü bizim değerlerimiz vardı.Onlar ana-babamız gibi yıkılmaz kalelerdi.
Bu ülke sadece geçmiş dönemleri ile değil her döneminde yetişen çocuklarının geleceği ile kıyıma uğramıştır.
Bugün o beyefendi ile sadece beş dakika konuşabilme fırsatım oldu.
Lütfen işin içindesiniz bana eti bırakın yakında süt,süt ürünlerinde daha ciddi sorunlar yaşayacağımızı düşünüyorum. Birde biz sarımsağı bile ithal eder duruma geldik neleri ithal ediyoruz…
Şu bir defa yetişen domatesler doğru mu gibi sorular sordum.

Şimdi öncelikle yeni yapılan anlaşmalarda Süt Tozları ithal edilecekmiş ,süt yerine yani.
Bunların çoğu Çin.
Kalite belgelerinin bile taklitini yapan,mamalarının içine porselen maddesi koyan ülke biliyorsunuz,az çok okuyorsunuz.
Dünya da yasak bir takım tozlaştırılmış ürünler ama bizde serbest.

Sıkı durun bomba burada:
İşte tepkisizce, sessizce mutfağınıza / mutfağımıza giren ürünler. Bunları artık ;

ÜRETMİYORUZ…
AH ATAM .SEN KALK DA BEN YATAM Boşa dememişler…

Nohut İspanya
Kırmızı Mercimek Kanada
Kuru Fasulye Kırgızistan
Buğday Rusya
Toz Şeker Fransa
Ve elma bile,beş sene sonrası üretim hesaplanmış.Benim ülkemin çocuğu,yaşlısı,işçisi yiyemeden İngiltere’ye gidiyor. Çernobil çayları gibi kalanları biz yeriz nasıl olsa değil mi?
Sonra domates ve diğer tohumlar artık yok.
İsrail'den alınıyor ve birkez yetiştirebiliyorsun.Bizimkiler alıp ekmişler,ama böceklenmiş hepsi çöpe.Yetiştiremiyorsun yani.Öyle tasarlanmış ki mecbur almak zorundasın.

Allah bu ülkenin insanlarına yürek vermiş ama sanırım akılları çoğusun da eksik bırakmış.
Bu kadar aptallığa da müsaadeyi tabi ki çılgın olan yapar.
Yemeye devam…

17 Ekim 2010 Pazar

Bir Teselli Ver...

Teselli

Teselli, ne zor iştir.
Öyle eskiden bakkaldan alınan ve içinden seni bir anda güldürüveren ciklet çıkartmalarına benzemez.
En doğru ve tek kelimeyi o an söylemen gerekir.
O söz o karşı yüreğe değmesi gerekir.

Biraz önce anacığım arıyor,sesi bir tuhaf.
-Ağlıyor musun anne?
*Yattın mı, evrakı buldum, bu arada evlenme cüzdanı ile başka bir sürü lüzumsuz kağıt da çıktı.
Bugün anacığım ile bir tiyatro sonrası beraber yemek yiyip, kahve içip ona falını da baktıktan sonra babaevinden ayrılmışım. Ayrılmadan önce tesadüfen televizyonunun çalışmadığını görünce,kurcalamış ama servise haber vermem gerektiğini anladıktan sonra evime gelmişim.
Uzun zamandır annem evlilik cüzdanını arıyor ve televizyonun yani babam vefat etmeden önce aldığı son teknoloji ürünü televizyonun garanti belgesini ararken ki muhtelemelen geçerliliği artık yok o müthiş deftere ulaşıyor.
Ben çıkmadan önce radyoyu açmıştık onu dinleyecekti,hüzünlendi anlaşılan.
-Annecim geleyim alayım seni.
*Yok
(içini çeke çeke ağlıyor)
-Ne dinliyorsun Türk sanat musikisi mi?
*Yok pop ama çok güzel sözleri. Özlemişim deli adamı.(İşte esas mesele bu )
Babam sülale de biraz deli olarak anılır da. Yani aklına eseni yapan,yaptıkları genelde cuk oturan,mert, sözünü esirgemeyen, alt-üst tanımayan biriydi.Herkes önce insandı. Ve insanların en hayırlısı başkasına faydası olan derdi.

Yani herkesin korktuğu delileri sadece eve gelebilmek uğruna Eskişehir’den buraya akıl hastanesine elinde rakı şişesi ile gün aşırı ,otobüse bindiren sağ salim teslim edebilen tek polis.
Evlilikleri boyunca çok inişler çıkışlar olmuş. Çok anlatmıştır ve yaşamışımdır.
Neden çoğunlukla içkiydi tabi ve görevi.
Ama annem; huysuz bir kayınvalide,iki çocuk,gecesi gündüzü belli olmayan biraz ters ama onu seven bir adamla tam 38 yıl evli kaldı.
Bundan önce ki mahalle arkadaşlıklarını katmıyorum bile.
Her şeye rağmen sevgi doluydular.
Sancılı olsa da bir müesseseyi koruyabildiler.
Ekim sonu onların evlilik yıldönümü hala ben açar kutlarım, biraz ürkerek de.Çünkü annemi hislendirmek istemem bazen unutmuş gibi yaparım.Ama o hiç unutmaz.
Nasıl unutsun.
Şimdi ki gözyaşları da yalnızlığına,
Allah kimseyi yalnız bırakmasın.
Çünkü benden başka sık gelen yok. Arayan yok.
Bende hem delilik,hem huy bakımından babamın kızı olduğumdan artık ne ölçüp biçiyorsa.
Kah kavga ederiz, kah küseriz kah sarmaş dolaş oluruz çünkü o benim annem.
Şimdi ne söylesem teselli.
-Annem be seni de iki dakika yalnız bırakmaya gelmiyor.Neymiş şu televizyon tabi izleyemiyorsunuz dizileri başlıyorsunuz ağlamaya.
Gülüyor
Ohh biraz yani
Deliyi özlediysen ben buradayım merak etme.
*Evet seni bıraktı yerine değil mi(gülüyor)
İlla da kutlama istiyorsan ben sana pasta alırım (gülüyor)
Tamamdır...

Hayat, bazen kimin kimi teselli edeceği belli olmayan. Bir tarafın sürekli güçlü yıkılmaz bir kale gibi durmak zorunda olduğu. Kimi canlarımızı ölmeden toprağa bıraktığımız,kimini dualarla uğurladığımız ve bir an içinde yokluğu ile ateşlere düştüğümüz anlar silsilesi.
Kimin içinde ne tufan veya kaç yangın alevleniyor bilemiyoruz
Yaş altmışı birkaç basamak geçince de hiç bilemiyorsun, daha da hassassın.
O yüzden kendimi düşünmek bile istemiyorum...
İşin kötüsü, benim teselli için arayabileceğim bir evladım bile yok.
Ne yapalım…
Gülümsemek lazım her şeye
Şükretmek lazım aldığımız her nefese.

Yüzleşme

Bir kadın ve bir adam
Önü kıyıya bakan bir tren istasyonu
Peron 29
Nereye gittiği belli değil,
Zaten gidenlerin ve kalanlarında nereye gittiği,gitmek istediği belli değil.
Aydınlık kesimle,cahil kesimin ortak paydası hayatlardaki kaçışlar…
Herkes kaçıyor
Kimi dostundan
Kimi kendine bile açıklayamadığı kendinden
Kimi bekçiden
Kimi borç dan
Kimi geçmişinden
Kimisi geleceğinden
Bir istasyonda buluşuveriyor kaderleri.
Kimin doğru ve kimin yanlış olduğu repliklerde ortaya çıkıyor.
Bahsettiğim bir oyun
“Yüzleşme”
Bu dönemde böyle replikler,şaşırdım açıkçası
Üstelik Fatih’de sergilenen bir oyunda bu sahne dekoru muhteşem
Gar muhteşem tasarlanmış.
Ses ve ışık düzeni de aynı düzeyde.
Halatları uzaktan göremediğim için,oyun bitiminde tekrar öne gelip inceledim.
Çok güzel tasarlanmış
Oyun sırasından verilen dalga ve martı sesleri kendinizi deniz kıyısında hissedirecek kadar canlı.
Züleyha’yı oynayan Perihan Savaş o kadar asil ki. Sahne yi bastırıyor.
Bazı insanların doğadan gelen zarafetleri vardır o da bundan nasibini almış olanlardan.
Sesi,duruşu,bakışı hanımefendi. Hiç yaşlanmayan bir hanımefendi.
Yadigar’ı canlandıran ve oyunu yazan Arslan Kaçan ise muhteşem.
Koltuklar full dolu. Valla demek ki seyirci henüz öldürülememiş.
Çoluk çocuk herkes tiyatroda.
Her ne kadar tepkileri az olsa da,orada bulunmaları ve koltukları doldurmaları güzel.
Bence daha çok replik varsa da kesilmiş olabilir çünkü bir perdeye sıkıştırılmış gibi geldi.
Yine de mesajlar güzel.
Yolunuz tiyatroya, biraz sanat tadı almak için düşerse izleyin.
Muhteşem değil ama hayat kadar gerçek.
Güzel bir oyun. Emek verilmiş her şey alkışlanmaya değerdir

16 Ekim 2010 Cumartesi

Hemen Başlamalı...

Unutmuş gibi sözlerim...
Unutmuş gibi gözlerim...
Sanki hiçbir şey yaşamamış,
Hiçbir şey bilmiyor gibi beynim.
Sıradan,rütun,olağan.
Nasıl başlamak lazım yeniden,
Tencere alıp soğanları doğrayıp pembeleşinceye kadar kavurmak,
Hiç yemek yapmamış gibi günlerim.
Ne yemek yemek, ne yapmak istememek…
Sonunda unutturuyormuş bildiklerini.
Ben değilim sanki Belgrad da sabahın beşinde koşmaya giden.
Boğaz köprüsünde koşan.
Günlerce dans etse yorulmaz
Canlı,dinamik
Kaç kez dinledim başkalarını
Şimdi aynalar bile küs
Hangisi ihtiyaç ise o ütülenecek bugün de
Gülümseyerek uyanmıyor bu dudaklar,
Sevgi
Sözcüğü dışında unutulmuş tüm yaşananlar…
Kötü yaşadıklarımı delete ettim,
Sıfırdan başlamak için aynı kız çocuğunu arıyorum
Oysa babası da göçüp gitmiş
Ama miras bırakmış yüreğine
Her derdine ve her mutluluğuna
Huzur konma sırasıdır bu mekanlara
Yavaş yavaş usul usul damarlara zerk etmelidir mutluluk
Ve bu artık olmalıdır.
Kaldıramayınca gönül ağır geldiklerini beyninden otomatik silermiş
Hatırlamıyorum o yüzden
Dün de ne kaldı.
Hatırlamak da istemiyorum
Bana ne kaldı.
Huzur konma sırasıdır serçe yüreğime
Yavaş yavaş usul usul damarlara zerk etmelidir mutluluk
Ve bu artık olmalıdır.
Mutluyum,mutlusun,mutlular üçlemesi değil
Mutluyum hem de çok olmalıdır.
Ve bu artık olmalıdır.

Mutlu Olmak Herkesin Hakkı...

Bir vapurun hıçkırıkları, deniz köpüğüne gönlüne bağlarken yollara düştüm.
Oldum olası bir sevdiğim insan,bir sevdiğim Fenerbahçe dışında hiçbir bağım yoktur.
Karşı kıyı da acı anılarım olmuştur.
Bu sefer vapur tenha.Dünün korkunç yoğunluğu göz kapaklarıma inmek üzere.
Topu topu on ya da on bir yolcu Kadıköy’e geçmekte.
Kendimi huzura yolculuk yapar gibi hissediyorum. Hissetmek istiyorum.
Güzel havadisler almak istiyorum.

Doğum odaları rengarenk süslenmiş. Kapılarda pembe ve mavi süsler üzerine “hoş geldin….ismi” yazılı. Asansörde bana ismini zor lütfeden karamuk “umut” ile geliyoruz.
Ne güzel çocuk.MaşaAllah. Afacan, anneciğinin giydirdiği güzel kostümlerle sokağa çıkmış.
Bir çift elele,hanım hamiledeğil ama eşi de gelmiş doktor çağırdığında; kocası da ayağa kalkınca “sen değil ben gideceğim”diyor. Eşi çıktığında gülümseyerek” bitti mi” diyor.
Diğer hamile çift gülümseyerek bekliyorlar. İkinci bebeğe hamile hanım eşi ile orada,yanlarında kızları. Doktor hanım “ böyle çok tatlısınız ama büyüyünce olmadık insanları gösterip onunla evlenicem deyiveriyorsunuz mesela benim kız sünger bob ile evlenecekmiş” diyor. Hamile anne lafı patlatıyor “bence hiç evlenmesin”. Kadın bunalıma şimdiden girmiş olmalı.
Çoğu gülümsüyor ve elele,ne güzel.
Ben orada her zaman ki gibi yalnız muayeneye geçiyorum. Sabah yolda giderken ilk aklıma gelen şu zor kadınlık halleridir.
Yani evet biraz muhafazakârımdır ama o kadar değil. Yine de erkek doktora muayene olmak biraz rahatsız kılıyor insanı.
Rutin muayene sonrası açılmış yeni çiçeklerim ile bu kez esas yere iniyoruz.
Doktor mamografi almayalım biraz bekleyelim radyasyon yeni aldın diyor.
Ultrason için her zaman ki kata iniyorum full bebek kaynıyor. İnanamazsınız harika şeyler.
Sonra soyunuyorsunuz üzerinize bir kullanımlık bir örtü yatıyor ve bekliyorsunuz, en mahrem yerlerinizi göstermek üzere.
Öyle Fransız sahillerinde kumsala uzanmaktan bahsetmiyorum tabi Avrupalı yapabilir.Benim de müstakil bir evim olsa bahçemde havuza karşı yapabilirim belki. Ama flörtleri ile el tutuşmayan bir genç kız için bunlar biraz rahatsız ediyor bazen.
Erkek doktorlar bocalama jeli döküyorlar ve tarıyorlar.
Aman bu kez bir bayan düştü. Bocalama da dökmedi,lüzum oldukça. Yoksa her yerin vıcık vıcık jel içerisinde.
Sohbet ettik meğer ben evlendiğim yıl Cerrahpaşa’dan mezun olmuş.
Eski değerlerin kaybolduğundan vs.
Nasıl uzun sürdü, sıkıldım ama ne yapacaksın.
Aldık raporları çıktık tekrar doktora.
Yaşlılık zor zanaat riskler artıyor. Ve insan zamanında sahip olamadıkları için üzülüyor.
Çiçekler açmış yaşamaya devam.
Kontroller sıklaşacak.
Hala asansördeki erkek çocuk gibi içim umut dolsun istiyorum.
Sevgi sözcüğünü ne kadar çok özlediğimi düşünüyorum.
Bu kadar zor muydu oysa hayat.
Ne kadar yorgun olduğumu, başkalarını üzmemek adına hiçbir derdimi kimselerle paylaşmamaktan çektiğim ızdırapları. Aslında kimselere güvenemediğim için yaşamımın ne kadar zor olduğunu. Bir sürü bir sürü dalgalar.
Genlerin konuşuyor diyor doktor hanım.
Genler. Mendel kanunları bezelyeler.
Oysa ben bezelyeleri de severim.
Rahmetli babaannem, büyükbabam onu terk edip gittiği zaman bile onu unutmamış.
Her gün onu sayıklamıştı.Liseye geçtiğim zamanlarda, ona bir sürü çocuk veren ve karşılığında çok kötü ızdıraplar gören babaannemin; üst katına çıkan merdivenden
görünen pencereden hala onu beklediğini bilirim.
Ermeni soykırımını, Rus saldırılarını gören bir kadıncağız toprağı bol olsun beni çok severdi.
Sen bana benziyorsun derdi. Daha ilkokuldayken.
Onun yaptığı zulüm, Ruslarınkinin yanında hiç kalır derdi.Herkes bir yere gittiğinde bana muhakkak sen benle kal derdi bende kırmazdım. Başlardı anlatmaya. Çok sıkılırdım, çoğunu hatırlamıyorum bile dinler gibi yaptığım için. Aslında şu an bile müthiş hikayeler çıkardı.
Hayatı boyu zorluklar içerisinde geçen,tüm varlığı kız çocuk olduğu için erkek kardeşi üzerine kendi rızası olmadan geçirilen, aile fertlerinin rızası olmadan sevdiği adamla evlenen.
Ömrü boyunca çalışan ve ne yaptıysa tüm varlığı koca tarafından har vurup harman savrulan.
Ve hala onu bekleyen bir kadın.
Nasıl bir çiledir bu.

İnsan güzel düşünmeli.
Güzel görmeli.
Sevgi sözcüklerini kullanmayı çok seven insanlarla karşılaşmalı.
Bu aralar işin özü kendimi kötü hissediyorum.
Gerçek şu ki; gençliğimde düşlemediğim o beyaz atlıyı hangi parkurda bulabileceğimi düşünüyorum.
Önüme birkaç kapı konmuş. Ama ben bu kez yanılmadan doğru kapıyı tek seferde bulmalıyım.
Doktorun dediği doğruysa ki genelde şakkadanak ortaya söylerler.
Genlerini yaşıyor insan.
Rahmetli babam 65’ine girmeye bir hafta kala vefat etti.
Netice de görülüyor ki yaklaşık 20-25 yıl ömrüm kalmış olabilir.
O ömrü en güzel şekilde yaşamak, uçmak istiyorum.
Gülmeyin, uçmak güzeldir eğer doğru kanatlara sahipsen.

15 Ekim 2010 Cuma

Çiçekli Sofralar...

Babalar ve Kızlar

Güzel ve renkli sofralarda, ince dantel örtüleri serpilmiş. Üzerlerinde çiçekler bezenmiş,ılık ılık yemek kokularının insanlardan önce odalara doluştuğu sofralar düşlerim.
Yemeğe geçilmeden önce hafif çalan bir musiki gönüllere hitap ederken, sesleri ne çok yüksek ne çok az. Ama gönülleri bir olmuş insanların birbirleriyle sevgiyle muhabetleri eşlik eder, kahveli lokum tabaklarına.

Usul usul insanlar davet edilir sofralara. Kıymet bilenlerin,hayatı epeyce tecrübe etmiş büyüklerin ağızlarından çıkacak o tatlı sözler,laflar beklenir.
Sevginin derin izler açtığı bu mekanlarda hasret hiç bitmez ve hiç istemezsin o konuklar gitsin.
Her konuşma anlamlıdır. Hayatın tam ortasındasındır. Yemeklerin tadı damaklarda gezine dururken, en büyükler anlatır ve en küçükler sadece dinlemesini bilir.
Saygı vardır, hürmet vardır,edep vardır.
Sadece söylenmiş sözlere değil. Ağzını şapırdatmaz, elini ağzına götürmeden hapşırmaz.
Olur olmaz geğirmez. Sandalyelere yayılmaz. Bir güzel duruş vardır.
Çocuklar için özenle kurulmuş bir minik masa, gün gelecek onlar gibi olmak için heveslenilerek yenilen yemeklerin yerini alacaktır hızla.
Mutfakta ise en az yemekleri kadar becerikli hanımların asla dedikodu yapmayan, sofraya oturanları içerde çekiştirmeyen veya başkalarının sorunlarını ağızlarına lakırtı etmeyecek kadar aile terbiyesi almış hanımefendilerdir onlar.
Duruşu ile oturuşu ile. Bir bakışı ile asildir.
Orada ne televizyon dizisi, ne yaşam kaygısı, ne yarının telaşı vardır.
Orada aile, dostluk, arkadaşlık. Can vardır,hayat vardır.
Saatler ilerlemesin, bir an için donsun dilersin.
Taş plak dönüp dönüp aynı şarkıyı çalsa ve tüm galalar da hep o aynı film dönse.
Ama o ışıkçı şu işi hiç bırakmadı gitsin.
Bu güzellik hep devam etsin, ışıkçı lambaları açar ve perde kapanır.
Açılan her yeni perde eskisinden hep farklı ve hep eskisi hatırlatacak niteliktedir.
Çünkü artık kimse ne değer, ne de aile kavramını hatırlar olmuştur.
Özledim böyle zamanları.
Yitip giden tadı damağımda kalmış o en güzel zamanları.
Ve en çok seni özledim BABAM.

14 Ekim 2010 Perşembe

Çok Güzel Hareketler Bunlar...

Kuşlar uçar uzaklardan,
Yer yer gelir çatılardan
Bir katre kadar bedenleri, sığınıverirler yağmur günlerinde durak köşelerine.
Dilleri biz insanların anlayacağı kelimeleri değil, ince nağmeleri süzer.
Şakıyamaz kış ortasında onlar,
Üşür bedenleri, rengarenk tüy koymuşsa da Yaradan.
Süzülürler sessiz sessiz
Kimi cam kenarına
Kimi bir araba altına
Kimi olukların arasına.
Yağmurlar başladı,
Bir iki ay sonra belki don ya da kar.
Hepiniz az çok sıcak hanelerinize kuruluvereceksiniz usul usul
Ama onlar bir gıdım lokmaya muhtaç, köşe bucak kırıntı arayacaklar kaldırım aralarında.
Her gün ceket yada paltonuzun cebine biraz yemek yoksa bayat ekmek
Yoksa pirinç yoksa buğday
Dolduruverin
Bir iki, bir iki fazla ayak basmayan yerlere doğru serpiverin.
Serpiverin sevginizi
Büyüsün kuşlar
Sizlerin ellerinizle
Islanmış bir serçe gördüğünüzde
Korkak ve heyecanla usulca bakıverir gözlerinize
Can taşırım bende sen gibi der
Anlayabilirseniz sizlere,
Korkmayın, çekinmeyin etraftan öncü olun
Örnek olun
Sevgi için
Paylaşmak için
Daha mutlu bir doğa için
Yaşamaya yakışır hareketler için.

13 Ekim 2010 Çarşamba

Temas

Temas

İnsana dokunan en önemli yer gözdür.
Ortada fizikken bir şey yoktur ama bakmasını bilene her şey mevcuttur.
Anlayana.
Bu sabah her sabah gibiydi.
Otobüsler can hıraç dolu. Yer yok. Bulursan nimet.
Aksıran, tıksıran. Suyu hiç akmıyormuş gibi kokan.
Avrupa’da Türkler kokuyor deyince kızıyorlar, doğru söze ne denir.

Allah aşkına sokakta,yolda,toplu taşıma araçlarında kafanızı kaldırın da şöyle bir etrafa bakın.
Kadınlara özellikle.
Çünkü o kadınlar o evlatları yetiştirmekte.
Kendinizi,çocukluğunuzu.
Annelerinizi,teyzelerinizi düşünün. Bir gün kötü koktular mı. Bir gün bakımsız gördünüz mü.
Rengarenk,üst üstüne kat ve kat kıyafetler içerisinde gördünüz mü.
Onlar da saraydan çıkmadılar elbet ama saygı vardı insanlar da. Önce kendilerine ve dolayısı ile etrafa.
Böyle tip tip insanlarla dolu dolu vardık iş mekanına.
Her zaman ki gibi karşıya geçtim ve karşı kaldırımda yaklaşık iki haftadır köpeğini gezdiren adamı gördüm.
Çok tatlı bir golden retriever’a sahip. Benim hayalim de o köpek cinsi.
Çünkü çok akıllı. Dost canlısı,sıcak,vefakar.
Korur,kollar. Dış etken de birden kaplan kuvvetine bürünür.
Aslen zararsızdır.
Denizi sever.
Evde bırakırsan bir daha gelmeyeceksin diye ardından ağlar.
Öyle duygusal,içlidir.
Diğer köpeklerden daha sadıktır.
Şimdi bunları yazarken, kendim geldim aklıma.
Oldum olası itler ile bir bağlantım olmalı diye düşünürüm.
Yani,estağfurullah veya gülmelere gerek yok.
Ben kendimi biliyorum.
Çok sadık,çok vefalı,çok duygusal,çok içli,çok çok golden kadar varım.
Seversem ölmek vazifedir benim için,golden gibi.
Her neyse kaldırımdan karşıya geçtiler. Sadece gözlerimiz gözlerimize değdi. Ben onu görüyordum ama o beni fark etmiyordu birkaç gün önceye kadar. Sahibinin elinde tuttuğu uzunca tasmayı yırtarcasına bana doğru koşup ,dizlerimin hizasına patilerini koyuverdi aniden.
Kuyruk nasıl sallanıyor. Kokluyor,dört dönüyor etrafımda. Sanki sahibi benim.
Sahibi mi artık bekçisi mi bilmiyorum çünkü öyle insanlar da var. Çocuk doğurur bakıcıya baktırır. Köpek alır bekçiye gezdirir.
Gezdiricisi de durmak zorunda kaldı.
Kuyruk rüzgara tutulmuş, yel değirmeni.
Birden ayağa kalkıp bu sefere göğsüme doğru patilerini koyuverdi.
Nasıl mutlu, seveceğim ama durmuyor ki ben de şaşırdım çünkü ilk kez bu denli sıcak bir köpecik ile karşılaşıyorum.
İki dakika kadar mutlu mutlu yüzüme baktı, bende ona.
“Günaydın”dedim.
O mırıldandı. Bana muhakkak ki bir şeyler anlatıyordu kesin. Tabi lisanı bilemediğim için tercüme edemiyorum.
Boyu boyuma denkti neredeyse, duyan da selvi sanacak beni. Ortalama Türk kadını standartlarındayım işte.
Üstümden inince şaşırdı ne yapacağını bu sefer arkamda ki grupa yöneldi ancak baktı ki çoğu kaçışmakta vazgeçti.
Gezdiricisi bağı bana verse bugün bir köpek sahibiydim.
İt ite geçinir giderdik işte.
Duygu duygu...
Vefa vefa...
Seve seve...
Netice de insanların birbirlerine selam vermekten aciz olduğu bir dönemde, bir hayvan sadece gözlerime baktı ve bana sevgisini verdi. Selam verdi. Günaydın dedi. Nasılsın dedi.
Karşılıksız…
Var mı böyle bir güzellik.
Seni özleyeceğim dost…

Geçer Her Gelen Zaman

Öyle bir geçer, zaman ki
Dediğim aynı ile vaki…

Çok severim bu şarkıyı.
Son zamanlarda adı bir dizi müziğinde geçmekte.

Aile dramı,
Yaprak dökümü vakası değil ama 1960 Türkiye’sinde bir aile yaşantısı.
Ev hanımı, marifetli bir hanımefendi kadın.
Kocasına bağlı, zarif ve güzel.
Koca, denizci hep seferde yani orta da yok.
Varken de tam dört çocuk dünya ya gelmiş.
Sonuncuyu adam hiç istememiş ama o da babaya öyle düşkün. Babası geldi diye bir gece sabaha kadar kapıda uyuya kalıyor. Sonu hastanelik tabi.
İhtilal yaklaşırken, üniversiteli bir genç kız.
Ve iki lise öğrencisi diğer çocuklar.
Kadın tek başına yaşam mücadelesi verirken, bir gün öğreniyor ki çok sevdiği kocasının bir dostu olmuş.
Kadına yaklaşmadığı için. Sarılmadığı için. Kadın kocasının hep yorgun olduğunu, canının sıkkın olabileceğini düşünüyor. Ne yapsın adam sürekli gurbet ellerde.
Aslında adam yorgun ve morali bozuk değil.
Adam cennete. Sanıyor yani kendini.
Diğer kadın kalkıyor geliyor, her neyse öyle oyunlar oynuyor ki adam zaten zokayı yemiş.
Her ele bir tuş.
Ne karı, ne çocuk gözünde. Ne de o güzel yuva.
Karısı öyle cesur ki diğerinin şımarıklığı ve küstahlığı karşısında, bir anda gözü dönerek o diğer kadını bıçaklayıveriyor.
Sonra kendi kendine de “ ben bir hata yaptım ama nerede” diyebiliyor.
Diğeri şart koşuyor yanlış ifade ile hapse yolladığı adamın karısını bir şartla kurtarırım diyor.
Seni boşasın.
Böylece kadıncağız özgür kalacak. Kadın da adama kavuşacak. Yani birbirlerine.
Teklif geliyor.
Kadıncağız diyor ki : Bunu, onun fikirlerini nasıl yüzüme baka baka söylersin. Bende hiç gurur yok mu. Yani size mutlu mesut bir hayatı ben kendi ellerimle mi vereceğim. İlerde çocuklarınız olur,mesut yaşarsınız. Kabul etmiyorum. Boşanmıyorum.
Yani zaten hapis hayatı yaşıyordum yaşamaya devam edeceğim, diyor.
Beni öldürdün siz de ölün gibi belki.
Gurur, namus ve sevgi belki.
O yılların kadınına has düşünceler belki.
Bence o günden bugüne fazla pek bir şey değişmedi.
Fevakar,fedakar ve sabırlı kadınlar hala ömürlerini eritiyorlar.
Ancak değmez, zaten ( kadın olduğum için kadın gözümle yazıyorum) giden adam seni bir başka için değişmiş ise o adam yaramaz.
Yani çiçek üstüne kaktüs koklandıysa o koku maalesef o dikenlerden dolayı artık doğru koku asla alamaz. Dokusu bozulmuştur.
Öte yandan, zaten evli bir adamın aklına giren yosma/orospu/ipten çıkmış /arsız/namussuz vs… çaldığı gibi, yine çalacaktır.
Yani çalan da, hırsıza göz yumanda aldanacaktır.
Adam ise Rodin’ in düşünen adam heykeli gibi ellerini iki yanaklarına bitiştirdiğinde ise ;
“Öyle bir geçer zaman ki”ister istemez çalacaktır.
Bu böyle. Değişmez.
Boşa mı bizim ninelerimiz bizlere yaşadıklarını,duyduklarını anlatırlardı.
Anlayana masal değildi onlar.
Çünkü yuva yıkanların yuvası asla olmaz.
Allah, eninde sonunda o bileti keser.
Öyle dönenirler. Çala çala, çırpa çırpa…
E, netice de tencere yuvarlanır, kapağını bulur.
Anılara kapılıp kalma yani.

ÖZGÜRLÜK

700 m.69 gün. 33 insan.
Bu bir barkod numarası değil.
Bu insana değer veren bir ülkenin, bizim saatimiz ile bu sabahtan itibaren canlı yayınla dünya aleme verdiği insanlık dersinin özeti.

Tam 69 gün, 700 metre yerin altında mahsur kalmış Şili’li vatandaşlardan kah kurtulamazlar,kah altı ayı bulur, kah ölecekler derken çıkan tazminatlardan ortaya çıkan evli adamlarında hak istediği sevgilileri. Vesaire vesaire.

Dünya onları seyreyledi.
En azından içinden biraz olsun insanlık ölmemiş olanlar.
Onları yaşatmak için,ellerinden geleni ardına koymayan bir hükümet vardı.
Bir tünel hazırlandı. Özel kıyafet ve gözlükler. Bunlar tasarlanırken de bir yandan onlara moral vermek amaçlı kameralarla bağlantı kuruldu. Onlar kameraların kablolarına sıkıştırarak “biz burada iyiyiz merak etmeyin” diye ailelerine,sevdiklerine not ilettiler.
İçki haricinde tüm istekleri gerçekleşti ve beklenen şafak günü geldi.
Kısım kısım ayrıldılar.
İlk grupta daha sağlıklı duranlar, ikinci grupta tansiyon ve kalp hastaları.
Sabah mesaime başladığımda 2. çıkmıştı ve öyle gösteriler öyle söylemler yaptı ki değme ben diyen mikrofon budalalarına tur atardı. Görmek lazımdı.
İlk çıkan sessiz ve sakindi. Zaten ilk ve sonun tepkisi önemlidir hala üzerlerinde bir görev muhakkak vardır. İlk önce karısını sonra Cumhurbaşkanı’nı öptü.
Benim adamım Mario ikinci çıkan ise,onu beklemekte olan oğluna ve karısına koştu.
Hatıra diye çantasında kendisi ile birlikte dışarı çıkardığı taşları tüm basın mensuplarına ve orada bekleyenlere dağıttı.
Sonra propaganda yaptı. Halkı coşturdu.
Sonra sıra onlar için hazırlanmış özel odalara geldi. Karanlıktı gözleri uzun süre sonra ilk kez ışık göreceği için karartılmıştı.
Bir yanında eşi bir yanında oğlu özetle dedi ki :
“Bizi bir yıldız, bir artist gibi karşılamayın. (çünkü haklarında kitap çıkartacakları,reklam filminde oynayacakları söyleniyordu)Biz birer işçiyiz, görevimizi yaptık ve yapmaya devam edeceğiz. Buradan çıkarılacak ders her zaman güvenlik önlemlerinin yeterince sağlanmış olmasıdır. Bizi kurtarmak için çaba gösteren tüm görevlilere teşekkür ederiz.
Çok zor günler geçirdik ama Tanrı'dan ümidimi hiç kaybetmedim.Biz zorlu bir sınavdan geçtik.
Ve evden çıkarken bir daha ailemizi görebilecek miyiz hiçbirimiz bilmiyoruz. Bazen onlara sevgimizi, onları ne kadar sevdiğimizi söylemiyoruz. Aşk, dünyada ki en güzel şey aşk. Sevdiklerinize sarılın, bunu hissettirin”

Yurdumuza dönersek biz henüz utanarak yazıyorum böyle olaylarda ortaya çıkan cenazeleri bile toparlayamıyor. Üstüne üstlük; “madencilerin kaderi,madenciler güzel öldü”gibi tuhaf insana yakışmayacak söylemlerde bulunuyoruz.

Bir kısa empati oluşturulsa yerin dibinde 69 günden bahsediyorum.Asansörde 5-10 dakika kalmak veya gece yatarken karanlıkta uyumaktan değil.
Türkiye’de böyle olaylar karşısında yani ortalama 20 işçinin 55 saat kadar ( kurtarılmaya zaman sağlayacak kadar yeterli olmasa bile yine de iyidir) dayanabileceği sığınma odaları
elbet de var Şili’deki kardeşlerin kaldığı gibi ama topu topu 4 adet.
Bergama+Kastamonu+ Rize+ Siirt
Bunlar yüksek maliyetli işlerde değilmiş. Yani cep zenginleri ne zaman dışarı da kendilerinden başka insanlarından dünya denen yerde nefes aldıklarını kafaları dank edecek o zaman rant yerine refah düzeyi yüksek, yüzleri gülebilen insanlar oluşacak toplumlarda.
Ama Türkiye hala çok sevmiş olmalı ki bir zamanlar topraklarından yasakladığı rahmetli Cem Karaca ‘nın şarkısını dinleyip duruyor…
“ İşçiysen işçi kal”…

9 Ekim 2010 Cumartesi

Gerçekler...

Gözlerim akıyor,
Burnum tıkalı
Kulaklarım şişik gibi
Boğazım bir tuhaf ve tüm etlerim sızlıyor…
Sabaha kadar uyuyamadım yağmurla,
Nedense hayatım da bazı değişiklikler olurken, hep gecesinde yağmur yağar.
Bunun bağlantısını çözemedim yoksa benim bir takıntım mı bilemedim.
İş yerinden arıyorlar tam da güzel rüyaya dalmışım.
Kafamı kaldıramıyorum,
Üstelik yemek yemem lazım ve en azından bir ilaç.
Asprin dahi yok, kalmamış.
Eh ne de olsa genç evi.
Bacaklarımın da takati yok ama mecburum kalkmaya.
Su istiyorum veren yok...
Yaşlılık ne fena olmalı.
İşte o yüzdendir ya gerçek eşler o zaman gün yüzüne çıkar.
Böyle zamanlarda anamın tavuksuyu çorbasını,
Ve babamın başımı şefkatle okşayıp,alnımdan öpmesini isterim.
Anlayacağınız çocuk olmak isterim...
Ama bitiyor maalesef,her şey gibi.
Zorla üstümü giyip sarınıp sokağa çıkıyorum, en yakın eczaneye bir iğne yaptırsam belki en iyisi gerçekten çok fenayım.
Bunlar diğer arkadaşlardan bulaştı kesin, onlarda uçuk falan da çıkmıştı.
Onlardan olmasa her gün otobüslerde, bin bir insanla aynı havayı teneffüs ediyoruz.
Kurulup da şöyle arabalara hanımefendiler gibi gezemedik...
Uzun zamandır ne gözümün yaşı,
Ne burnumun akıntısı bitti.
Artık son şafaklardayım onun için acım fazla
Doğal olarak vücut direnci düşüyor.
Ablacım bana bir iğne yap kendime getirsin beni.
Hatta mümkünse hayatımın acı olan tüm kısımlarını silecek türden olsun.
-Buyurun ne istemiştiniz
Ama eczacımız yok o iğneyi doktor müsaadesi olmadan reçetesiz yapmıyoruz.

Yaw çocuk mu aldırıyoruz beş aylık da doktor istiyorsunuz diyeceğim olmayacak
Hiç yapmadığım şeyi yapıp son gücümle eczaneye kadar yürümüş ve hiç sevmediğim iğneye dahi razı olmuşum.
Yok olmuyor

Peki bana ver ne varsa beni ayağa kaldıracak.

- Böyle yapana kadar doktora gitseydiniz, kimseniz yok mu sizi şurada ki doktora götürsün.
Zurnanın zart …deyiverdiği son noktadır bu söz…
Bazen kaçmak istersin sözlerden, olaylardan,yaşananlardan sığınmak istersin kimsenin bilmediği bir yere . Evet, evet o yer nerede?
Hakikaten çok kötü görünüyor olmalıyım ki bana bunu söyledi kız ve diğer hanım.

-Buyurun oturun isterseniz
Yok sağ olun eve gidip yatmak istiyorum.
Ne kadar bunlar?
…4 adet kutu bu mu ? Yuh …
Allah yardım etsin, cümlemize…

Kucaklasa biri beni de şu merdivenleri çıkarsa…
İnsan her zaman yalnız işte.
Hele hele güçlü isen,baskın tarafsan. Arkadaş,dost,akraba hiç ama hiç fark etmiyor. Dışlanıyorsun.İstisnalar hariç. İstenmeyensin her zaman. Dünya bu.
Sözler söylensin, kahkahalar çınlatsın bir anda her yeri ama netice de hep aynı son.
Anam çağırıyor: Hem oraya, hem sana yetişemem gel ben sana iki gün bakarım.Topla son kuvvetini bana gel.

Sonra anam...Canım anam.
Ya senden sonra,
Babamın başımı okşayamadığı gibi sende olmayınca,
Her şey herkes yalan işte.
Bir anda senin için ölenler nerede? Yalanmış değil mi?
Bencil olmak lazımmış değil mi?
Almak,istemek lazım mış değil mi?
Karşılıksız açıp yüreğini, karşılıksız baktın değil mi?
Evet,sen en doğru olanının, olması gerekeni yaptın.
Babam çok güzel söylemişti.
Bırak her şeyi,koşturmayı biraz da kendine bak. Mutlu musun?
Mutluyum babam.

Çünkü her yağmurun ardından muhakkak güneş açar.
Ve hastalık sonrasında bu hassas yapıma rağmen ben daha dirençli kalkar ve yapacaklarımı sıralarım.

Az kaldı,her şeye deva olacak ilaçları almaya başlayınca düzelecek.
İyileşince hiçbir şey kalmayacak.
Nasıl ben gece yağmurla ağlarken kimse duymadıysa,
Gün gelecek bende sadece istediklerimi duyacağım.
Ve ağladığım her gece için, sadece ve sadece gülümseyeceğim.
Direnç düşüyor vitamin aldım; tabip iyileşeceksin hemen git,yat ve dinlen dedi.
Aynen öyle yapacağım.

İnsan, bazen gözlerini kendi elleri ile bağlayıp oturup bekler.
Zanneder ve ümit eder.
Oysa hepsi kocamannn bir rüyadır.
Aslen yaşam da bir rüyadır.
Hayallerimiz bazen sığar,bazen sığmaz.
Önemli olan er yada geç, gerçeği görebilmektir.

8 Ekim 2010 Cuma

Geleceğe...

Bir hafta sonu evde olmak yaramadı,
Nane limon havalarına girdim.
Gözlerimden ve burnumdan, şıp şıp damlalar iniveriyor.
Şömine çıtır çıtır işliyor kendini.
Önünde ki pöstekin tüyleri oturmaktan iyice yorulmuş gibi,
Cama doğru yöneliyorum, kendime çay koymadan evvel.
Dışarıda yağmur damlaları birbirleri ile hızla yarışmakta.
Hangimiz hangi dama veya hangi cama daha önce değeceğiz düşüncesinde.
İnsancıklar çoktan evlerine büzülmüş.
Kimi çoktan sarılarak uyumuş bile olabilir.
Alev çıtır çıtır bana buradayım diyor.
Belgin’ inimin doğum günü armağanı İngiliz fincanı ile çayımı yudumluyorum.
Yudumlarken yine aklıma sen düşüyorsun,
Her yudum da sen.
Ve yine sen.
Sensizlikte bile sen anlam katıyor gecelerime.
Hiçbir art niyetim yok, dostluğundan ziyade.
Bir iki laf, kelam
Daha ne olabilir ki.
Çerçeveleyememişim fotoğrafları, ellemek istemiyorum.
Beni üzenleri bugün olsa, bu akşam olsa bırakmak istiyorum.
Bir insan nasıl kendini bu kadar kapar ve kısıtlar…
Anlamak mümkün değil.
Bir çözüm bulmam lazım.
Yudum yudum çay boğazımda
İnsan, her şeyden öte hayatı içiyor bazen hızlıca
Bazense usulca
Şimdi usul usuldayım.
Bu akşam burnum tıkanmış, dudaklarım kurumuş ve epeyce yorulmuşken,
Senle konuşmak bile bana çok büyük keyif verdi.
Hiçbir şeyin yalan olmadığını bilmek.
Bir an olsun kendin için var olabilmek.
Kendin için ne yaptın deseler, son zamanlarda yaptığım listelerden tamamlanamayanları tamamlamak arzusundayım.
Dinlenmek, sesimi duyurmak çok iyi geldi bana.
Sessizce uyursam,belki yine senle konuştuklarım aklıma düşecek.
Ve yine tebessüm edebileceğim.
Yağmur yağıyor, hızla cama vuruyor.
Ev sıcak, çaylar sıcak.
Yudum yudum hayat
Bu gece de güzel.
Tüm gelecek güzel günler gibi…

KEDİ GİBİ NANKÖR...

İnsan karşısındakini aptal zanneder bazen,
Sustuğundan mıdır.
Yoksa, her şeyi bildiğini bilmediğinden mi
Ne büyük gaflettir kişinin yanılgısı,
Bir ses arasında, başka sese kayar insanoğlu.
Tatlı, hoş
Ve boş…
Çünkü, öyle seslerden geçmiştir ki ne duyarsa duysun boş.
Aldatmaca
Bile bile gider…
Bile bile.
Ve sanır ki…
İnsanoğlu nankördür. Çok doğru kedilere laf yok.
Onların dilleri pütürlü,
İnsanın kalbi.
Kedi sahipleri de öyle değil mi,
Tutsak etmişler bir hayvanı.
Yazık ya yavru sokakta kalmış ,ya gariban
Besle.
Karşılığında biraz elinde oyalansın,
Kucağında yuvarlansın…
Bir dostum öyle demişti her şeyin karşılığı var, şu dünya da
Her şeyin bedeli de var.
Yok, canım demiştim olur mu hiç.
Her şey sevgi dışında.
Sevginin, gerçek aşkın bedeli olur mu hiç.
Saçma.
O koşulsuz olur,
Zaten koşulsuz ise gerçektir.
Hala aynı şeyi söylüyorum.
O dostumun dediği gibi maalesef ben hiç değişmeyenlerdenim.
Kedi gibi bir yere sığıntı olanlar da bedel ödüyorlar,
Tüylerini döküyorlar oraya buraya.
Bugün okşama, yarın küfür.
Dünya böyle ben söylemiyorum, tarih hep aynı nakaratlar üzerine…
Gez, gül şimdi gönlünü eyle.
Viran olmuş şehirde kimden, kime ne…
Gönül, gerçek güzelliği anlayamadıysa hiç anlamasın zaten.
Pas pas olsun, kedi gibi sırnaşa sırnaşa…

Yaşasın Rekorlar

Bizde bir deyim vardır,
Bir deli bir kuyuya taş atar, kırk akıllı çıkaramaz…
1950’lerde bir barın içinde bir deftere yazmaya başlanmış.
En uzun adam.
Biralar devrilince, en uzun kadın.
En küçük ev.
Böyle gidiyor.
Tabi iş bizlere düşünce;
En uzun burunlu
En uzun balon
En büyük döner
Şimdi de en büyük omlet.
Dev omlet hem yenebilir olacak
Hem de göze hitap edecek
Sıkı durun, tam tamına 6 ton yumurta
Yani yaklaşık yüz binin üzerinde likit yumurta kullanılmış.
Ustalar karışır babam karıştırıyorlar koca koca kepçelerle.
35 aşçı iş başında.
Yetkili likit yumurtaların da kullanılabileceğini göstermek istiyoruz biliyorsunuz artık marketlerde beyaz,sarı ya da karışık arzunuza göre yumurta alabiliyorsunuz.
Hem de besleyici diyiveriyor.
Ben de izlerken nasıl yani diyiveriyorum.
Yumurta mı tavuk tan çıktı
Tavuk mu yumurta da bitti
Vay be kardeşim
Bunlar yakında Veli Göçer villalarında,havuz problemlerini de çözüverirler.
Artık köylerde horozlar da boş yere yiğitlik yapmasın gari…
Bir çılgınlık bir çılgınlık
Vakti zamanında 48 saat bir tiyatro Guiness denemesi içerisinde yer almıştım.
Bayılmak üzere olanlar buz gibi sular altına giriyorlardı, soğuk hava da
Ambulans kapıda.
Alınların teri ile kapattılar ancak hala Türkiye temsilcisi olduğu bile şüpheli olduğu söylenen kişinin de gelmesine,notere rağmen tüm emekler zayi oldu.
Bir hatıra kaldı elimizde
Kapıya koymayı akıl ettiğim izleyici defteri içerisinde ki notlar.
Oyun finalinde çaldırdığım 10.yıl marşı
Nedir bu Türkler’deki kendimizi dünya ya ispat etme duygusu.
Sanırım çılgın boşuna demiyorlar
Yani biraz delilik var
Yoksa hangi akıllı işi bunlar
İlk omleti yapan Afrika ülkesiymiş, açlıktan kırılıyorlar
Düşünün likit veya likitsiz 100 bin yumurta ile kaç çocuk doyar.
Neden hiçbir çılgın Türk’ün aklına hiç gelmiyor.
Dünyanın en büyük sofrasını kurmak
Ve o sofraya tüm yoksul yaşlı ve çocukları oturtmak.
Ki bizler sofra kültürü geniş toplumuz, en başta ramazanlarımız var.
Kardeşlik
Dostluk
Sevgi
Guinessi kırmak kimsenin aklına gelmiyor
İşimiz hep kalp kırmak üzerine.
Yaşasın rekorlar…

Ne Mutlu Öğretmen...

Emek.
Vefa.
Ve öğretmek…
“Bana bir kelime öğretenin kırk yıl kölesi olurum” denmiş .
Ne yüce bir duygudur öğretmek.
Ekranlarda bir hanım; saçları arkadan toplanmış, kulaklarında küpeleri . Hafif makyajı var yada yok. Koşuşturmaktan yorgun yüzü. Teni solmuş. Belli ki hem evde hem iş de koşturuyor.
Bunca yıllık emek ve çabadan sonra hak ettiği emekliliğe kavuşmak istiyor haliyle.
Otuz sekiz seneyi devirmiş meslekte.
Bir fiil.
Kah Anadolu kah İstanbul.
Binlerce ses binlerce çocuk.
Şu an Maltepe de bir okulda görüntülüyorlar.
Bu hanım bir öğretmen.
Fatma Öğretmen.
Emekliliğini istediği anda okuluna gelen görme engelli öğrencisi için vazgeçiyor.
Tekrar devem diyor. Tüm planlarını iptal ediyor.
Braille alfabesini öğreniyor .
Soruyorlar neden yaptınız?
-Bir karanlıktaki kişiyi aydınlığa kavuşturmak kadar güzel bir şey var mı? Diyor.
Önce onun dilini öğrendim,ailesi de yardım etti sonra ona öğrettim şimdi ilkokul 3.sınıf ve çok başarılı.
Biz anlıyoruz haberciler anladı mı ve seyirciler bilmem.
Size bir sürprizimiz var diyor kanal yetkilileri, ilçe milli eğitim müdürü gelmiş.
Bu nazik davranıştan dolayı plaket veriyor.
Haberci soruyor ne düşünüyorsunuz?
Öğretmenim heyecandan “bekliyordum yok yani beklemiyordum” diyor
Şu an ağlamak üzereyim.
Elinden sıkı sıkı tutmuş öğretmenini bırakmayan öğrencisine soruyor haberci.
Ne olmak istiyorsun büyüyünce?
-Komutan !
İddialı değil mi?
Şaşırmamak lazım aslında böyle güçlü bir kadının yetiştireceği öğrenci de en az onun kadar bakacaktır dünyaya, görmesi şart değil.
Nice bakar da görmez
Nice duyar da işitmezler dünyasında…
Netice de görmek istediğimizi görüyor
Duymak istediğimiz duyuruyor gönlümüz.
Ve en büyük kayıp ise yüreklerini kilitlemiş olanlar…
Maalesef onlara çare yok…

Yunus ne der, güzel der :

“İlim ilim bilmektir
İlim kendin bilmektir
Sen kendini bilmezsin
Ya nice okumaktır

Okumaktan murat ne
Kişi Hak'kı bilmektir
Çün okudun bilmezsin
Ha bir kuru ekmektir

Okudum bildim deme
Çok taat kıldım deme
Eğer Hak bilmez isen
Abes yere gelmektir

Dört kitabın mânâsı
Bellidir bir elifte
Sen elifi bilmezsin
Bu nice okumaktır

Yiğirmi dokuz hece
Okursun uçtan uca
Sen elif dersin hoca
Mânâsı ne demektir

Yunus Emre der hoca
Gerekse bin var hacca
Hepisinden iyice
Bir gönüle girmektir”


Ne mutlu Fatma Hocam sana…

7 Ekim 2010 Perşembe

BAHÇE DOSTLARI...

Dostlar düşlerim hep
Katıksız
Her halinden sana kabul
Her halinde eksiksiz seni seven
Seni görmeyince, duymayınca merak eden,
Ve onlarla güzel bahçeli mekanlar da var olmak isterim.
Bu yaşıma kadar aldığım tüm darbelere rağmen insan olanı sevmekten vazgeçemedim.
Gülleri koklamayı sevdiğim kadar içime aldım insanları art niyetsiz…
Aldandım mı?Hem de çok.
İçlerinden pek azı kaldı; o bahçede benle oturabilecek.
Bahçeye bakacak,gelip geçecek çok. Olacak da ama oturabilen çok az kaldı.
Bugün usta Prof. Tarık Minkari’nin vefat haberini gördüm sabah sabah haber puntolarında.
Yine küçücük geçilmişti.
Böyle bir adama az değil miydi?
Öz dostlaırm dışında,
Düşlediğim bahçelerde bu insanlarla da oturmak istedim. Böyle dostlarım olsun istedim.
Bir ara dernek işleri ile uğraşırken bir ablam o kadar istiyorsan Aydın Boysan ile seni tanıştırırım demişti. Geçen hafta beraberdik içki içtik vs.
İnanamadım çok isterim diyebildim ama ilk kez yürekten o cesareti bulamadım.
Ben kimdim ki
Ve onların yanında ne söz sarf edebilirdim.
Bazen, ki çoğu kez susarım böyle insanların sadece konuşmalarını isterim. Öğreneceğiniz o kadar çok şey vardır ki.
Tarık Minkari,Aydın Boysan, Oğuz Aral,Türkan Saylan,Tarık Akan, Hayrettin Karaca, Münevver İlmiye Çığ,Hasan Pulur,Bekir Coşkun,Gürel Aykal,Ara Güler, Oktay Sinanoğlu’nun meclisinde olmaktan onur duyacağım insanlar.Bir kısmı nur oldu bile çokdan.
Daha var mı? Pek tabi vardır.
Şu an aklıma ilk gelenler onlar.
Zaten Aydın bey’inde çok yakın arkadaşı olurdu. Beraber kırmızıları çekip Karaca,Çığ,Miknari,Boysan bir program bile yaptılar. Şimdi yalnız Çığ ve Karaca devam etmekte. Ve Boysan bugün “benden beş yaş küçüktü önce benim gitmem gerekirdi kanser den beni kurtaran adamdır”diyordu ağlarak.
Ne kötü bir travmadır bir can dostunu kaybetmek...
En son Saylan’ın cenazesinde Teşvikiye’deydim.
Muhakkak orada da aynı hissiyat var idi.
Yemiş,içmiş ve hayatı sindirmiş olan insanların bakışları,sözleri ve yorumları çok farklıdır.
Bir kere her şeye sevgi ile bakarlar.
Hayat da sevgiden öte bir şey olmadığını çoktan çözmüşlerdir.
İster titri prof, ister küfeci olsun hayat insanı büyütür. Törpüleyerek büyütür ama aslen sen, eğer sen isen değişmezsin. Çünkü doğan izin vermez.
Şimdi gerçek doğa değişmekte.
Ne bildiğimiz değerler aynı,
Ne sevdiklerimiz, özenip ve de imrendiklerimiz.
Bir turfanda meyveyi bile unuttuk mazi oldu.
Bu gün vefat eden gibi;
Böyle insanlarda yok oldular.
Kaideler gidiyor.
Yani binalar çöküyor dostlar…
Mekanları nur olsun…

2 Ekim 2010 Cumartesi

Kırdın mı bir kere...

Dümenini kırıverdin mi kıyıya doğru
Esse de rüzgar
Yağsa da yağmur
Toz, duman afet olsa da
Fark etmez…
Çoktan bitmiştir her şey.
Kırıp geçmişsindir o noktayı.
Nokta koyduğun yerden kıvrılıp geçmişsindir çünkü.
Artık her kumsal farklı
Her tekne başka
Ve yağmur bambaşka yağacaktır.
Üstelik ne yağacağını bilemediğinden bu da heyecan katacaktır.
Beklemek,
Ümit etmek
Umud etmek
Yaşama biraz daha kaynaştırır.
Belki bir an gelecek;
Bir günün on yıla bedel geçecek
Belki bir günün gelecek
Tüm kıyı ya vurmuş artıkları silip süpürecek
Bilemezsin.
Bunların olacağını bilemediğin gibi.
Tıpkı yeniden doğmuş gibi,
Yeni bir pencere açarsın yüreğine.
Ruhuna çekersin derin derin oksijeni
Gözlerine mavi bulut dikersin
Güneşe bakarsın
Gece doğan aya
Ve yeniden merhaba dersin dünya ya
Bir kere kırdın mı dümenini gönlünün yönüne
Arkası gelir,
Önemli olan rüzgarın güzel gelmesidir
Eserken seni de görmesi ve silmemesidir.

Bir Çiçekle Yaz

http://www.facebook.com/video/video.php?v=4066592286


Çok sevdiğim bir yorumcudur Melihat Gülses.
Eşi bestekar Necip Gülses’dir.
Bir vesile ile TRT kurumunda tanışabilme şansına sahip oldum.
O zamana kadar bülbül gibi sesi ile “günaydınım nar çiçeğim sevdiğim”şarkısını dinlerdim.
O ne yorum o ne güzellik.
O şarkıyı duyunca akan sular duruverirdi. Alır götürür derler ya işte öyle bir şey.
Bülbül gibi bir yorumun her şarkıda farklı rengini kulaklarıma ve ruhuma katmıştır bu hanımefendi.Yakından tanıyınca, bunun arkasında ki zarafeti de görebiliyorsunuz.
Yine eşi bestelemiş.
Yürekten severse insan.
Dağları delmek değil ama engelleri aşar kesin.
Şimdi bu şarkıyı dinliyorum, ne güzel sözler...
Benim için yeni bir nar çiçeğim vakası.
“Hiç gül koklamadım senin üstüne
İnan ki bu aşkın en güzel yanı
Geçmez diyorlardı bir çiçek ile yaz
Seninle geçen bu kaçıncı yaz
Eğer yürekten severse insan
Her mevsim yaz olur
Hiç keder kalmaz”
Sevdanın dolu dolusu
Sağnak sağnak yağar gönüllere gizlice,
Kimi bilir susar sessiz
Sessiz gider
Kimi bilir susar anlamaz
Anlamaz gider
Sevda çiçeğini taç yapanlar başlarına
Bilirler sevdanın tılsımını
Narin ve nadir sevda çiçeği
Kadife gibi
İpek gibi pürüzsüz
Üstüne gam,keder,dert düşse de temizler
Kir tutmaz
Kin tutmaz
Aşk tutar
Sevda yakar
Sevgi tutar
Sevgi düşerse yüreğe,
Eğer yürekten severse insan
Göz onu görür
Ve neye bakarsa onu görür
Sevda çiçeği taç olur

Seviyorum bu kızı

Ben, bana izin verdim bugün
Sokağımı seviyorum
Ekmeğim kalmamış, malum akşamdan keyif de olduğum için.
Şimdi simitçi geçer ise diyorum kendi kendime alırım yoksa hiç çıkmak istemiyorum dışarı.
On dakika sonra “taze simit” bağırıyor amca.
Seviyorum sokağımı
Annem, “ne kadar içtin bakalım dün” diyor telefonda.
“Bir de diyorsun ki kızı bıraktım.
Herkesi sen evine bırakıyorsun, seni bırakacak yok mu hiç?”
Mesele de o ya anam, ben o kızlardan değilim.
Ondandır çokluğum etrafa ve yalnızlığım kendime.
Ne çok seviyorlar; yer yer kendilerini buluyorlar ama bir türlü bağırlarına basamıyorlar.
Fazla geliyorum insanoğluna
Bugün evde olmalıyım
Kalan işleri toparlamalı
İstediğim gibi yapıyorum
Öğleden sonra telefon, bu sefer Silivri’ye balığa çağırıyorlar.
Gece bırakırız diyorlar.
Yok…
Ben almayayım, bugün ve yarın kendime ait kalmak istiyorum.
Kendimle baş başa
İnsan kendi sesini özlüyor çoğu zaman
Başkalarına verdiği yönleri biraz da kendine yöneltmek istiyor.
Netice de her insan gibi herkes istiyor.
Her şeyi toparlamışım biraz kolaylamışım.
Çamaşırlar yıkanıyor ağırdan
Bir bakarsın makineden sular taşmış
Banyo olmuş göl.
Çekersin, silersin sorun ne anlamadım
Yani “yediğin hurmalar sonra gelir seni tırmalar” derdi rahmetli kayınvalidem
Ne kadar zaman sonra kadın kadına meşke ortak olalım dedik.
Sen misin takılan?
Olsun ne yapalım
Seviyorum eşyalarımı…
Çaktırmayın aslında ben bu kızı seviyorum,
Hiç büyümeyecek bu kızı
O yüzdendir ; ne kadar yeni tanışmış olsa da bana sırrını anlatması birinin
O yüzdendir ; bir subayın annesinin otobüste başını omzuma koyarak ağlaması
O yüzdendir ; salıncakları sevmem
O yüzdendir ; dün tanıştığın birinin 29 ekim de tura davet etmesi
Kendine münhasır biriyim sanırım
Ve seviyorum bu kızı
Çaktırmayın koca kadın olduk da ama ben hala o küçük kızım
Onlar mutlu oldukça mutlu olan ve gözlerine baktığı zaman kimin ne olduğunu anlayan
Ve başkalarına bakarken birileri onu az çok tanıyan
Mirasım babamdan,nur olsun.
Kendimi tatilden gelmiş gibi hissediyorum.
Yorgun,durgun ve gülümseyen…

1 Ekim 2010 Cuma

Gölge Etme

Çaldığım kapılarda sen yoksun
Evet, evet sen yoksun.
Sen, en saf halimin katıksız aşı
Sen,yoksun
Ne demiryollarının rayları
Ne çayın şekeri
Benim kadar ,
Evet ,benim kadar sensiz kaldı.
Biliyordum imkansızdı
Ama zaten ben imkansızlar için vardım
Hayat hep zor olanı gösterdi.
Seni sevdim
Seni hep sevdim
Çayımın şekeri
Ekmeğimim zeytini
Denizimin katıksız kumsalı gibi
Sevdim,
Ne etmeliydim
Ne demeliydim
Susuyorsun
Bence de sus
Sus ve öylece kal
Anlamadıysan kal
Anlayamadıysan hep kal.
Söyleyecek söz yok
Sen mutlu ol
Yeter
Benim ki boş bir avuntuymuş,
Sessiz ce kal.
Gölge etme artık yüreğime
Düşsün gönlüm bu dert den sessizce…

Beyoğlu'na selam olsun

Beyoğlu Çıkartması

Kafam kıyak !
5 mi 6 mı bir şişe şarap oldu mu bilmiyorum ?
İnsanın canı sıkkınken daha güzel sarhoş oluyor sanırım
Nasıl yazdığımın bile farkında değilim şu an, öyle güzel başım dönüyor ki.
Çocuklar gibi şenim bu an.
Kardeşimi aradım iş dönüşü, yarın tiyatro oyunu var gider misiniz alayım mı diye ?
İstemedi. Ama iş arkadaşları ile Beyoğlu’nda toplanacaklarmış,gelir misin ? dedi.
Önce istemedim zira hiç birini tanımıyordum.
Ama tanışabilirdim.
İş den ayrılmaya ramak kalmışken biraz demlenmek belki ruhuma da iyi gelebilirdi diye düşündüm. Gelirim biraz durur giderim dedim . Olmaz öyle dedi.
İyi dedim.
Öylece gittim. Baktım 12 kadın
Tamı tamına bir düzüne
Ve ben yıllar önce ki şirketimden bir hanımı buldum
Nereden nereye denir ya? Aynen öyle
Oraya ulaşmak biraz meşakkatli oldu zira bana asmalı mescit dendi girdim sokağa böyle bir yer yok. Sonra öğrendim ki ağa caminin oradaymış meşhur tatyos’un yeri.
Tam sokağa girecekken gördüğüm çevik kuvvet de neyin nesiydi derken bir anda simitçi önünde o sesleri duydum. Beni bekleyen olmasa orada olmak isterdim.
Yürüyüş vardı. Güzel bir dünya isteği ve özgürlükler üzerine.
Epey terledim.
Yanlış vermişler adresi.
Vardım kadıncıklar hepsi orada.
Yıllar önce ki dost dışında bir avukat hanım ısrarla nerede tanışmış olabileceğimizi soruyor.
Şarkılar söylemek istiyoruz gelen iki çift biz ses istemiyoruz diye darbukacıları gönderiyor.
Yaw kardeşim kafeye git o zaman
Her yerde bir uyuz var muhakkak.
Biz kendi kendimize şarkıları meşk ederken, saz heyeti geliyor.
Ben başlıyorum oynamaya bahşişleri topluyorum, yıllar önce ki dost bana bak Duru bir daha eğilirsen ben yatırıcam seni bu sefer diyor.
E yani biraz önce iki kişilik masaya “ekmeğimizle oynuyorsun “deyip kızıp giden amcalar bu sefer yine geliyorlar.
Çökertme istiyorum
Yiğidim ben çünkü.
Yiğit Atatürk kadını.
Kardeşimin arkadaşları diyor ki valla kardeşin de ne marifetliymiş her şeyi biliyor siz nerelisiniz?
İçimden diyorum ki yaw esasında şahsen bir yerlere sığamıyorum ama aslen dünyalıyım.
Sevgi,dostluk,kardeşlik insanıyım…
Anlayabiliyor musunuz ? Gel o zaman yamacıma.
Herkes nedense bana bayılıyor.
Bir avukat hanım lütfen ortaköy’e gidicez sizde gelin diyor
Ben sinema/ tiyatro yapalım diyorum. Kardeşim kocalarımızdan boşatacak mısınız diyor
Valla dünya umurumda değil hele şimdi .
Biriktirmişim biriktirmişim ne sıkıntı,dert varsa
Gülmek ve sevmek tabi ki sevilmek istiyorum artık.
Kimse canımı sıkamaz an itibari ile
Çok güzel eğleniyoruz bize gün boyu eşlik eden fotoğrafçılık mezunu Ömer’den hayran kaldığım tuzlukları rica ediyorum parasını vereyim alayım diye.
Tamam abla sesini çıkarma al diyor. Üstüne karabiberi de getiriyor.
Oh ne ala
Üstüne tatlı sırf bizi yani insanlığımızı sevdiği için
Art niyetsiz gencecik üniversite öğrencisi üstüne kahve ikram ediyorlar normal de bunların hiçbiri ikrama dahil değil.
İnsana var ama
Burada rolüm var mı .Kesinlikle.
Ben farklıyım bunu bir kez daha gördüm.
Arkadaşlardan biri hatıra diye küpe dağıttı ilk kez gelen yabancılara verdi ve bana da kardeşim de istedi ama ona kalmadı.
Dışarı çıkarken Ömer’in kardeşi bize çok teşekkür etti. Bu arada küpelerinizde çok güzel dedi.
Bir güzel insanlık o çalgıcıların bahşiş alması taa evlerine kadar uzanacak bir zincirleme esasında .Çünkü o amcalar o gece ki nafakalarını karılarına teslim edecekler.
Üç lira beş lira…
Belki çocuğunun pazartesi harçlığı ben gözlerinden anlarım insanları .Katkım olduysa ne mutlu bana.
Aslın da ben kadınlardan çok karma ya da erkeklere sohbet severim ama bu gece de çok güzeldi. Güzel birkaç insan beni anladı bunu sezdim. Frekans tuttu yani.
Kardeşim bende kalmadı tek başıma döndüm eve.
Arkadaşlarını Cerrahpaşa ya bırakıp yürüyerek geldim eve.
Kafam güzel.
Taksiyi beklerken durakta fesleğenleri gördüm, ne kadar güzeller ellesenize dedim hanımlara
Avukat hanım :
Hayat ayrıntılar da gizlidir ve bu ayrıntıları fark edebilen gerçek insanlar mutludur. Ne mutlu sana. Sen gibilere hayranım dedi.
Ben neymişim abi yaw
Peki, neden bir abi bana bunları demiyor yada diyemiyor ???
Şu an içimde ki her şeyi söylemek ve yazmak istiyorum hiçbir engel olmadan.
Hiçbir …
Hiçbir şey olmadan sevmek
Mesele bu ya sevmek.
Seversen, sevilemiyorsun gerçekten…
Kafam güzel.
Eve geldim yalnız ve sessiz her yer karış karış.
Soluk soluk yalnızlık
Dışa gülen içe ağlayan duvarlar, senden başka kim bilebilir beni?
Ama
Gülümseyerek uyuyacağım birazdan
Hiçbir zaman yatmadığım şekilde yatacağım bu sabah küplerle
Beyoğlu’na selam olsun.
Ve ben gibi dimdik kadınlara…