Hürriyet

26 Kasım 2011 Cumartesi

Dedemin İnsanları...

Dedemin İnsanları…

Dedemin İnsanları, dün vizyona girdi.
Akşamın o saatinde oldukça kalabalık sayılabilecek kadar seyirci ile bütünleşmesi güzeldi.

Çağan Irmak’ın şu her konu da asla unutmadığı “vefa” duygusuna hayranım.
Aslında insani erdemlerinizden birisi olan bu olgu artık günümüz dünyasında yol alırken; çok aranılan ve unutulmuş bir nitelik olarak anlam kazanıyor insan yaşamlarında.
Güzel, hafif ve yorucu olmayan bir senaryo üzerinden; özellikle yetmişli yıllarda çocukluğunu geçirenler için ufak dokunuşlarda bulunuyor.
Filmi izledikten sonra karar verebiliyorsunuz;

Ya ilçeye gelen yeni belediye başkanısınız,
Ya eskisi…

Ya dedikodu yapan ağzı boş kalabalık esnaf,
Ya hem öğreten hem eğiten bir ticaret erbabı…

Ya sevgisizsiniz,
Ya sevgisiniz.

Mübadele zamanında karşılıklı olarak yaşanan;her insan üzerinde travma yaratabilecek olayları çok hafif, adeta iğne oyası gibi işleyerek geçen;
Çocukların dünyasından kocaman bir bakışla harmanlayan bir film.

Ve film içerisinde Sn. Irmak’ın hep yaptığı gibi her karakter başak bir zenginlik rol küçük olsa da anlatmaya çalıştığı pek çok şey yer almakta.

Küçük çırak Tahsin’in hem oyunculuğuna hem kendine bayıldım.
Çocuklar yaşam içerisinde ne kadar masum gözükürken yıllar geçince çok farklı,
Ya da kötü nitelendirirken etrafı ileride çok iyi bir insan olarak çıkabiliyor.
Bu niteliklerde en büyük pay sahipleri de istinasız büyürken yol gösterimcilerimiz sanırım.
Kendi adıma tekrar şükrettim bana ışık tutanlar için…

Dedemin İnsanları…
Benimde İnsanlarım…
Hepimiz azcık üç şekerli…
Aynen.
Babam ve Oğlum gişesini veya etkisini bırakacağını sanmıyorum ama başarılı olsun isterim.
Dedemin İnsanları, film içerisinde bahsedildiği gibi
Sessizce kaybolup gittiler. Nerelere gittiler o güzel insanlar sanki hiç yoktular.
Ama iyi ki vardılar.

23 Kasım 2011 Çarşamba

Yıldızlar Kayar Sonbahar da...


“Elbet bir gün buluşacağız
Bu böyle yarım kalmayacak.
İkimizin de saçları ak.
Öyle durup bakışacağız”

Bebeklik anılarımda.
Kars’da hatırama derin işlenmiş çok güzel bir şarkıdır.
Yıllar geçince unutup da , bir gün evde ..
“Evet evet, anne hani Kars’da dinlemiştim de unutamamıştım.Sana sorduğum şarkı bu!”
-Hah buldun mu sonunda..
Çok etkilenmiştim.
Anne-kız sahnede şarkı söylüyorlardı.
Birinin saçları sapsarıydı.
Çok güzel yorumlamışlardı.
Yanlış olmasın, sanırım henüz üç yaşındaydım.
Anneciğim :
-Evet, söylerler.
Şükran Ay’dı o ve kızı.
Şükran Ay’ı ilk kez o zaman tanımıştım…
Ve hiç unutmadım.
Büyüyünce hayatıma giren sevgili Savaş Ay gibi…
Onun çok fazla bilinmeyen yönü ile,
Sevgi dolu, yorumu ile
Rahmetle anıyorum.
Kasımları sevmiyorum.
Sevemedim.

14 Kasım 2011 Pazartesi

Esin Esin...

Kayıp giden yıldızlar…

Kayıp gidenler, hayatımızdan çoğaldıkça.
“Ben böyle hayata, hayat mı derim?”
Öyle yorumluyor o güzel sesiyle esin esin…

Sevdiklerimiz yaprak gibi düşerken yere…
İşte Halil bey diyor ya: “ Derdi nedir bu sonbaharın?”
Derdi yok aslında.
O da vazifesini ifa etmekte. Dünya üzerinde, her iyi ve her kötü gibi…
Sevmedim, sevemedim bir türlü şu kasım ayını.
Kasım uğurlananların ayıdır.

Gerçek mana da.
Aydın.
Çağdaş Türk kadını.
Kimsesizlerin meleği.
Sokak çocuklarının annesi.
Barış elçisi.
Müziğin notası.
Hocası.
Sanatın her kolunda başarılı üstün bir yetenek.
Türkiye Cumhuriyeti için acı ama gerçek bir kayıp.

Böyle değerler aramızdan ayrıldıkça;
Biraz daha anlarız çıplaklığımızı.
Cehaletimizi.
Ne kadar boş işlerle ömür geçirildiğini,
Ve dünyanın aslında nasılda yokuş aşağı iğrenç bir uçuruma indiğini.

Bizlere folk müziğini tanıtmış.
Ruhi Su’dan tutunda, Aşık Veysel’e
Oradan Nazım’a a kadar.
Bir sürü ama bir sürü güzelliği bize katan bir değer.
İnsanlığın acı günüdür,bu gün.
Sanatın acı.
Ve sevginin sustuğu gündür…
Kim bilir bir daha ne zaman gelir senin gibi biri?
Işıklar içinde kal güzel insan.
Seni çok ama çok sevdim.

5 Kasım 2011 Cumartesi

Bayramlar İçimizdedir...

“Bir dünya yarattım
Yalnız ikimiz için
Seninle ağlayıp
Seninle gülmek için”

Der, Rahmetli Taner Şener güftesinde ve bestesinde Erol Sayan.

Bir başka sevgiye yer yok benim dünyamda diye gider.
Sazendeler icra ederler, renkli ışıklar altında.
Zor mudur?
Bir kişiyi sevmek
Her şeyi orada, tüm sevgilerin o iki kişi için buluşması.

Sanmıyorum.
Eminse insan kendinden,
Ve güçlüyse;
Yüreği.
Hislerinden,
Değişmez.
Değişemez…
Sever.
Ve bestekârların eşlerine yazdıkları şarkılar gibi biz dinleyicilerin bayram sabahlarına katık oluverir aniden.

Bayramlar yoklukların
Varlıkların
Ortak buluşma sofrasıdır.
Bazen an gelir düşmanına bir merhaba demek zorunda kalırsın.
Yahut
Öylesine yalnızsan
Kediye kuşa
Yalınsız bir merhaba !

Bayramlar güzeldir.

Bayram gerçekte içimizdedir aslında…
Gelecek ve var olmuş tüm bayramlara …

2 Kasım 2011 Çarşamba

Yanıma Düş Yar...

Yüzde tebessüm,
Dudaklar mühürlü.
Sükut ikrardan mı gelir?

Aşk, gerçek midir?
Değilse sevgi nedir?
Ah bunlar hep ondan dediğin
Felek nedir?

Dost, dost mudur?
Yoksa iyiliğinde de kötülüğünde de susan mıdır?
Peki aşığın saza vurduğu nedir?

Ehlisinden kelam duysan,
Perdesiz, gönlünü açsan
Niceleri geçer de görmez
Kimisi girer de kıymet bilmez
Dahası henüz görebilen var denemez.
Ne ararsan dünya işinde Allah’ı
Yaren dediğin,
Düşünde
Özünde
Dilinde
Sözünde
Gözyaşında
Gözbebeklerinde…

Ey dost !
Bulamadım senden başka aşk içimde…


Bir mum yaktım sana doğru…Özümden gönlüme, yanıma düş yar

1 Kasım 2011 Salı

Hayat Hikayeleri...


alt=""id="BLOGGER_PHOTO_ID_5670097283764340162" />






Hayat Hikâyeleri

Hayat hikâyelerimiz, aslında çok farklı görünse de netice de benzerler birbirlerine.
İçinden yüklü bir tren misali, duygu geçmiştir.
Yükleri yağmuru indirmiştir.
Sevdanın yalan olduğunu haykırmıştır, çalan o son siren.

Onun ufacık gözlerine bakıyorum.
Bir siyah zeytin gibi bereketli ama toprağından koparılmış kadar hüzünlü.
Yanında oturan, ağzında dişleri olmayan ama çok da yaşlı sayılamayacak bir kadın tutuyor onu ellerinden.
Ama o durmuyor,
Çocuk işte oynamak, zıplamak istiyor.
Kadın dayanamıyor, kaldırıp bana doğru çeviriyor yüzünü.
Göz göze o an geliveriyoruz işte.
O masumiyetle.
İki küçük elde, ufacık narin parmakları ile bana bakıp “gel” diyor.
Çocuk ağzıyla kelimelerde kendisi kadar şirin.
Çantamı açıyorum ne versem diye, otobüsün sırtımızı dayadığımız bölümünden sarkıyor.
Ben aradıkça torba gibi çantamda o da bana yardımcı olmak istercesine bir dikkat bakıyor.
Yanındaki kadın:
-Çok yaramaz diyor
*Akıllı çocuklar yaramaz olurlar.
-Bak teyze sevdi seni.
Çocuk gözlerime bakıyor, o ufacık iki avucunu masum dudaklarını götürüp sonra bir buse ile bana geri gönderiyor.
*Canım benim, benden sana kocaman sevgi. Ama senin ellerin buz gibi.
-Geçen gün yüz milyon verdim mont aldım, yirmi milyon verdim hırka aldım ama giymiyor çok yaramaz.
*Siz sürekli böyle derseniz olmasa da olacak sonunda.
-Nasıl?
*Sevin onu sevin.
-Ah sen bilmiyorsun çok yaramaz. Fırlama fırlama
Çocuk da kendi lisanı ile fırlama diyiveriyor hemen.
Çantamda bulduğum, iki gündür öğlen arasında yerim düşüncesi ile sabah akşam işe gider gibi çantamda yolculuk yapan mandalinayı bulup veriyorum.
Sedanur bakıyor öyle, inceliyor.
-Teşekkür et teyzeye
*Yok teşekkür edecek bir şey yok.
Bir yandan çantamı karıştırıyorum geçen sabah pastaneden bana hediye ettikleri o köpek oyuncağı arıyorum .Çok şirin bir anahtarlık.
Bulup uzatıyorum korkuyor.
-Korkar o elleyemez
*Korkma bak o da senin gibi cici
-Korkar korkar
*Korkar derseniz korkar söylemeyin şöyle
Bak cici bu senin gibi, sev onu sen bu akşam yatacaksın buna sarılıp.
Bakıyorum elliyor, sarılıyor sonra kadına doğru uzatırken kadın hemen
-Korkar çok korkar zaten köpeklerden
*Bakın söylemeyin şöyle zaten bu köpek değil oyuncak, bırakın alışsın.
*Sev bak ben seviyorum ne kadar güzel, ne kadar cici.
Sen nereye gidiyorsun Sedanur?
Kadın:
-Beyoğlu’na
Birden duruyor, afallıyorum.
Nasıl yani sorusunu sormak için dilim değil yüzüm çok iyi ifade etmiş olmalı ki kadın hemen,
“Beyoğlu’nda kimsesizler evi var ya. Hah biz orada kalıyoruz”
İçim nasıl oluyor nasıl anlatamam.
Bir yanındaki kadına baktım,bir malum beklenen geleceğine...
Kapıp götüresim koynuma sarıp ömrüm boyu sevesim aktı içimden
Elden ne gelir...

Bana öpücük yolluyor,
Gülümsüyor.
Ön koltuğun arasından bana gelmek istiyor.
Sümükleri yüzünde kurumuş, elleri buz.
Ablası oje sürmüş parmaklarına kırmızı
Yarısından çoğu silinmiş.
Yazarken bile içim ağlıyor gözlerim doldu yine.

Henüz üç yaşında…
İki gündür ağzıma limonata tadı geliyor, sebebini çözemiyordum buldum.
Hislerim ne kadar derin bugün bunu daha da iyi anladım.
O henüz limonata bile içememiştir.

Eskiden bir mendilci teyze tanırdım.
Yarim bulmuştu. Fark etmişti.
Sokakta kimsesiz tek başına; bağırmadan, ağlamadan, sızlanmadan utanırcasına boynu bükük kağıt mendil satardı.
Yarim ile bizi çok beğenir, ondan her alışveriş yaptığımızda dua ederdi.
-Siz çok iyi insanlarsınız. Allah’ım sizi hiç ayırmasın…

Benim Sedanur için duamda, kaldırımda ki mendilci teyzenin duasından farklı olmayacak.
İster tercih de,
İster yazgı

Önüne bilemediğin, hiç göremediğin belki de başkalarınca sen hiç bilmeden tasarlanmış koca bir kaya.
Takılıyor ve dibe iniveriyorsun.
Her dibin bir çıkışı elbet var çünkü nefes alıyorsun.

Ancak o yazgıyı yada tercihi maalesef değiştiremiyorsun.
Sedanur’da sadece bana ben inerken seslendiği gibi:
“Ditme” diyecek. Ve aç olduğu için sevgiye bir umut bekleyecek, başını gerçekten sevecek bir eli.

İşte yazgı yeniden devreye girecek
Ya gülecek
Ya üzülecek

Umarım ömrü boyu gülenlerden ve mertlerden olur…

Kimsesizlere gitsin…

31 Ekim 2011 Pazartesi

Özgürlük Nedir?


Ufkun taze incelikleri sarmış bedenini.
Yer yer esen Lodos’un bir hükmü yok bedenlerde.
Derinden esen yel kadar, hafifçe yere inmekte olan sonbahar yaprakları gibi ağır ağır gün de ilerlemekte Fenerbahçe Parkında.

Koruları arsızca sarkmış olan o ağacın yüzsüzlüğü bir an kendine getiriyor belki de kadını.
Kim bilir belki de biraz öte de görmüş olduğu o şirin kedi bile umursamamıştı biraz önce.
Oysa hava güzeldi. Hava soğuk ama güzeldi.
Yer yer insancıkların seyre daldığı bu cennet köşe de. Terk edilmiş banklar yazın vurup giden hüsranına ince ince ağlıyorlardı.
Yaşam her şeye rağmen akıyordu işte.
Bir sabah.
Bir dolu su.
Kıyı.
Bir tutam yeşillik
Bolca soğuk.
Yegane iliklerine işleyen martı sesleri…
Başına başına konmuyordu ama seviyordu kuşları.
Kuşlar kadar özgür olmayı istemişti hep.
Şimdi özgür müydü?
Yoksa özgürlük içte yaşanabilen bir duygu muydu?
Aşk gibimiydi mesela…
Hani birisini seversin de söyleyemezsin durumu var ya
İşte, öyle bir şey miydi?
Neydi özgürlük?

Özgür müydü hayat da şu kıyıya hunharca vurmakta olan dalgalar kadar…
Özgür müydü kışa inat hala yapraklarını dökmeyip yaz gibi koruk koruk, dal dal, filizlenmiş,
Filizlenebilmiş ağaç kadar…

Baktı baktı
Bir parça suya
Oluşan boşluğa
Derin sessizliğe düştü gözleri.
Daldı
Derin bir nefes aldı ve
Onunla birlikte, bir martı çığlık attı.
Yaşamı ve özgürlüğü paylaştı.
Dünyanın taşları üzerinde.
Öpüşmeden hiç kimseyle
İzledi bulutları,
Elleri değiyordu ufka doğru
Ve özgürlük
Ve aşk yükseliyordu yeniden…

Bir tutam yeşillik
Bir tutam filiz üzerinden…

Sahilden İstanbul
Fenerbahçe 29/10/2011

20 Ekim 2011 Perşembe

MEMED'ime...

Kurup en güzel örtüler üzerine;
Peynirim Çanakkale’mden
Çiğköftem Doğu Anadolu’mdan
Balığım Karadeniz’den
Bin bir çeşit otlardan mezem, Ege’mden
Nar ekşili salatam Antakya’mdan,
Topiğim Ermeni’den
Lakerdam kimden,
Sarmalar Rum’dan
Pilav Çerkez’den
Rakım İstanbul’dan
İşte TÜRKİYE!
Biz, çok çeşitli bir mutfağın muhteşem sofrasıyız.
Demleniriz birbirlerimizin kültürlerinde
Keyif alırız,
Can değil!
Sevgi veririz…
Muhabbet vardır, çıkarsız sofralarımızda.
Şimdi bu şarkıyı dinlerken
Çok efkârlandım çiçeklere…
Bizim çiçeklere,
Canlara.
Yaşayamadıklarına
Yaşayamadıklarımıza
Ve özledim nerede bu sofra?
Nereye kayboldu o tat!
Gözlerim doluyor,
Yüreğim kan çanağı olmuş
Ne yazsam anlatamaz ki kelimelerim
Tel tel çözülmüş duygularımı.
Ah, MEMED’im…
Sana yanarım…
Yaşayamayanlara…
Bir dostum rakı sofrasında ilk kadehi “ biz bilmeden bizi sevenlere” diye kaldırıp onların bir adeti olduğunu söylemişti.
Biz bilmeden sevdik onları.
Nur olsunlar…

11 Ekim 2011 Salı

Yağmur Sonbaharla Geliyor...

Yanar gibi.
Söner gibi umutların,
Bir kıyıdaki deniz feneri gibi.
Çakıp duruyor gece boyunca
Göz kapakların gibi.
Uyumak isteyip de,
Yanıp söner sevdaların…
Kapasan olmaz
Açsan, dayanmaz.
Ne olacak şimdi? Peki.
Şimşek çaktı çakacak
Ağladı ağlayacak…
Ve kavuşacak toprak suya, belki…
Yağmurun da hakkı yok mu hiç sizce?
Uluorta,
Kimselere hesap vermeden ağlamaya.
Salya sümük coşmaya…
Belki de siliverecek gelenleri,
Gelemeden gidenleri…
İstese de istemese de silinip gidecekleri…

Sonbahar güzel geliyorsun içime içime… / İstanbul

2 Ekim 2011 Pazar

Eller HİCAZKAR Çığrıştırır...

Eller HİCAZKAR Çığrıştırır…


Sen, el üstünde tutarsın.
Sen, seversin.
Hudutsuz…

Sonra bir gün eller girer.
Sen, severken el oluverirsin.
O eller de olur en güzel gözler.

Daha sonra,
Başka şekilde daha geçmişte el olarak mahalleye
Haneye
Girenler gün gelir avukatlık yaparlar…

Sözün asıl sahibi gibi;
Etrafta bir güzel ahkâm kesiverirler.
Esnafa dosta…

Duyarsın elbet ağzın açık kalır.
Dünün kapalısı bakın hele nasıl açılır, saçılır…
Onlar hicazkar çığrıştırırken
Eller senin sayende düğün eder hep birlikte.

Ve yalnız kalan yüreciğinle bir tek sen ve bir tek
Yalnız Rabbine sığınırsın, gözyaşlarına mahkum eden
Şu yarattıklarına bakarak…
Çaldığınız makamın sonu yok sanırsınız ama aldanırsınız.

Siz, sevda nedir hiç bilemeyen.
İnsanlık noksanları
Hep bu hicazkar makamlarda iner çıkarsınız.
Perdeniz yoktur, ayarsızsınız.

Rabbim diyor ki aldırma,
Ben bir gün öyle bir vururum ki hiç beklemedikleri bir anda.
Hiç korkma,üzülme, endişelenme sen
İşte o zaman çalar en güzel beste.
Bekle…

Suratsızlara…

1 Ekim 2011 Cumartesi

AN...

An.damı kalmak iyi
Yoksa anıları toplamak mı?
Anılardan demet demet çiçek yapıp, salonunuzun mütena köşesine sindirivermek mi?

Hangisidir? Bilinmez ancak,
Ben, mesela bu yıl çok farklı topraklar, çok farklı bölgeler üzerinden geçince ister istemez üzerime kokusu siniverdi. İzi kaldı. Ve elbet de hatırası.

Mesela,
Yağmurları o kadar çok sevmeme rağmen,
Artık yağmurlu bir sabah da uyanıp yine yollara koyulmuşsam iş yani ekmek kazanabilmek için;
Hemen aklıma Doğu Karadeniz’in beni sabahın beşinde uyandırabilen gücü ile o derin sis ve yağmurları, yeşillikleri doluyor gözlerime.
Kendi kendine ama birden köpüren, kavga eder gibi konuşan halkımı gördüm.
Atatürk Köşk’ünü anımsıyorum sonra,
Sonra tepeme değmesine ramak kalmış 2200 rakım da süt içtiğim yaylaevini
Yayla da, yanyana açıveren sarılacivert çiçeği.
Soğuk,pus,sis ama yine güzellik.
Belli belirsiz, herkesin tarif ettiği üzere bir hava olarak göstermedi yüzünü bana. Şanslısın dediler. Ben Karadeniz’de daha çok güneş ağırlıklı yağmur tisildemelerini buldum.
Çay tarlalarında Japonya’yı düşündüm mesela. Asya’nın gizemini.
Sümela tarihi, Zigana’da yalnızlığı ve güzel bir tuzlu sütlaçı.

Doğu Anadolu’ya geçtiğimde ise;
Diyarbakır’da ( eski diyarbakır’da) çocukların gözlerinde kini gördüm. Savaşa özentiyi.
Bir o kadar Dicle ye bakan o muazzam topraklar da renk renk armonisi içerisinde Mardin kapı diye anılan surlardan Mezopotamya’yı.
Güneş’in ne güzel göründüğünü Nemrut’da
Oysa Trabzon Boztepe’de de aynı güneş var. Cunda ( Alibey adası’nda da).
Bir uygarlık hem Persleri yani doğuyu hem Makedonları yani batıyı bir arada kardeşçe tutmaya çalışan bir imparatorluğun taşları, heykelcikleri arasında iki yudum alınan şarabın eğer yüreğin sadece sevgi ile atıyorsa ne kadar güzel olduğunu bir kez daha hissettim.

El ele tutuşacağım kimse yoktu ancak yüreklerimizin dokunduğu dostlar oldu.
Bunlar arasında Türk,Kürt,herkes vardı.
Bir Adıyaman gördüm, Nemrut dan güzel kıyıda köşe de kalmış şahane yerler.

Rahmetli babacığım “ sen hele bir Malatya’ya git bayılacaksın tam sana göre şelaleler, dut ağaçları,bağlar” …
Dün aklıma geldi. Ben hiç babama böyle şeylerden hoşlandığımı söylememiştim. O nasıl bilmişti. Sevmek böyle bir şey olmalıydı.
Sevmeyi gördüm topraklarda.
Döndüğümde hala birbirini sevemeyen insan suretlerini.
Güneş doğudan doğar; Şanlıurfa’nın sabahını, Midyat’ın kiliselerini,Mardin’in tılsımını Gaziantep’in çarşını gezdim gördüm.

Hangisi beni en çok etkiledi.
Hepsi birbirinden güzel, birbirinden çok farklı.
Aynı bayrak altında bin bir renk, bin bir tad.
Çok şükür…
Gezebilmek, görebilmek, öğrenebilmek, eğitmek kendini biraz daha.

Çünkü ben artık baharatı alırken de farklı,
Hele ki bir Antep fıstığını aldığımda çok farklı bakacağım.
Çünkü tarlada indim, dokundum üzüm salkımı gibi o ağaçlarda yeşeren güzelliklere.
Çay paketini alırken; bin bir zahmet ile tarladan yok pahasına toplayıp satan köylü teyzem gelecek aklıma.
Otobüse yetişirken oflanıp puflanmayacağım.
Özel okullarda ki çocukları görünce, Harran da kapı arkasında gizlenmiş sevgiye aç çocukları anımsayacağım.

Paramı aldığımda faturalarımı ve diğer ödemelerime yetişmiyor diye yüzümü düşürdüğümde,
Gürcistan da ki o mutsuz ve ruhsuz insancıklar gelecek aklıma ve halime şükredeceğim.

Yaşayacağım.
Göreceğim.
Ve
Hatırlayacağım.

Hayat, hem kısa hem uzun.
Uzunluk da biraz mana katabilmek de gizli sanırım.

An.lar çok yaşa…

25 Eylül 2011 Pazar

Dünyayı Dolaştım....





Biraz yorgun muyum?



Hayır, aslında değilim ancak her hafta sonu çıkan arkadaş ve dostlarla olma durumundan bir an fırsat bulup kendi kendime kalınca;
Bir kıyı da bulamayınca gidebilmek için attım kendimi sokaklara…

Dışarıda, her şey kabul bir hava var.
Gülmeyin ne diyor bu Allah aşkına diye.
Havalarında havası vardır. Ciddiyim onlar da yaşarlar.
Mesela bugün günlerden cumartesi aşk var, her şey kabul gibi koku.
Sevgi kokusu. Aşk, deyince hemen aşne fişne anlaşılmasın lütfen.
Ağaca sevgi, çocuğa sevgi hayat üzerinde ki her salise de binbir aşk var esasında.

Yolun İstiklal’e hazır şu 10.yılı kutlanacak olan “ Avrupa Dilleri” etkinliğine.

İstiklal Caddesi’nde ki yorgun telaş henüz yağmamış caddelere.
Henüz mahmur gözlerle bakıyor öğlene yeni girerken sokaklar.
Bu haline bayılıyorum o kadar saf ki.
İşte o an tüm yaşanmışlıklarını hissedebiliyorum güzel İstanbul’umda şu nadide mekanı.

Tam bir mağazanın vitrinine bakarken, ileride gelen seslerden hemen dükkan sahipleri deyeni açmaya başladıkları tezgahlarında ki malları bırakıp caddeye bakıyorlar.
Bir ayakkabı firması bir kampanya başlatmış sözüm ona 9.99 fiyatlar desede bizzat gördüm yok. Mağazanın önünde dev bir bayan ayakkabısı platformu içerisinden şampanyalar patlıyor.
Kampanyalar, hediyeler dağıtılan pasta için kuyruğa girenler. Bir bakıyorum İtalyan bir çift kuyrukta. Yani biz gitsek bize ne ederler? Ben de alıyorum onları görünce nasibimi çok güzel fıstıklı bir pasta. Artık fıstıklara da başak gözle bakıyorum son gezim GAP turunda, üzüm salkımları gibi o fıstıklara dokunduktan sonra.

Yunanistan Konsolosluğu içerinde gerçekleşecek olan bu etkinlik için çoğu genç olan insanlar ile birlikte kuyruktayız. Kapı açılması biraz geç olsa da içerisi harika hazırlanmış. 9 farklı ülkenin farklı etkinliklerini bulabileceğiniz inanılmaz bir platform oluşmuş.
Kapıdan içeri girdiğimde dünyanın tam da içerisinde olduğumu hissediyorum.Fransız,Alman,Çek,İngiliz,Yunan,İspanyol,Macar,Hollanda, gibi ülkelerin bayrakları ve stantları arasında ben tam dünyalıyım artık.
Türkçeye çevrilmiş renkli masal kitapları. Kelime oyunları.Avrupa ülkelerini bulma, yerleştirme oyunları masal şeklinde bir sürü oyun.Film gösterileri, dans ve tadımlık dil kursları.
Yunan patates cipsi
Hollanda krepi
Macar bisküvisi
Yunan üzümü ( bu bizim üzüm değil mi diyorum gülüyor kız)
Yunan pestili ( bu da bildiğin Malatya pestili) böyle tadımlık ikramlarla zenginleştirilmiş kültürel bir aktivite.

İlk önce Yunan kardeşlerimizle kelime eşleştirme oynuyorum. Şart olan kelimeyi yunan dilinde telaffuz etmek, becerebilirsen afiş kaznıyorsun.
Bir iki kelimeyi biraz zor okuduysam da becerdim. Beraber fotoğraf aldık.
Sonra kelime oyununa geçtim 9 ayrı dilde panolarda yer alan kelimeleri ülkelerin kendi dillerine tasnif işlemi bunu da yaparsan belki bir afiş,rozet vs.
Bir tane becerdim. Ardından İspanyolca denemek istedim, sen kalk Çek yada Macar kelimelerini içgüdüsel olarak doğru bir şekilde İspanya’ya yerleştir kız da hayret etti.
Oradan sonra her ülkenin kendi standını dolaşıyorum sıra Almanya’ya geldiğinde adının sonra Sebastian olduğunu ve Goethe’ de eğitmenlik yaptığını söyleyen kişi güzel ve komik bir Türkçe ile benle sohbete başlıyor.
-Almanca biliyor musunuz?
*Hayır.
-Merak etmiyor musunuz?
*Hiç aklıma bile gelmez
-Hangi dilleri seviyor ya da ilginiz var?
Hıım Roma Dilleri seviyor siz.
-Peki Almanya!ya gittiniz mi?
*Hayır
-Öğrenmek ister misiniz?
*? Yani, belki bir dil öğrenmek için…
-Alla alla
Bende mesela Arjantin ve Alman karışık
*Tamam işte Arjantinliği sevdim ben. O olur.
Peki bir yarışmamız var katılmak ister misiniz?
*Olur
-Peki arkadaş size yardımcı olacak
Ben arkadaşa yönlendiriliyorum. Bir sürü şey anlatacak ama ben şimdi İspanyolca dersine gireceğim deyip dönüşte uğramak üzere ayrılıyorum.
İspanyolca dersine ( yaklaşık bir saat den biraz daha fazla bir süre) Prof geliyor Allah’ım sanki birazdan sınav yapacak. Yanımda emekli bankacı hanım o arkadaşları yaşıyor ve orada konuşamadığı için Yunan Dili öğrenmek istiyor.Bundan sonra o kursa girecek.
Bende gireceğimi ve sonrasında Almanya standının yarışmasına katılacağımı belirtiyorum. O bir yandan başka arkadaşını davet ediyor gelmesi için. İspanyolca kursuna bir daha girecekler beraber. Hemen Yunan Diline geçiyorum. Renkli tabi seni cezp etmesini biliyor İstanbul’dan küçük nüfuslu ülke. Bir müzik çalıyor ki girişte eve döner dönmez onu buldum. Sözler, şarkı enfes.
Eğitmen olarak kelime oyununda ki görevli kız geliyor. Çok sempatik çok keyifli geçiyor haliyle. Tahta da farklı ülkelerin bayrakları ve en ünlüleri yer alıyor. John Lenon vs gibi ve orada göz kamaştıran biri var Mustafa Kemal ATATÜRK.
Tesadüf o ki herkes bir ülke kartı seçerken bankacı hanımla eş olunca benim seçtiğim kart dan TÜRKİYE’m çıkıyor ve en son kimdir sorusu bana geliyor.
Ayağa kalkıyorum. İngilizce olarak en büyük insan diyerek tahtaya bayrağımızı çakıyorum.
Tabi onlar Yunanca telaffuzunu yapıyorlar hemen. Şaşırıyorlar benim tavrıma da ama kusura bakmayın onu kimselere bırakmam.
T-shirt kazanıyoruz hediye tam Alman standındaki yarışma için ilerlerken ders sırasında duymuş olduğum o güzel müziklerin çıkış noktası olan kat da buluyorum ki kendimi.
Burada Vals dersi var. İnanılmaz güzel müzik haliyle uzun boylu zarif bir beyefendi hoca.
Tam da bitmeye yakın bir süre kalmış gün içerisinde devamı olacak ama hemen katılıyorum.
Beyefendi bana ayak şekillerini gösterirken çok keskin bir şekilde viski kokusu alıyorum arda beyefendinin poşet içerisinde getirdiği biraları görünce yarım bırakıyorum tam keyfim kaçtı derken Büyük Britanya ülke dansları hocası geliyor tombiş sevimli bir hatun.
Ve benim ortaçağ filmlerinde o güzel kostümler içerisinde tutku ile dans edenleri görüp de dibimin düştüğü dansları çok büyük bir eğlence içerisinde gösteriyor.
Birden Viyana da ya da ne bilim Prag da falan olmak istiyorum.
Hatta bir an geçmişe yolculuk yapsak o şahane korsajlı elbiseler içerisinde o zarif hanımlardan biri olsam.
Su içerisinde kalmışım zıplamaktan. Hemen dans bitimi Almanya standına gidiyorum oyuna katılmak için.
Bir kitapçık veriliyor ama kitap üzerine yazmak yok başka bir kağıda cevap formu hazırlanmış o doldurulacak. Böyle hani eskilerde olurdu da şimdi esamisi okunmuyor nerede öyle süprizci aşıklar kaldı mı? Hani erkek kızın bulması için küçük notlar yapar ne bilim uyanınca karşı direkte ki ağaca bak. Ağaca bakar bir balon.
Balon alır üzerinde bir not. Şu köprüde bekliyorum.Köprüde yalnız bir demet çiçek vs.
Erkeğin yaratıcılığına ve tutkusuna kalmış bir şey tabi.
Bir an o geldi aklıma.
Elimde üniversite öğrencileri gibi bir dolu kitap, broşür, afişler, t-shirt.Bir poşet bulamadan tüm İstiklal, Tepebaşı,Tünel,Çukurcuma,Ömer Hayyam,Galatasaray ve ve birkaç yer daha bir saat süre içerisinde farklı mekanlarda ki ( okul, yayınevi,kilise,konsolosluk) bilgileri toplayıp hemen geri döneceksiniz.
Fransız Konsolosluğu’ndan çıktıktan sonra ki konsolos girişindeki görevlilerden aldığım cevapları yazarken bir de biz varız diyor.
Ben de yazıyorum, iki görevli güvenlik olarak.
-Aaa yazdınız valla !
*E tabi burada değimlisiniz?
Gülümsüyorlar
Ama en komiği Cervantes de yaşanıyor, yolum uzun ve gideceğim yer çok olduğundan hemen güvenliğe soruyorum
*Camda ki yazı ne? Bir de anlamı
-Amore ayzıyor
*Tamam anlamı biliyorum
-Aşk işte
*Peki diğeri( birbirlerine bakıyorlar gülüyorlar)
-Sarılmak
*Dalga geçmeyin
-Valla sarılmak
Erkekler işte diye düşünerek dalga da sanıyorum
*Peki 3.kat da ki camda ki kelime ne ?
-Onu bilmiyoruz dur soralım
Abla nereden geliyorsun sen
*Gülücem gülemiyorum da, kurstan diyorum
Dışarı çıkınca gülüyorum düşünsenize paldır küldür bir kadın içeri giriyor kan ter içinde yanaklar kırmızı olmuş. Camda ne yazıyor ? Aşk .Peki öbürü? Sarılmak. Hadi canım sizde !

Ay çok komik.
Telaşla koştur koştur kendimi Santa Maria kilisesine doğru giderken buluyorum.İn merdivenleri görevli cevap vermez
-Ne bilim ben bana bülten mi vermişler?
Ruhunuz gitmiş sizin haberiniz yok
Zaten kavga edecektim yanındaki kuruyemişçi ile.
Adama diyorum ki kilise nerede?
Sırf kilise kelimesi kullandığım için cevap vermiyor. Aslında dibinde. Üçüncü soruda yüzüme bakmadan ilerde deyiverdi. Ben ayrıldıktan sonra da “ alla alla götüreyim istersen “demez mi?
Git yapış yakasına
Halbuki biliyorum fakat her seferinde Saint Antione ile karıştırıyorum.
Neyse tam bir saate beş dakika kala varıyorum.
Tam eksik kısmı dolduracakken bir bey,
-Doldurdunuz mu bende yazabilirmiyim?
*Ohoooo. Ben bir saattir koşuyorum sen ne yaptın?
-Ben şimdi girdim de içeri yeni öğrendim
*Bir dakika vaktim doluyor sen yaz ben gelene kadar geldiğimi bildireyim.
Hayır yazık o da bir şeyden faydalansın
Ama geri dönüp cevap kağıdımı alana kadar çok güzel bir sanat tarihi kitabını kaçırıyorum.
Hemen öğlen Yunan kardeşimin kaynar su bardağını bocalama elime indirdiği yerden su alarak mask boya yapılan standa geçiyorum.
Burada yaptığım serbest çalışmayı çok beğeniyorlar. Mistik ve biraz İnka diyorlar…
Öğlen kütüphanede ki İspanyolca dersine girerken orada kimse olmadığı ve soramadığım için bankacı hanım ile kendime iki sayfa kağıt alıyorum.
Meğer arkamda duran en altta sabah fotoğraf çektirdiğimiz bayan görmüş beni yanıma geldi.
Kağıt neden alıyorsunuz diye hesap sordu. Hem de benim gibi birine. Sanki gaspçı başıyım anlattım durumu, sonra da buyurun alın iki sayfa kağıdınızı dedim almadı.

Mask boya işinden sonra;
Bir hanım yanıma geliyor siyahlar içerisinde; “çok güzel bir saniye gitmeyin, memnun kaldiniz” diyor bana böyle görünce içi açılan bir manzara resmi kaplı bir poşet içerisinde cd ve broşür veriyor teşekkür ederek ayrılırken hanıma bir daha bakıyorum bildiğin bizim Anadolu insanı.Yardımsever, güler yüzlü,sempatik.
Hemen koşarak Almanca kursuna giriyorum.
Oradan çıkıp Sirtaki’ye
Yani hayatımda Yunan Konsolosluğu içerisinde; hemen hemen 50 ye yakın kişi ile çok güzel bir görüntü oluşturarak sirtaki yapacağım aklımın ucundan geçmezdi.
Muhteşem bir ambiansdı.
Ve biraz önce bana poşet içerisinde bir dakika diyen o hanım da öğretmendi
Tina hoca
Yani insanları görünce yanılmamak duygum hala körelmemiş sevindim.
Çok keyifli bir gündü, dolu dolu
Sonrasın da tabiri caizse pestilim çıkmış halde otobüse bindiğimde kendimi dünyayı dolaşmış da dönmüş gibi hissettim.
Sanki elimdeki kitaplar ve hediyeler de havaalanında check insiz eşyalarım. Oh ne rahat…
Dünya güzel…

13 Eylül 2011 Salı

İSTANBUL VE ENRİCO'yu SEVİYORUM...


Gitmesem, eksik mi kalırdım.
Kesinlikle…

Hava hafif serin, ısırmıyor ama sarhoş edecek cinsten.
Gökte bir dolunay.
Muhteşem.
Konser salonu henüz boş.

Kendime hazırladığım iki saat öncesi kokoreç keyfi sonrası, sindirmelerim devam ede dursun.
Eski yazlık sinemaların izini taşıyan o, alaska frigolardan satın alıyorum hemen.
Tadı bozulmuş.
Ama sahneye birazdan çıkacak ve yetmişüç yaşında olmasına rağmen; aynı aşk ve sevgi ile şarkılarını,hislerini paylaşabilen bu adamı görmesem olmazdı.
Son gün, son 20 koltuktu.
Yanımdaki beyde aynen benim gibi almış.
Yaşdaşız, benden bir iki sene küçük.
Dolayısı ile üç kuşak hemen hemen oradayız.

Yani Cezayir Asıllı şu meşhur Enrico Macias... ile efem.

Aman yarabbim yılların yüzyıllardır üzerimde kurmuş olduğu baskı nihayet diniyor bu akşam.
Bu akşam Akdeniz’in buram buram tutkusunu.
Aşkını,sevgisini,bitmeyen sevdasını koklayacağız.
Yıllardır dinlemek istediğim bu sürme gözlü adamın, saçlarına onca ak yağmış olsa da.
O elli yıldır aşık olduğu Türkiye’ye doyamasada.
Kaybettiği eşi ile hep geldiği bu ülkeyi evi gibi gören yüreği ile bize şarkıları okumaya başlıyor.
Bizim kuşak bazıları Ferdi, Orhan baba dinlerken ben nedense bunu tercih etmişimdir.
Tutkulu bir sevdam vardı bu şarkıcıya.

Onun yıllar sonra (1997) Barış ödülü alması beni bağlamıyor ben demek ki taa o zaman onun o yüreğinin ışığını hissedebilmişim.
Şu an kendini Barış ve Sevgiye adamış olan bu insan.Bence mükemmel bir sanatçı.
Onun elli yıl önce Türkiye’ye gelişi ile kimler kazanmadı ki:
Nilüfer,Tanju Okan,Seyyal Taner,Selçuk Ural,Ferdi Özbeğen,Erol Evgin,Ayla Algan..Yeliz, Ajda Pekkan,diye gidiyor.
Hangi şarkılarımı getirdi:
-Hoşgörsen
-Bu ne dünya kardeşim
-Arkadaşımın Aşkısın
-Olmaz olsam
-Aşka veda

Yurt dışında: Zingarella,La Guitare,Aie Aie Aie,Le Femme De Mon Ami, Solerecara…

Ah bu güzel buğulu sesli adam, süprizler de hazırlamış.
Önce Yeliz geliyor.
“Bu ne dünya kardeşim seven sevene” ile düet yapıyorlar.
Ardından Selami Şahin geliyor, onun bestelediği ve yeni albümüne aldığı eseri önce şiir olarak okuyorlar.Türkçe ve Fransızca ardından; “ İSTANBUL SENİ SEVİYORUM”şarkısı geliyor.

Kendini Cezayir’e yerleşmiş Osmanlı Ailesinden geldiği için, hep Osmanlı gören bu adam tam bir Türk aşığı.
2.Beyazıt’ın İspanya Yahudileri sürülürken kendilerine açılan kapılara tarihe hakim.

Allah’dan yanıma denk düşen bey Fransızca biliyor da bana tercüme ediyor bir yandan.
Bu muhteşem hava,
Muhteşem dolunay karşısında, yakıyorum bir cigara efkarlandım iyimi
Taa gençliğime gittim.
Nereden baksan 22 yıl öncesi belki daha eski; bu konserlere/konserine ne çok gelmek istemiştim.Ya para uymamıştı ya ne gerek var denmişti.
Şimdi ne gerek varları sildiğim için; yaşamın bana armağanlarının melodisini dinliyorum ağırdan harikalar…

Ve şarkılar geliyor
Harbiye Açık Hava yıkılıyor.

Komşu şikayet etmiş.
Çamaşır makinem bozulmuş
İznimi kullandırmıyorlar

Hay anasını sizi mi düşünücem
Az kaldı bir bakmışsın atmış tepem; tası tarağı toplayıp uzamışım kimselere haber vermeden.
Ay benim
Rüzgar benim
Sevgi benim
Şarkılar hep benim zaten
Mana ya mana kattıktan sonra, sizle işim ne benim…

Yaşa be Akdenizli…

29 Ağustos 2011 Pazartesi

Eski Günlerde Kumaralara Doldurulan Anlardır.BAYRAMLAR...

Hangi kapıya gitsen…
Sevinç kadar üzüntü
Acı kadar mutluluk bulursun.

Gün gelir, kapıları açmayabilir.
Arkasını dönebilirler.
Yahut çıkarı var ise kollarını ardına kadar açabilirler…

Ya orada sessizce yatanlar.
Hayatları boyunca, aslında tüm söylemleri bize iyilik katmak için değil midir?
Hangi mezar taşı soğuk değildir, bayramların coşkusu yanında…
Hangi gözyaşı akmadan durur, orada öyle boylu boyunca yatanın önünde.
Hangi dua geri getirebilir ki, bir an olsun sarılabilmek sadece dokunabilmek
Belki de bir “merhaba” diyebilmek için…

Emanetlerimizin aslında hiç gitmeyeceğini düşünürüz yaşam takviminde.
Susar,kalırız sadece yatanlar karşısında.
Çocukluktaki tüm zıplamalarımızın tam zıttı gibi…
Özleriz de avunuruz bir karış toprağa döktüğümüz gül suyu ile.

Ve bayramlar gelir,
Kimi çocuklar gibi şen.
Aslında bayramlar, hep ileride güzel hatırlasınlar ve büyüdüklerinde gözyaşlarına merhem olsun diyedir tüm güzel an.lar.
Çocuklar gibi şen hangi gün vardır?
Onlar harçlık,çikolata veya beklene bir hediyenin perdesi ardında aslında büyüklük kumbaralarına hatıra doldurmaktadırlar.
İyi veya kötü.
BAYRAMLAR GÜZELDİR.
GÜZEL GİTMİŞLERİ ANMAK DAHA DA GÜZELDİR.

BU BAYRAM DA TÜM KAYIPLARIMIZIN MEKANLARI NUR DOLSUN
OTUZ AĞUSTOS ZAFER BAYRAMINDA TÜM ŞEHİTLERİMİZİNDE MEKANLARI GÜLLER İLE DOLSUN…

Geride güzel an.larla hatırlayabileceğimiz nice bayramlara…
Sevgiyle…

27 Ağustos 2011 Cumartesi

ALLAH'ın Evini Ararken...







Bu gün önce Kapalıçarşı ardından Taksim güzergahlarım.


Kapalıçarşı’nın rahmetli babamdan sonra ilk kez böyle sabah aydınlığında keşfine çıkıyorum.
Gerçi işim kısa sürecek olsa da, çarşının şu güzel atmosferi gerçekten insanı büyülüyor.
Saatlerce orada kalasınız geliyor.

Dükkan sahiplerinin yeni yeni dükkan önlerini süpürmeleri.
Esnafın kendi arasında ki dedikoduları.
Oruçsuzların, oruç tutanlara satşması ile sürüp gidecek olan taze bir günün neşeleri damlamakta.
Alışverişimi yaptıktan sonra eve dönüp, sonra tekrar Taksim’e doğru yola çıkıyorum.
Yorulduğumu fark ediyorum yaklaşık bir haftadır iş yerindeki aşırı yoğunluk, sabah bacaklarımın kasılmasına ve seher vaktine varmadan henüz beni, yataktan sıçratmasına neden olmuş olsa da yapılacak işler var.

Yol üzerinden geçerken bir hanım(turist) benden önce birine cevap alamayınca bana soruyor.
-Büyük Anne kilisesi nerede?
*Bilmem ki nerede?
-Ben Korea’lilerin gittiği ve cumartesileri yapılan törenin yapıldığı kiliseyi arıyorum.Burada okula sorun söylerler. Diyor

Okul da bildiğiniz Notre Dame Sion Fransız Lisesi.
-Peki, gidelim hadi
*Siz, rehber misiniz?
-Hayır ama bu gidişle olacağım sanırım ( içimden gülerek)
Şimdi bu kadıncağızı ortada mı bırakalım.
Yürüyoruz ve geliyoruz okula.
Okulun içi esaslı bir müze gibi. Oldukça hoş ama soğuk.Burada okumak sıkıcı olurdu.
Çalıkuşu geliyor o an aklıma…
Okulun avlusun tam karşısında yer almakta olan ek bina da bir kilise mevcut. O an temizlik yapmaktalar.
Giriyoruz ama orası değil.
Arka sokakta var oraya bakın diyorlar.
Bu arada, yolda gördüğüm taksilere, bulabildiğim esnafa soruyorum kimse bilmiyor.
O sokağa giriyoruz, öyle bir yer yok.
Su satmakta olan bir esnaf ileride ki binayı göstererek oraya sorun onlar bilebilir ancak diyor.
Kapı da Latince bir şeyler yazıyor ama kilise ibaresi de yok.
Duyulmaz diye sıkıca basıyorum zile.
Kapıyı; kalın gözlük camları olan,siyah upuzun saçlı,hafif etine dolgun bir hanımefendi açıyor.
-Nasıl zil çalıyorsunuz öyle ? diyerek.
*Çok özür dilerim kilise diye buraya yönlendirdiler biz burayı arıyoruz. Turist kendisi nasıl yardımcı olabiliriz.
-Anladım da bilmiyorum ki.
Yüksek sesle ismi Mariam olan hanımefendiye soruyor:
-Bilmiyoruz burada bir tane var o da değilmiş ileride var ama kapalı olabilir.
*Yok Türkçesi az ama soracağım başka yer varsa sizi daha fazla rahatsız etmeyelim
-Bir dakika beklermisiniz?
*Tabi ki.
İçeri girip evden birine danışacak ya da komşusuna telefon açacak diye düşünürken;
Gülümseyerek geliyor.
-Şimdi Başpiskopos geliyor. O size yardımcı olacak.
*Kim efendim ? (Şaşkınlıkla)
-Ruhani Lider geliyor.
Bir iki dakika sonra, böyle nasıl diyeyim size yüzüne nur düşmüş beyaz sakallı bir beyefendi iniyor.
-Buyrun, içeri girin lütfen diyerek bizi özel odasına alıyorç.
Şaşkınlıklar içerisindeyim.
Bildiğin baba gazetecilerin bile giremeyeceği bir makamda;
Budist-Katolik ve Allah’ın evini aramakta olan bir yabancı için aracı olan Müslüman.
Oruç başımda tüterken, etrafımdaki inanılmaz güzellikte ki tablolara, antikalara, ikonlara bakıyorum.
İçerisi derin bir huzur içerisinde.
Beyefendi o kadar kibar ve hoşgörülü ki.
Hemen telefon açıyor.
Başlıyor Fransızca konuşmaya, yardım alıyor.Benim de tahmin ettiğim gibi Galatasaray’da ki Santa Maira’yı tarif ediyor.
Sohbet ilerliyor; dinlere, ramazana,bayrama her konunun içerisindeyiz.
Beyefendi; kırk yıldır İstanbul’da bu görevde tüm Latinlerin Ruhani Lideri.
Aslen Fransız; Fransızca,İngilize,Türkçe ve İtalyanca konuşuyor.Eminim ki başka dillere de vakıf.
Bu hürmetli ve kibar beyefendinin huzurlu konuşması, bizi nezaketle uğurlaması. Odasının sağ tarafında kalorifer peteğinin tam üzerinde bulunan Mevlana fotoğrafının işlendiği tabak motifi duygulandırıyor beni.

Mariam’a çok şanslıyız en büyük adamı bulmuşuz ama kiliseyi bulamıyoruz diyorum
Gülüyor.
Biraz İngilizce biraz Türkçe ile yola devam edeceğiz ancak benim acil işlerim de var.
Beyefendi bizi uğurluyor kibarca ve karşıda ki kilisenin saatinin şu an uygun olduğunu zile sıkı basarsak açacaklarını söylüyor.
Saygı ve teşekkürlerimi sunarak ayrılıyor ve karşıda ki caddeye geçiyoruz.
Kapıyı açan kadın direkt:
-İngilizce biliyor musunuz? Diyor
Onayı aldıktan sonra tam karşı kapıdaki görevli beye bizi yönlendiriyor.
Beyefendi de kusura bakmayın Türkçe bilmiyorum ancak; Farsça,Arapça,İngilizce,İtalyanca bunların hepsi olur biliyorsanız diyor.
Bize iki kilise tarif ediyor. Bir kitapçık açıyor; adres telefon ve hepsini veriyor.
Zaten biraz önce Başpiskopos’un vermiş olduğu kitapçıdakinin hemen hemen aynısı gibi.
Hemen bilgileri alıp,teşekkür edip ayrılıyoruz.
Mariam: Nerede bulacağız. Arkadaşlar çok kolay demişti.Ben Beyoğlu’nu bilmiyorum ki diyor
*Bak diyorum benim on bilemedin on beş dakika işim var beklersen seni oraya götürürüm.
-Peki diyor
İşimi hallediyor ve yürümeye başlıyoruz tekrar.
Galatasaray’a varana kadar; onun bir üniversiteye giden kızının olduğunu eşinden ayrıldığını,eşinin çok kıskanç olduğunu,kendisinin mühendis olduğunu ve gezmeyi çok sevdiğini öğreniyorum.
O da benim hayatımı öğreniyor.
Çin,Berlin,Londra,Rusya gördüğü ülkeler arasında. Rusya’yı ilginç bulmuş.
İstanbul’da daha yeni olduğunu sadece buraları bildiğini Kurtuluş da kaldığını ve denize Büyükada’ya gittiğini söylerken Santa Maria kilisesine geliveriyoruz.
Bu kiliseye arkadaşım Rita’nın nikah töreninden beri gelmemiştim.

Hala güzel.
Netice de burası da Allah’ın bir evidir.
Başpiskopos’un dediği gibi; tüm dinlerde oruç var Müslümanlarda ki kadar olmasa da farklı tezahürler şeklinde hepimiz inanıyoruz Yaradan’a.

Kiliseyi gezip, İstiklal’de iki tur attıktan sonra ayrılıyoruz. Ben e posta adresini istiyorum ki onun çektiğim fotoğraflarını ileteyim. O, benden cebimi istiyor görüşelim diyor.
Nereden nereye?
Onun aradığı yeri bulamadık ama nihayetinde;
Eğer bir faydamız olduysa ne mutlu bana.

Haliyle işlerim biraz gecikti ama mühim şeyler değildi. Rutin günlük işler. Ve bir insana faydalı olabilmek kadar güzel bir şey yok dünya da.

Ne diyelim yolu;sevgiden,hoşgörüden,insanlıktan geçen herkese selam olsun…


24 Ağustos 2011 Çarşamba

Susarım İnsanlığa...

Ben de çok çaba sarf ettim.
Çok çaba sarf ettim, sizin gibiler arasında “insan” gibi kalabilmek için.

Tokken, açın halinden anlamayıp.
Topu topu bir ay içinde ahkam kesmenize ses etmeden.

Gerçekte sevmediğiniz birinin yanında, dürüst olmadan
Kandırmalarınıza göz yumanlarınız karşısında, haklı gurur edinişlerinizi.
Kendinizi büyümüş gibi hissedişlerinizi
Seyrettim.
Ses etmedim.

Toplu taşıma araçlarında,
Kuyrukta
Durakta
İnsanın bol bol olduğu her yerde; insanca olmayan davranışlarınızı resmettim.
O kadar çirkindiler ki hafızamdan siliverdim.
Tiksindim, suretlerinizden.
Ses etmedim.

Haklıya haksızlığınızı
Güçsüze güçlülüğünüzü
Mağdura dayılığınızı
Gördüm
Yaşadım
Sustum
Seyrettim…

Yalanların yağmur suları gibi dillerinizden akışını,
Bir eli tutarken, başka elleri tutuşlarınızı…
Seyrettim
Aşk bu mu? Dedim.
Sustum
Seyrettim.

Ben tüm buralara sığamayacak kadar dünyanın çirkinliklerini resmettim.
Büyüdükçe, sustum.
Sustum …

Zor oldu
Çok çaba verdim “insan” kalabilmek için.
Sizler gibi olmamak için.

Birlikte ve beraberlik derken,
Teklik isteyenler.
Sevgi sunarken,
Egoyu altın tepside sunanlar.
Yar,kardeş,dost,arkadaş,akraba
Ne zaman unutuldunuz?
Sevgiyi de, vefayı da sizlere sundum
Yeri geldi elim boş geldi
Bilerek değildir
Parasızlığıma denk gelmiştir.
Yoksa ben sevmeyi çok iyi bilenlerdendim.

Yıllar geçti
Yüzyıllar geçti
Her şey ilerledi
Bir tek insan,
Bir tek şu suretler değişmedi
Siz suretsin, insansanız
Ben, neyim?

Çok zor oldu siz gibi olmamak
Çok çalıştım insan olabilmek için, hala da çalışıyorum.
Keşke..Hiç sevmiyorum bu kelimeyi ama
Keşke, biraz siz de deneseydiniz.
Şimdi susuyorum..
Konuşacak ne kalmış,
Şarkılardan başka
Bakacak ne kalmış,
Kuşlardan başka

Bir bambaşka dünyanın özlemi ile yanan bir yüreğin beyhude sözleridir bunlar.
Vın gelir, tırıs gider…
Ve ben susarım
Susarım insanlığa…

21 Ağustos 2011 Pazar

Sevmişim...

Sevmişim…

Sevmişim dünyayı.
Dünyaya dar gelmemişim.
Çocukken de sıcakmışım, şimdide de.
Yani hiç değişmemişim…

Paylaşmak istemişim,
Varsın pir parça olsun lokmam.
Ayırt etmemişim, bölmüşüm.
Çocukken de böyleymişim, şimdide de.
Yani hiç değişmemişim…

Namert olmamış,
Hiç arkadan vurmamışım.
İnandığım ne ise; sonuna kadar arkasında durmuşum.
Gençken de böyleydim, şimdide de.
Yani hiç değişmemişim.

Meclislere girip beğenilmiş,
Kıskanılmış, yerle bir edilmişim.
Önce yari, sonra kendimi kollamışım.
İnsan aramışım hep;
Yani esasında özüm bu,
Hiç değişmemişim.

Sevmişim insanı,
Yüreğimi açmışım ama
Yüreğimi sadece biriyle paylaşmışım.
İnanmışım.
Öyle diplomaları çerçeveletip, pazar sabahları kurulup gazete okuyanlar gibi köşemden;
“Yaparsa yapsın” dememişim.
İhaneti affetmemişim.
Sevmek üç kişilik değildir, bunu daha minicikken öğrenmişim.
Olgunlaşmışım, aslında böyleymişim.
Yani hiç değişmemişim.

Özetle;
Vatan gibi yari,
Yar gibi toprağımı da sevmişim.
Sakınmışım çer çöpten her daim.
Netice de ben bir “hiç”mişim.
Seçimde mi hata etmişim?
Değişmemekte mi?
Aslında “öz” de bir olmak buymuş ben anlamış, diğerleri lal olmuş.
Nihayetinde ben hiç değişmemişim…

İyi ki de değişmemişim…
Sevmişim…
Sevmekten yüce başka, hiçbir şey ama hiçbir şey olmadığını anlamış; çoktan tur bindirmişim…
Esasında aynıyım dostlar,
Bakıyorum da yüzümde çizgilerime
Ben hiç değişmemişim…

Sevmişim…

14 Ağustos 2011 Pazar

Amerigo Vespucci ve SultanAhmet Gezisi...




Vespucci Donanma Gemisi ve Sultanahmet


Nunu, bizi uğurluyor.
“ iyi ki sizleri doğurmuşum” diyerek. Cıvıl cıvıl ve güzel gözleriyle.

Benim Trabzon çiçekleri ile onarla sürpriz olarak bahsettiğim bir mekana gidiyoruz.
Etiler,Taksim oradan Kabataş dan tranway ile Sirkeci de inip Sarayburnu istikametine doğru ilerlerken ben anlatmaya başlıyorum.
Güler gülerek:
“ Sen ne güzel anlatıyorsun yaw, Allah’ım sen niye bu işi yapmıyorsun süpersin” diyor.
Arama kontrolden geçerken dilimize pelesenk olmuş Trabzon’dan hatırası kelimelerimizle yola devam ederken; “ tamam pasaportlar lütfen” diyorum gülüyorlar.
Muhteşem,şahaser tek kelimeyle perfect .Kelime yok yani.
Bu güzel eser karşımızda.

80 yaşında, İtalyan Donanmasına ait en önemli okul niteliğinde olan bu gemi adını; zamanın tüccarı,haritacısı ve Amerika Kıtasına yaptığı seyahatler ile kendisinden söz ettirip tarihe geçmiş şahsiyet Amerigo Vespucci’den almakta.
Gemi içerisinde 110 öğrenci mevcut, bunların üçü kızı. Sadece İtalyan vatandaşı yok ayrıca; Yemen’li ve Irak’lıda var.
Hizmetli sayısı üç yüz civarında ve toplam eğitim süresi boyunca beş yüz kişiye yakın kişi oluşmuş oluyor.

İstanbul’u tercih etmelerinin nedeni ise; farklı kültür ve ırkları birleştiren, dünyanın en önemli
parçası olarak görmelerinden kaynaklanıyor.
Bu gün (Pazar günü ) limandan ayrılarak önce Malta ve ardından Yunanistan’a geçecekler.
Hal böyle olunca, üç gündür deniz sularımızda olan bu şaheseri dünya gözü ile görelim ve gösterelim de.

Kızlar da beğeniyorlar ama akılları en çok yakışıklı İtalyan öğrencilerde. Boyları kısa diye beğenmiyorlar.
Fotoğraf çektirebilir miyiz dediğimde hemen diyor gülümseyerek ve hemen belimize yapışıveriyor.
Valla bunlarla hayat kuracakların vay haline…

Donanma gemisinin dümen kısmı, kaptan köşkü ve özellikle yelkenlerin sarılı olduğu halatları tutan ana gövde harika.
Kafanızı yukarı doğru kaldırdığınızda o halatlar boyunca uzanan ve sonunda masmavi bir gökyüzüne varabilecek bir özgürlük düşlüyorsunuz.

Gezmeye gelenler oldukça fazla, ilgi çok olunca fotoğraf çekmeye de zorlanıyorsunuz.
Öğrenciler ise şaşkın şaşkın ama ciddi olarak bakıyorlar etrafa.

İyicene tadını çıkardıktan ve tarihi şu dokuyu aldıktan sonra karşı caddeden Gülhane parkı içerisine geçeceğiz zira Serap çok acıkmış bir şey yemek istiyor.
Tam karşıya geçerken yeşil ışıkta az kalsın ikimizde mefta olmuş olacaktık ben kolundan çekmesem fark etmeyip önce ona sonra bana hızla gelen bmw, bayan sürücü bizi öbür tarafa şutlayı verecekti.

Gülhane’nin o eski nostaljik havası içerisinde, güzelim manzaraya karşı oturuyoruz.

Doğa harika. Batum Botanik gibi olmaz ama diyorum.
Kızlar, burası daha güzel diyorlar. Beğenmemişler…
-Yorum yok. Ne diyim.

Oradan yürüyerek Trt Ramazan yayın araçları arasından Soğuk Çeşme sokağına doğru ilerliyoruz.
Derya bu taraflara yakın okumuş ama bu sokağı ilk defa görüyormuş.
Diğerleri zaten hiç bilmiyor.
Çok beğeniyorlar
Rahmetli Çelik Gülersoy kazandırmıştır, çöplükten bu hale getirdi diye anlatmaya başlıyorum.
Kısa bir ön görüş ile arkamızı Topkapı Sarayına, sağımızı Ayasofya’ya verip Sultanahmet meydanı’na doğru ilerliyoruz.
Şimdi hemen bir yer bulmamız lazım saat - 19:00 çünkü ve hafta sonu imkanı yok yer bulmamızın sonra.
Bir yer görüyorum fiyat fena değil mönü ve semazen gösteri ile birlikte ama yemekte pilav döner sevmediği için Güler beğenmeyip benim daha önce bahsetmiş olduğum Belediye Tesislerine doğru ilerliyoruz ancak yürümekte bayağı zorlanıyoruz.
Kızlar zaten gidecek halleri kalmamış.
Derya: Valla, hem topuklularla gıgıkın çıkmadı biz durmadan söyleniyoruz bravo sana yaw.
Derken: “ eee bende konuşursam bundan bir şey anlamayız ki neyin keyfini alacağız( oysa ayaklarım bitmiş halde Nunu’ya giderken güzel görünmek ve kızlarla buluşacağım için giymiş olduğum ayakkabılar ertesi gün yere basmakta zorlanacak kadar benim canımı acıtmakta hiç geç kalmayacaktı)
Devam ediyoruz orada da yer yok haliyle. Kızlar şuradan gözleme alıp, hatta bir dilim karpuz yere çömelelim diyorlar.
Olmaz diyorum adam gibi elimizi yüzümüzü yıkayalım oturalım, sohbetimizi yapalım.
Devam…
Çok lüks olmayan Yerebatan Sarnıcının arka kısmına düşen alanda dışarıya kurulmuş mekanda bir yer buluyorum fiyat da uygun.
Çay da ikram edeceksen geliriz diyorum.
Giriyoruz.
Yemeklerde şahane çıkıyor şansımıza.
Karnımız doyunca da herkes gülmeye başlıyor işte.
Mutlu son yani.

Tüketim toplumunun getirmiş olduğu şu hengameye bakıyorum ve kızlara diyorum ki :
“ bakın şu kalabalığa herkes yemek derdinde binlerce insan ondan sonra çay,kahve sürekli yemek, sürekli tüketim hayat çoğunluğu bunlar üzerine dönüyor işte.”
Haklısın hakikaten düşünmemiştik diyorlar.


Kaç kişi yürekten sadece bir güzel ezan, bir güzel tarihi mekanın atmosferinde canana yakın olabilmek arzusu ile burada ki?

Bizler yorgun olsak da kızlar çarşı yı gezmek istiyorlar, girdiğimiz gibi geri çıkıyoruz.
Çünkü bir şey bakmaya imkanın yok.
Yürüyemiyorsun.
Güler’in patlamış mısır almasını yaklaşık olarak on dakika bekledikten sonra, dondurmalarımızı alıp çimlere uzanıveriyoruz.
Serap , beni buradan eve ışınlarlar mı? Diyor.

Biraz oturup sonrasında önce Serap’ı uğurlayıp ben diğer kızlarla Tramvaya geçiyorum. Sohbet ederken, bir durak önce indiğim için tekrar yürümek zorunda kalsam da çok keyifli bir gün geçirmiş olmanın mutluluğu, üstelik onlarında bilmedikleri daha önce görmedikleri bu mekan ve yerleri onlara aktarmış olmaktan duyduğum haz ile evime varıyorum.
Fotoğraflar düşüyor geçmiş an.lardan.

Evet, her şey artık geçmişte.
Keşke, hiçbir şey bitmese değil mi?

Aslında dediğim gibi sen yüreğindeki mahzende anılarını demlendirebilmeyi becerebiliyorsan; çıkar çıkar bak.
Geçmiş diye bir şey yok hep o anın içinde kalabilirsin.

Önemli olan kaldığın an.ların; güzel, kaliteli ve sevgi özlü olması.

Bir daha ki buluşma nerede, nasıl, kiminle olur bilinmez yaşamak lazım.
Yaşamayı sevmek…

NUNU'muzu ZİYARET...





Bugün çok farklı bir şey yapmalıydım.






Trabzon seyahatinde tanımış olduğum ve kısa süre de olsa biraz sohbet edebilme şansına eriştiğim Nuran Teyzemi ziyaret.
Döndüğümden beri aklımda, hani demiştim ya emanet alınmış bir elbise gibi üzerine bir şey dökülmeden teslim etmek istiyorum.
Yani zamana yenilmeden…

Gelir gelmez aradım ama tatile gitmişti. Sonra çektirmiş olduğum fotoğraf karelerinden ve bana gelenlerden birer karma oluşturup bastırdım. Ona gitmeye hazırdım artık.
Bu arada diğer çiçekleri de alırsam, kalabalıkla güzel olur diye düşündüm.
Onları da toparladık çok şükür ve yola koyulduk.
Taksim Meydanı’nda ki o muhteşem renkli renkli çiçeklerden bir demet aldım.
İçimden beğeneceğini tahmin ettiğim renkleri tercih ettim.
-Yine gel abla bea yaw. Siftah yaptım senden.
*İnşaAllah bereketini gör.
Ben onlardan yarım saat önce randevuya geldiğim için Taksim meydanında elimde çiçeklerle ne yapayım oruçlu oruçlu otobüs durağında bekliyorum.
Karşımda bir otobüs “Sabiha Gökçen gidiyor”yazıyor. Böyle valizler falan. İnsanlar telaş içersinde koşuşturuyor. Otobüsün üzerinden HAVATAŞ yazıyor. İlk kez görüyorum belediyenin işletmeciliğini yaptığı bir servis. Sordum tabi ki; her yarım saat de bir kalkıyor.
Gece yarısından sonra saat1’e kadar sonrasında 4’de başlıyor. Hergün. Ücret 12 TL.
MC Donald’ı geçip Burger Kıng’i ilerliyorsunuz. Eski nikah dairesinin merdivenlerine çıkan kapının hemen önündeki otobüs durağı kalkış noktaları. Aklınız da bulunsun.
Hava da sıcak, elinde bir harita bir beyefendi İngilizce soruyor? Şehit Muhtar Caddesi neresi?
Valla burada caddeleri hatırlamamanın hele şu an da hiç imkanı yok. Beraber haritaya bakıyoruz acaba diyor İstiklal tarafımıdır? Hayır hayır oraları biliyorum oralar değil. Hemen kalkıp esnafa soruyorum adam oruçlu ya cevap vermeye tenezzül bile etmiyor, yüzünden düşen bin parça tam arkamı dönerken ustası “hemen karşı sokak” demez mi?.
Turist mutlu, ben ondan mutlu.
Telefon çalıyor…Ablacım biz geldik neredesin?
Yaklaşık bir ay sonra, sabahın köründe uykusuz alanda karşılaştığım ve sonrasında güzel bir arkadaşlık oluşturduğumuz kızlarla sarmaş dolaş hasret gideriyoruz.
Nasıl özlemişlerde beni.
Bende onları .
Hemen ilk durağımıza yolculuğa doğru harekete geçiyoruz. İlk duraktan sonra onları sürpriz bir yere götüreceğim sonrasında beraber iftar yapacağız kısmetse.

Etiler’e doğru geliyoruz. Yol boyunca otobüs bizim Karadeniz muhabbetimiz, rehberimizin güzelliği, şoförümüzün iyiliği, şarkılar, yaylalar gırla muhabbetten yıkılıyor.
Sanki hala o turdayız.
Sanırım bu artık tipik bir asker hatırasına dönüşecek, dönüşsünde kimsenin şikayeti yok. Netice de sevginin olduğu yerde kime ne zarar gelmiş. Paylaşmak hele sevgiyi bundan güzeli var mı?
Durağı kaçır mıyım bana haber verir misiniz diyorum. Muavin yüzü düşmüş, söylesem mi söylemesem mi kafa sallıyor. Neyse ben yolu buluyorum. Güler “ abla sende her yeri biliyorsun?” diyor.
Kahkahalar suskun şimdi heyecana bırakmış durumda.
-Şimdi çiçekleri sen almışsın bari kurabiye alsaydık. Diyorlar.
*Ne gereği var ben dördümüz adına aldım işte kurabiyeyi kim yiyecek yaşlı o insanlar hem kafeleri var.Üstelik biz de niyetliyiz. Bir daha ki sefere başka bir şey yaparız.
Çiçek ve fotoğraf tamamdır. Zaten önemli olan onu ziyaret şu an.

İçeri giriyoruz.
Güvenliğe kimliğimi verip oda numarasını öğrenerek üçüncü kata çıkıyoruz ancak kapı kilitli.Tekrar aşağıya inip soruyoruz, anons ettiriyoruz ama yok. Bir an acaba diyorum geldi diye bana yanlış m bilgi verdiler, kendi adıma üzülmem ama kızları yormuş olduğuma üzülürüm. Anonsa da cevap yok. Paspas da uyumuş kalmış yavru kedilerin güzelliği bizi biraz yatıştırırken; elinde poşetlerle pazardan gelen bir hizmetli onları pazarda gördüğünü söyleyince rahatlıyoruz.
Beklemeye başıyoruz.
Birbirinden güzel yaşlılar; saçları kar olan, zayıf veya şişman. Suskun ama konuşkan. Kızlar bir video paylaşımına bakarken bir teyze geliyor merakla yanımıza “ siz Trabzon diyorsunuz ben size aşık ağaç göstereyim mi?” diyor.
Buyurun oturun lütfen diyorum adı Süheyla. Akrabaları ile Antalya ya gitmişler dört beş sene oluyor. Fotoğrafı çıkarıyor yok kenarında bir ağaç ayrı ama başka bir ağaç öylesine ortadan bir yerden çıkmış ve onunla birleşmiş onu gösteriyor.
“Gördünüz mü bak ağaç hiç aşık olup ta evlenir mi bunlar evlenmiş” Sonra asırlık 1300 yıllık koruma altına alınan ama hala meyvası zeytini veren ağacın takvimdeki fotoğraf ve yazısını gösteriyor bize.
Ben muhabbet ediyorum kızlar şaşkın haliyle beklemedikleri bir durumla öyle bakıyorlar.
Süheyla hanım bir başka anısını paylaşırken; Güler geldi geldi diye bağırıyor.
-Tama diyorum dur kadın torbalarını bıraksın usulca gidelim sen o anı çekiver. Niyetim bir yandan masa da ki bu narin teyzeyi de kırmamak. O da sevgi ye ve muhabbete hasret işte.
Ben yavaş ca kalkıyorum ama ne gezer hepsi birden kalkıverince masadan arkamı dönüyorum ki teyze kaybolmuş.

Nuran Teyzem, uzaktan beni görünce şöyle bir nereden bu acaba der gibi bakıyor.
Yaklaştıkça,
“Siz, sizi nereden tanıyorum?”
-Canım teyzem Trabzon’dan deyince çığlığı basıyor, kollarını açıyor gözleri doluyor.
O anı tarif edebilmemin imkanı yok. Arkamda kızlar, heyecandan doğru dürüst fotoğraf çekemedik ama onun an.ki sevinci bize fazlasıyla yetti de artı bile.
-Valla biliyormusunuz. Üç gündür siz aklımdasınız bu kızlar bizleri hiç yalnız bırakmadılar ne yapıyorlar diyordum. Demek ki gelecekmişsiniz işte. Nasıl mutlu oldum. Yine gelin, sakın ayrılmayalım devam edelim görüşmeye olur mu? Bakın bakın hani ben geziye gitmiştim de arkadaşlarımı anlatıyordum ya onlar işte o kızlar.
Nuran Teyze’nin arkadaşlarından iki hanım ve bir bey de masanın diğer uçlarında.
Hanım emekli hemşireymiş Allah onun yaptığı iğneden korumuş olsun diyorum kendi kendime o kadar nalet ki, Nuran Teyzem pamuk pamuk her haliyle pırlanta. Eee ben boş yere birini sever miyim? Vardır bir nedeni.
Hemşire hanımın yanında ki hanım arkadaşı : Bir şeyler ısmarlasan kızlara, her yerim ağrıyor diyorsun ama gezmelerde geziyorsun hiç konuşma.
Hemşire olan: Siz gençsiniz ama ( beni göstererek) bu en kartınız sen büyük müsün bunlardan diyor.
-Evet ben ablaları oluyorum.

Belli belli değil mi diye beyefendi arkadaşlarına sual iletiyor bir yandan.

Ben Nuran Teyze’min sırılsıklam olmuş sırtı için istersen yukarı çıkalım biz buradayız diye rahatsız olma,gel çıkalım üstünü değiştir desem de o istemiyor.
Serap oruçlu değil o gazoz içiyor. Ama Nuran Teyzem deli oluyor bize bir şey ikram edemedi diye.
Gözleri aynı güzellikte ışıl ışıl.
Paluri deki gece de sohbetimiz geliyor aklıma:
-Gelirsin değil mi bana. Demişti. Heyecanla.
Aynı heyecanla fotoğraflara bakıyor.
-Aaa bunu da yapmıştık yaw ben nasıl çıktım oralara ondan sonra biliyrosun sabah yürüyemedim .

Hakikaten o sabah kahvaltı da ilacın etki süresini beklerken bir yandan yürümeye çalışıyordu biz rafting sonrasında yemek yerken o Sümele sonrasının ızdırabını yaşıyordu işte.

Hemen bana Server’imi ara da o da şaşırsın sesini duyunca diyor
Server Hanım turumuzda ki ve benim kontak da olduğum diğer Doktor hanım, inanılmaz güzel ve efendi insanlar.
Server hanım da şaşırıyor haliyle.
-Eee siz nasıl buldunuz ablamı diyor?

O da bizim sırrımız .Gülüyoruz.

Nuran Teyzem. Salı günü ilerlemiş Romatoit Atrit in ilerlemiş safhalarında olduğu için bir check up dan geçmesi gerekmiş ve kontrol durumunda acayip ağrısı vardı o anda da.
Bana söylüyor ama bir yandan da gülümsemeye devam ediyor.

-Nuran Teyze’cim rehberimizinde sana çok selamı var, ellerinden öpüyor dediğimde.
*Çok teşekkür ederim, çok sevindim diyor. Sende ona selam söyle emi diyor ve devam ediyor.

Bir yandan da “Server ile konuştuk kaz dağı mı inek mi varmış oraya gideceğiz ekim gibi oraya da gelin hatta ben bayram ve sonrası on beş gün armutlu’ya gideceğim siz de gelin biz sizi iskeleden karşılarız ama Trabzon’ada yeniden gidilse giderim ama aynı grup olacak” diyor.

Vakit ilerliyor iftar da var ona göre zamanı ayarlamam gerekiyor. Hafiften kalkalım diyorum kızlara ama önce Nuran Teyzemin torbalarını alalım. Beraber odasına çıkıyoruz.
O tertemiz ama arkadaşı ile paylaştığı yalnız odasına.
Annesinden hatıra bir dekoratif eşya. Birkaç fotoğraf, baş ucunda rahmetli olan kocasının fotoğrafı ve tamamıyla kendisi.

Kocasının fotoğrafını göstererek:
-Dilerim ki Allah sizlere de benim kocam gibi sizin kıymetinizi bilecek el üstünde tutacak bir beyefendiyi nasip ettin.
Hiçbir şeye üzülmeye değmez ama ne yapın edin kendinize başınızı sokacak bir ev bulun.
Hayat değişik bir şey ben rüyamda görsem burada olacağım, güler geçerdim.
Kendinizin kıymetini bilin.
Diye salıklar veriyor, balkonu gösteriyor aşağıda manolyolar. Kızlar : Aaaa batumi ye gelmişsiz diyorlar. Gülüyoruz. Balkon da bir kukla tahtadan telli asılı.
-Bu da bizim erkeğimiz bizi koruyor,
Diyor Nuran Teyzem.

Sohbete doyamıyoruz.
Küçücük alanda ki her şeyi paylaşıyor bizimle, arkadaşının dolabından kolonyayı bile.

Gözleri güzel, gözleri ve yüreği güzel kadın.
Ve gözlerinin derinliğinde tarif edemediğim onun içli acısını hissediyorum.
Kırgınlığını ve yalnızlığını.
Hüzün ile mutluluk arasındayım diyor ki :
-Şimdi siz bir daha geldiğiniz de Emirgan’a benim oralara gidelim olur mu? Yine gelirsiniz değil mi?
Aşk olsun Nunum tabi gelicez ( bahçede otururken, kendisine öyle hitap etmemizi istedi ve hepimizin cep telefon numaralarını kaydettim, arkasında yazılıydı cep telefonun numarası, kağıt ile arkaya yapıştırılmış)

-Bak şöyle yapalım istersen senin kaça kadar kahvaltı yapma süren var? Dokuz mu o zamana kadar burada olmuş oluruz, kahvaltımızı beraber burada seninle yaparız sonra senin Emirgan’da bahsettiğin yere gider mantımızı yer ve otururuz boğaza karşı. Olur mu?

*Gerçekten yapar mıyız? Gelirsiniz değil mi?
-Geliriz diyoruz hep bir ağızdan neden gelmeyelim. Allah nasip ederse sen armutlu ya git gel konuşuruz.

Paluri de sohbet ederken akşam bana, Türk Sanat Musikisini çok sevdiğini ve arada bulunduğu mekanda konserler olduğunu ve çok sevdiğini söylemişti.

Bize diyor ki :
-Hadi bakın burada konserler oluyor sizi onlara davet ederim gelirsiniz çok güzel oluyor.

Bu arada armutlu’ya davet ederken arkadaşları : Olmaz öyle önceden kararlaştırın deyince
-Ama onların işleri belli olmaz rehber işleri diyor beni göstererek.
Kızlar da bir yandan ban sen niye ofistesin abla bu işi çok güzel yaparsın diyorlar.
Valla bu gaz ile nerelere kadar giderim bilemiyorum sanırım kızları götüreceğim bugün kü son noktaya kadar. Ama gerçekten bazen bir şeyler için aslında geç kalınmaz ama yapabilirmişim eskiden çok gençkene düşündüğümde yapmam gerekenlerden biriymiş diye düşünüyorum kendi kendime…

Bizi otobüs durağına bırakmakta ısrar ediyor Nuran Teyzem, gerçi mesafe on adım belki ama istiyor.
-Biliyor musunuz bu çiçeklere masraf etmenize üzüldüm ama en sevdiğim renkler deyince o kadar mutlu oluyorum ki ,tamam işte günün anlam ve önemi tescillenmiştir artık kesinlikle.

Ayaklarım iyi olsa bende sizinle SultanAhmet’e de gelirdim ama biz Emirgan yapacağız unutmayın diyor. Bu arada camilere de gidiyor musunuz ? Çok güzel camiler var ben Yuşa ya gitmek istiyorum diyor.

Serap, evet gidelim diyor.
Bana yol görünüyor sanırım yine.

Otobüse bizi uğurlarken çok güzel bir kelime kullanıyor.
“ Ayaklarınız kabe ye varsın”

Ve kaybettiklerinin arkasından kullandığı şu cümle, benim onun hakkında düşündüklerimi ne kadar da güzel yansıtıyor.
“ Nur gölü içinde yatsınlar”

İlk kez duyduğum iki muhteşem söz.

Büyüklerimiz öncülerimizdir hele ki böyle yaşanmışlıklar üzerine, hala sevgi ve tebessümle bakabilen bir yürek.

İyi ki ben bu Trabzon turunu yaptım.
Ve iyi ki bu tarihi seçtim.

Seçimlerimiz bazen cuk diye oturuyor değil mi? Keşke hayat hep böyle güzel olsa.

Neyse ki 365 güne 5 gün de olsa mutluluk sığıştırabiliyorsak ne mutlu bana.

Bir daha ki yazı, turumun devamı hakkında olacak.

Bekleyin anacım…

7 Ağustos 2011 Pazar

An Gelir...




İnsanın an ve an zamanı değişiveriyor.

Bir yere gitmek istiyorken; hop başka bir şey oluyor.


Oluveriyor, çünkü aslında diğer her şeyi iptal etmişsiniz.

Yine de,



Ama olmuyor.

İnsan henüz ışınlanamadığı için, sadece yakınsal ziyaretler yapma durumunda kalıveriyoruz sınırsal hayatlarımızda.



Esasında şu bir haftalık hızlı tur ardından; diyorum ya hızımı alamayıp her yere konma telaşındayım.

Bilmiyorum artık, nerelere yetişeceksem.



Zamanım kısa belki ruhum da ona göre hareket ediyor, kim bilir? Kim bilebilir?

Sizin de olmadı mı hiç? Bazen en olmaz yok canım dediğinizin olduğu yahut olur dediğinizden adım gibi olduğunuzun olmayışı.



Oluyor, hayat biz büyüdükçe sanki o da büyüyor.

Yada bizi içerisine almaya başladıkça yani onun kuralları ağır bastıkça biz öyle hissediveriyoruz.



Mesela, bugün aslında hiç gitmediğim yani yol üzerinden geçtiğim ama durmadığım bir mekan olan Keşan’a gidecektim.



Orada yaklaşık üç aydır görmediğim, çok sevdiğim ve değer verdiğim bir dostumu görmekti niyetim.

Üstelik Çağatay Yolda ekibi de iftara bekliyordu. İkisine birden gidemezdim aslında akşamdan gitsem bu sefer ilk durağın sakinlerini yerlerinden edecektim. Hal böyle olunca Tekne de ki iftarı iptal edip yola düşmeyi daha uygun gördü yüreğim.



Boğaz da tekne de bir iftar, ilk gün ki toplu yemek şokundan sonra bu gayet iyi gelebilirdi ama diyorum ya; insan bazen kahve bahane, insan sohbet edebileceği, konuşabileceği can’ı arıyor.



Olmadı. Kısmet.



Bizde haliyle düştük yollara.

Kaç kişi olacağımız konusunda hiçbir fikrim yoktu ancak bayağı kalabalık olmuşuz.

Bu ramazan çok bereketli geldi ya da bana öyle geliyor.

Normal de ben çok farklı bakarım olaylara çünkü.



İlk kalkış noktası olan Kabataş’tan yola koyuluyorum.

Varan 6 bekliyoruz bizi, belki 60 belki 100 kişi olacakmış ama ilerleyen saatlerde Üsküdar’dan alınan yolcularla birlikte sayı 140 ı buluveriyor.



Kaç yıldır şu mezun olduğum lise yemeğini şöyle bir tekne turunda yapma niyetim vardır ama olmadı. Gecenin ilerleyen saatlerinde gelin görün ki herkes benim liseden.



Onun için insan ne düşündüğüne dikkat etmeli; zira yalan yanlış olsa da oluveriyor isteklerin.



İlk gelen benim, sonra yavaş yavaş yolcular geliyor.

Özellikle dikkat ediyorum, üç kişiden ikisi iyi akşamlar deyip, tokalaşıyor ve selamlaşıyor.

Çağatay Yolda Ekibi daha doğrusu ailesine üye olan herkeste ortak gördüğüm fikir bu, sıcaklar.

Güzel enerjili insanlar var gerçi gruptan ayrılanlar, yeni katılanlar da olsa en son yaptığımız Büyükada gezisinden sonra gayet keyifli geliyor.

Arkamı vermişim Dolmabahçe’ye manzara güzel. İstanbul’um güzel. Şarkılar ondan güzel.

Garsonlar sofraları hazırlarken ve ben 15.000 kişilik o ilk günkü toplu iftar yemeği şokundan sonra, ilk kez güzel ve adam gibi bir organizasyon içersindeyim.


Manzaraya karşı demleniyor ruhum şarkılar sayesinde, en sevdiğim şarkılardan biri geliyor:

“Fikrimin ince gülü, kalbimin şen bülbülü
O gün ki gördüm seni, yaktın ah yaktın beni”


İnsanlar dolmaya başlıyor…
Tek başıma oturuyorum,

-yanınız boş mu diye ? bir soru yöneltiyor kibar bir hanım.

+Evet, nasılsınız diyorum o biraz tanımamışken beni, sonradan çıkarıyor liseden tiyatroya katılan kızına yardımcı olmuştuk kız büyümüş artık üniversiteli olmuştu.

Bir bakıyorum Nurdan da var.

İstesen olmaz. Kibar annesi ve zarif babası ile sevgili Ali Abi’yi bekliyorum.


-Yanına oturacağım diyor tekneden girer girmez.
+Zaten ayırdım ağabeycim merak etme diyorum.


İyicene doluyor, çok güzel bir ortam.
Sevgili Çağatay geliyor ve konuşmasını yapıyor. Tek tek emeği geçenlere teşekkür ediyor.
Ali Ağabey de yönetici grubundan.

Harika bir ortam var.

Yemekler ve İstanbul’um hoş.

Hele gece İstanbul’um, hakikaten aşık olunacak kadar güzelsin.

Boğazın ışıkları altında, belki de bir hafta sonra yapılsa dolunay da iftar yapmış olacaktık ama çok şahane manzara hakim gözlerimize ve ruhumuza.

Yemek ve çay faslı sonrası, müzik eşliğinde yukarı çıkıyoruz.

Hava muhteşem, aracımız hafif sallanıyor böyle annemin ayaklarında uykuya biraz sonra dalacak kadar huzurluyum açıkcası.

Bir de şu özlemler olmasa.


Ama özlemlerde şu hava da başka bir renk katıyor insana.
Geçen bir cümle okumuştum çok hoşuma gitmişti.

“ Sevmek bir şey belki ama sevildiğini bilmek çok şey”


Ne kadar doğru…


Sevmek ve sevilmek kadar güzel bir duygu yok dünya da.

Tut ki yanında değil ama hisleri kim tutabilir ki?

Hangi zaman? Hangi sınır tutabilir?...


Öylecene manzaraya aşık bakıyorum, müzik çalıyor Nurdan:
-Oynamayacak mıyız abla diyor .

+Kırılır mı hiç


Başlıyoruz döktürmeye teknede zıplamak da çok hoş bir duygu.
Yıllar önce Bozcaada da arkadaşın teknesinde yıldızlara karşı yatmıştım nasıl da keyif almıştım. Sabaha kadar uyumadım,öylece izledim ışıltılarını gözlerimi üzerlerine dikerek. O kadar güzeldi doğa. Yani ellerini uzatsan yakalayacak kadar yakın.


Tekne de çay demlemiş, börek bile kızartmış biri olarak böyle sallanmalar bana bir şey ifade etmiyor.
Bir bakıyoruz, yunuslar peşimiz sıra bize eşlik ediyor.

İşte Allah’ın sevdiği kullara en büyük ikramı diye düşünürüm böyle zamanlarda.

Görebilen her göz için bir lütuf aslında.

Şükrediyorum...



Demek ki; bu gün burada bulunmam gerekiyormuş, üzülmeme gerek yok.



Bir sürü yeni insan bir sürü güzellik.

Bir sürü güzel fotoğraf.

Baklava,karpuz, çay artık her şey birbirinin içerisinde nasıl bir ramazansa bu ?

Allah affetsin.

Oruca aç, ye, oyna,zıpla koş sahura…



Gezginsen yüreğin sunuyor en güzelini sana.

Mutluyum.



Düşünüyorum da bir dost söylemişti:

“ Harika şeyler!”

Haklıymış.

Çok haklı.



Hayat güzel…

İstanbul ondan,

Ramazan ondan,

İnsan olan ondan,



Ondan seviyorum sevgiyi…



Selam olsun…

Sevgiyleee

5 Ağustos 2011 Cuma

Müzik...

Gecenin bir yarısında, ruhumuzun en uç noktalarındayken o dangur dungur çalan davul sesisin içime vuran o korkunç tınısı hatırladım bir an.
Bu ses ne kadar güzel di.
Ne kadar ruha dokunuyordu.

İşten dönüyordum.
İş dönüşleri, tam eve girerken bir an evvel atasınız gelir kendinizi.
Ne bir ses ne de bir seda bazen.
Caddelerin, sokakların ihtişamı boğuverir.
Öylesine geçmek.
Huzura bırakmak istersiniz bazen.

Ev, yalnız da olsan hoş geldin der.
Aslında da der zaten.
Bütün her şey canlıdır.
Duvarlar her şeye şahittir.
Gülümsemelerin kadar, gözyaşlarını da gün gelir yüzüne ay gibi tutar.
Onun için bazen hoş geldin
Bazen, kalk biraz dolaş der.

Anahtarım elimde, ilerliyorum.
Sokağın diğer ucundan yanında bir küçük kız çocuğu ile delikanlı duruyor.
Gölgeleri de caddeye, adım adım.
Kendileri ufak ama
Nağmeleri kocaman…

Fark ediyorum ki elinde delikanlının bir eski akordeon.
Kim bilir?
Kimden.
Baba mı, dede mi yadigarı.
Bir içli ezgide.
Ne güzel çalıyor, tam da kapıya gelmişim.
Kalsam biraz.
Ne güzel böyle belediye bir sistem başlatsa.
Mesai saatleri sonrasında caddelerde müzik çalsa.
Eski bekçiler gibi mahallelerimizde böyle; klasik yada türk, batı fark etmez müzik çalsa.

Kesinlikle insan daha huzurlu ve daha mutlu olur.
Müzikten zarar gelmez insana.
Dahası rahatlatır, kendimizi yansıtır.
Yansıttığımızı yayar.

Müzik olsun, ruhlar huzur bulsun.
Davul tokmakları da gecenin bir vakti sıçratmasın.
Müzikleee…

1 Ağustos 2011 Pazartesi

Bazen Güzel An.ların Ne Zaman Geleceğini Hiç Bilemezsiniz...

Gece bir olmuş, çay demlenirken karşıma çıkıveren filmi izliyorum “ meleklerin ayak sesleri”.
Görsellik ve duygusallık biraz da dram anlamında güzel bir film. 1930 larda geçmekte.
Eski sözü işin içine girince beni daha çok etkiliyor.
Hayranı olduğum Sophia Loren’in genç kızlık yıllarını çağrıştıran Polly Walker’ın duru güzelliği, o anlamlı bakışları muhteşem filmin içine ister istemez alıveriyor sizi.


Birazdan her zaman yaptığım gibi; çay, peynir ,ekmek, zeytin ve bolca su içip yatacağım.
Ama film güzel, acaba mümkün olsa yarın erken kalkma telaşım olmasa demek ki oturabilirim keyifle. Harika filmler izleyebilme şansına sahip olabilir insan.
Aslında bir saat önce izlediğim filmi ikinci kez izliyorum hoşuma gitmişti “the holiday / tatil”
yine gitti.Gece insanın duyguları, daha kendisiyle baş başa kalıyor.
Öylece sessizlik içerisinde, bir sessizlik. Sen ve sen.

Buraya kadar her şey güzel, saat üç olmuş. Sanki bir iki saat sonra kalkıp da uçakla bir yerlere gidecek gibi hissediyorum kendimi.
Sonra avutuyorum, gidiyormuşsun gibi say ve işe git!
Günün henüz dünyadan nasibini almamış, yorulmamış yani yaklaşık dört sularında sıçrayarak uyanıyorum.
Bildiniz, malum davul sesi. Yani artık cep telefon alarmları, digital saatler yok yokken köy meydanı gibi nedir bu ? Hastası var, hamilesi var, bebeği var. Sonra benim gibi güzellik uykusunda olanı var. Var da var kardeşim.
Dağıldı mı şimdi uykum yakala yakalayabilirsen, saat hamsi suları pardon beş suları dalmışım sonrası zıpkın gibi olmama sebep oldu çünkü iş de olmam gereken saat de yatakdayım.
Aslında hoş bir duygu evde olmak. Kısmet emeklilikte artık. Hey Özgürlük diyeceğim günleri iple çekiyorum.
İşte o zaman nasipse gezmeye başlayacağım artık emekli maaşı hangisine yeterse bakacağız.
Nasıl yollara düştüğümü bilmiyorum ama gülümsüyorum yine de.
Ne demişti Ülkü hanım : “ Yaşamak bir gün, o da bugün”…

Sıradan Ramazan Ayı’nın bildik, aslı asla yaşanamayan günlerinde öğlen oluveriyor.
Aslında oruç konusunda sicilim pek parlak değildir ama açılış yapmak istedim.
Çocukken tutardık bilenler hatırlayıverir hemen; başı, ortası ve sonu haklarımız vardı. Bizler okula giderdik ve en önemli görevimizin okumak olduğu söylenirdi.
Öğle arasında arkadaşlar yemek yerken ben arabada kalıp müzik dinlemeyi seçiyorum.
Camlardan ılık ılık gelen rüzgar beni uyutacak gibi. Gözlerim için için, kapada gel bana diyor.
Neyse ki çocuklar geliyor biraz hava alalım diyoruz. Arada vakit kalırsa arabada varsa yaparız böyle çocuklar diyorum çünkü benden bayağı küçükler. Hava almak bana çok iyi geliyor.
Yaş ilerledikçe sanırım böyle bir yere uzun süre takılıp kalmak beni sıkıyor.
Dünya, dönüyor ve değişiyor her an.
Her şey. Eskiden çok kısa bir zaman öncesine kadar bunu kabul etmezdim ama artık öğrendim.

Biliyor musunuz; özgürlüğün en kötü tarafı, canına diken gibi batan yalnızlık.
Bazen de senin coşkundan yalnızlık hiç oluyor. Kendi kendine, belki de çoğu insanın asla hissedemediği, monotonlaşmış rüyasında asla da hissedemeyeceği güzellikleri yüreğine dolduruveriyorsun aniden.

Nerede kalmıştık. Çay molası verdik. Yeşilköy’de bir yer. Deniz inanılmaz derece de durgun ve güzel. Atla gel yanıma diyor usul usul…

Kızlar ön tarafa meyilliler güneş daha az geliyor diye aslında bir an evvel sigara yakma telaşındalar. Ben ise arka tarafa geçmek istiyorum. “ hadi size çay ısmarlayayım” diyorum.
-Ama ablacım sana ayıp olmuyor mu şimdi ? Biz içcez sen baakcaksın.
+Niye ayıp olsun herkesin orucu kendine.
Onlar çaylarını alıyorlar.
Oturur oturmaz kafam sol tarafa çevrilmesiyle ne göreyim? İnanılmaz.

Yani İstanbul’da, tam da bu semt de, üstelik bu saat de.
Sen, ben göreyim diye mi buralara çay içmeye geldim a üstadım?
Bir hanımefendi ile derin bir sohbet halinde.

Bu tonton adamı o kadar çok severim ki. Sanatı konuşturmasını. Yüreği ile deklanşör arasında ki uyumu. Onunla hep tanışmak istemişimdir. İnanamıyorum.

Allah’ım yaktığım mum ilk seferinde söndü ve ben sonra yeniden yaktığımda yandı.
Yoksa bir şeyler düzeliyor mu?
Güzel şeyler mi olacak bu bir işaret mi?
Lütfen, bana bir mesaj yolla.

Benim için onun gibi biriyle tanışmak büyük onur o insan dan önce bir yetenek, sanatçı ve üstat işte ötesi yok.
Tanışmak, üstelik ramazan ayında aynen istediğim gibi; biri ermeni biri türk aynı mekanda yan yana. Kardeş kardeş.
Çok esprilidir aynı zaman da ama nedense çekiniyorum yanına giderken, vaktimizde yok.
Kızlar:
Gidecek misin gerçekten yanına bana kalırsa o kadar iyiyse ver o senin fotoğrafını çeksin.
+Neyle bu cep telefonu ile mi? Kızlar siz kendisini hiç tanımıyorsunuz bunu görse bu nedir yaw dalga mı geçiyorsunuz der hemen.
O Türkiye’nin değil aynı zaman da dünyanın en önemli fotoğraf sanatçısı.

Ve tanışıyorum.
-Affedersiniz, eğer sizi rahatsız etmiş olmazsam bir de birlikte bir fotoğraf almam mümkün müdür?

Hemen yanında ki hanıma sesleniveriyor( beklediğim sıcaklığı ile ):
-Gel, gel. Gel de ünlü gör. Diye takılıveriyor. Sayın ARA GÜLER.
“Baksana meşhur olmuşuz” diyecek kadar da mütevazi.

Allah’ım çok teşekkür ederim.
Bu da bana en az bir ay yeter.

Kızlar diyor ki :
“ Seni ramazan günü güzeli” seçiyoruz bu enerjinden dolayı.

Eh ben gönlümden geçen güzellikleri gördüğüm an zaten enerjim etna gibi oluveriyor Yaradan öyle ikram buyurmuş, elimde değil.

GALATA EYÜP KALABALIK VE MANEVİ HUZUR

Manevi Huzur

Manevi huzur ve bilhassa 15 bin kişiyi bulacak o toplulukla aynı anda dua edip, yemek yemenin ilginçliği düştü aklıma.
Öyle birden bire.
Düşünsenize solunuzda Eyüp Sultan, sağınızda Eminönü Yeni Cami.
Çaprazda o mağrur, efendi duruşu ile Galata.
Dimdik ayakta.
Diyorlar ki eski Galata Köprüsünün üstünde yapılacak Ramazan Ayının ilk iftar yemeği.
Ben de iş dönüşü Unkapanı’nda inip takribi olarak Kadir Has Üniversitesi’ni biraz geçince bulabileceğimi düşünüyorum ama nafile.
Yürü babam yürü.
Sonra bir adamcağıza soruyorum:
+Eski Galata Köprüsü nerede?
-Hım ileride ama ne yapıcan?
+Güzel soru:
Üçtaş oynayacağım…
Etek sarı sen etekten sarısan, türküsünü okuyacağım.
İkinci şık daha hoş, aslında köprüde güzel okunurmuş.
Atlamayacağım amca korkma !
Hayat kısa, zaten o bir yerde bırakacak beni.
Daha gencim dur bakalım neler göreceğiz?
Güzellikleri bulalım.
İlerliyorum,
Birine daha soruyorum bir de diyorsun ki doğma büyüme İstanbul’uyum.
Bu ne şimdi?
Bu günlerde çok kızıyorum kendime.
Artık vazgeçmek üzereyken polis memuruna soruyorum.
-İçeri girin tarihi binayı takip edin solda göreceksiniz.
+Teşekkür ederim de burası Feshane !
Yaw kardeşim doğru dürüst söylesenize şurayı.
Ter içinde kalmışım ama kendim kaşındım.
Sanırım tur dönüşü hala hızımı alamadım.
İçerisi ana baba günü, masalar dolmuş.Millet ayakta. Çoluk çocuk mahalle kimi ararsanız orada. Bir de ramazan o muhteremliğine saygı falan aramayın herkes konforundan ödün vermiyor.
Hepimiz kardeşiz, tek bir yaradan için buradayız değil mi?
İnanma.
Bu da bana ders olsun.
Annem arıyor:
-Denize bakıyorsun ne işin var oralarda kalabalık da oruçlu oruçlu.
+Aaa sen beni mi gördün ne zaman meğerse yakalanmışız kameralara.
Sorma canım, bir suyu zor alabildim. Günah işliyorsunuz bekleyin falan diyorum ama kimse takmıyor.Üst üste herkes yemek falan hal getire zaten yemeğe de gelmedim biliyorsun şuranın ruhani havasını, şu güzel akşamın maneviyat ikliminde gezinebilmek maksadıydı amacım ama kulağıma kocaman Afrika küpesi oldu.
-Umarım olmuştur, eve gel evinde ye yemeğini oyalanma emi kızım.
+Tamam canım.
Çıkıyorum dua ettikten sonra, öylece bakarken.
Üstelik arkama Eyüb’ü.
Soluma Galata’yı sağıma Yeni Cami’yi
Dümdüz ve ışıltılı bir denizde ne güzel şeyler düşlemiştim.
Aslında biliyorum bu medeniyet bizim toplumumuzun sevdiği bir şey asla olamadı.
Atatürk öğretemedi, kim öğretecek artık.
Bir saat rötarlı olarak eve gelince yani biraz önce yiyorum Allah kabul etsin.

Bir daha toplu yemek mi ?
Amannnn…
Benim ruhum yeter de artar bana.
Aman.

31 Temmuz 2011 Pazar

Ey Güzeller Güzeli RAMAZAN...

Ramazan’ın bereketi yayılıyor günlere…

Keşke her şey bu kadar basit olsa.
Mahyalar yandığı gibi; herkese bir doğruluk, dürüstlük ve tabi ki sevgi doluverse.

Bitmişler bitmiş.
Yenilenmesi gerekenler bahar çiçekleri gibi açmış.
Herkes gülümseyerek bakabilse birbirine .

Çok zor dost
Çok zor.

Sabah kalktığımızda, sanki ölü bir şehrin içine düşmüş gibi bakışacağız.
Yanlışlıkla omzuna çarpsan, alimAllah kavgayı fişekleyeceğiz.
Sigara içemeyenler pofurdamakta.
Mutfak da tatlı telaş içerisinde olanlar,yetişmedi diye telaş etmekte, söylenmekte.
Dut yemiş bülbül gibi,
Herkes; istisnasız
Sus
Ve Pus…

Bu mudur Ramazan?
İki minare arasında eskiden bin bir zorluklarla yakılmaya çalışan eski kandilcilerin emekleri gibi; günümüzde huzurun,sevginin,paylaşmanın.
Varsa iki lokmayı katık etmenin değeri de maalesef değişti.

Bu yaz sıcağında; sokağında ki kedi köpeğe su vermeyi bile akıl edemeyen.
Komşusunun acaba ekmeği var mıdır ? diye aklının ucundan bile geçirmeyen ama o alışverişten gelirken torbasını dikiz edebilen.
Her şeyi ramazan sofrasında yiyebilmeyi kendine hak gören
Şükretmeyi unutmuş.
O sofranın sıcaklığını soğuk yüreğinde uyutmuş.
Haldır haldır birbirlerinin yüzlerine bile bakmadan yenen yemekler, sus pus muhabbetler.
Gelsin çaylar, kahveler.
Öylece geçsin günler…
Bu sıcakta da çekilir mi yaw şu Ramazan.
Ama tutmak gerek günah !

Günah, neye. Ve kime günah.
Allah ile arana soktukların aranda bir mesele ise haklısın.
Ama yalnız kendin dosdoğru Yaradan ile birlikteysen; sen bu gün oruçlu olmasan da o biliyor seni.
Sen, fırıncı çırağının terini akıtırken emek verdiği pideyi yemeden önce alırken şükretmişsen.
Sen, bir ay değil yaşadığın ömrün boyunca az ya da çok eline düşen nimete şükür ve aza kanaat getirmişsen.
Sen, her ne olursa olsun asla sevmekten vazgeçmemişsen.

Zaten o taşların önünde açılan iftar sofralarına gerek yok, şimdikiler gibi;
Sen Eyüp’ünde
Ramazan’ında
Sünbül’ünde dostusun.

Dost, dostu can da arar.
Can perdesi ölü gibi dursa da.
Canana meyillidir.

Yaradan içine vermiş ise ne söz ne kelam kalır geriye.

Yaşar gider, insanlar iç içe.
Ama bilmezler ki;

Kim, kimin ruhunun derinliğinde…


Yine bir ramazan
Kısmetse bayram

Seyredelim cihanı ufaktan…

Ne düşerse payımıza,
Kıssadan
Şükredeceğiz el açıp mecburen acizliğimizden.

Ve ne görürsek görelim:
Yaratılanı hoş göreceğiz Yaradan dan.

30 Temmuz 2011 Cumartesi

Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti ve Barış Kutlamaları...

Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti’mize girişimin ilk günü sanırım saat-18:00 suları yada değil
mesaj geliyor.
Aylardır ilgilendiğim evimin talibi çıkmış, yarın muhakkak görmek istiyorlar anahtar var mı?
Var da, nasıl şaşırıyorum.
Artık ümidim kalmamıştı.
Netice : İstanbul’a gelince her şey yeniden başlıyor işte. Adam beğenmemiş.
Oysa nasıl sevinmiştim artık yepyeni bir hayata sıfırdan başlayabilmek ümidi bile oldukça heyecanlandırmıştı.

Çok güzel bir gün batımı sonrası akşam yemeğinden sonra yazımı yazıyorum. Fotoğraflarımı çekip, odama çekiliyorum. Sanırım akşam 22:30 civarı uyumuşum. 23:30 gibi telefon sesi ile sıçrıyorum.

-İyi geceler Ben Rehberiniz Bülent. Nasılsınız? Dinlenebildiniz mi? Ben sizi aşağıda çok aradım da bulamadım. Tanışamadık.
Bir an Trabzon dönüşü kendimi evimde sanıyorum ama o da çok şık. Rehber mi? Bülent’de kim? Ayılıyorum sonradan.
+Evet. Şimdi tanışmış olduk çok yorgundum uyumuşum.Merhaba.
-Konuşamadık sorun varmış uçak biletiniz halloldu mu? Sizinle de ilgilenemedim kusura bakmayın diğer otellerdeydim.
+Sorun değil ben yerleştim uçak biletimde operasyon bölümünde kesilmeyi unutmuşlar.
Dönüş bile henüz meçhul.
-Bir şeye ihtiyacınız var mı? Yalnızmışsınız.
+Hayır, yok çok teşekkür ederim.
-Bizim yarın bir turumuz olacak bunu görmenizi isterim. Lefkoşa- GaziMagusa
+Çok güzel de. Ben o kadar yorgunum ki bir de Karadeniz sonrası artık canım bir şey çekmiyor.
Ben hala yeşilliklerdeyim.
Birde ben yarın tamamı ile deniz yapıp Girne’ye gideceğim rehberimden bilgileri aldım oralar da artık hangisini yakalayabilirsem üstelik de Zafer Kutlamalarına denk gelirim belki diye düşünüyorum.
-Bunu kesinlikle tavsiye ediyorum inanın pişman olmayacaksınız
. Bizde size çok iyi rehberlik ederiz hiç merak etmeyin zaten profesyonel rehberimiz sizi sabah 09:00 da gezdirmeye başlayacak buraya kadar gelmişken bunları görmeden gitmeyin bu turu her zaman yapmıyoruz zaten.
Halt etmişsin sen, siz onun tırnağı bile olamazsınız. Diyorum içimden.

Anlatıyor bana o bu, uykum dağılıyor haliyle.
Bir de Barbarlık Müzesi deyince bir duruyorum. Çünkü hafızamda o korkunç fotoğraf yer alır.

-Evet, orası da var ama ben hep buradayım henüz içeri girmeye cesaret edemiyorum.
+Peki, kaçta nerede?
-Siz lobide bekleyin otobüs gelecek.

Dön oraya dön buraya uyku yok. Evi de merak ediyorum.
Belki çok güzel şeyler olmaya başladı diye kendimi avutmuşum meğer…

Sabah ilk işim denize girmek saat sanırım 07:00
O kadar güzel ki inanamazsınız ve en güzel zaman.
Bir yaşlı teyze yanımda şezlongu hazırlıyor kendine.
Oh huzur var. Duş alıp kahvaltıya geçmek için kalkıyorum, Sümele’yi aratmayacak merdivenleri çıkarken önümde orta yaş üstü bir bey ilerliyor. Sonra bakıyorum o da asansöre biniyor.
Günaydın, diyor bana
+Günaydın
-Ben de diyorum ki; sabahın bu güzel vaktinde, bu sahilde bir melek uzanmış. Öylece dupduru, sonra kalktı denize girdi ve peşim sıra merdivenleri hızla çıkıyor tez canlısınız herhalde.
+Evet öyleyimdir. Tura yetişeceğim de.
-Oh ne güzel. Valla bizde karımla istiyoruz ama kafam o kadar meşgul ve dağınık ki. Oğlanın sınav sonuçları açıklanacak yarın. O netleşmeden hiçbir şey yapamıyoruz. Ben efendim … Üniversitesi’nde Prof…..
Sizi sabah görünce o kadar pozitif elektrik aldım ki buna oldukça inanırım. Bu gün çok güzel şeyler olacak.
+ ( Bismillahirrahmanirrahim )
İnşaAllah alırsınız ben uğurluyumdur. ( Gerçekten uğurluyumdur.Kendime hayrım tartışılır da başkalarına hep olmuştur , öyledir hayatıma bir şekilde giren insanların benden sonra güzel şeyleri yaşadıklarına şahit oldum kaç kez sevinirim bu anlam da onların adına. Bir de kendime nasıl yapabileceğimi bulsam iş kesinlikle çözülecek de…)Umarım iyi sonuçlar alır emekleriniz boşa çıkmaz.
Kata geliyoruz ben ayrılıyorum iyi günler dileyerek.

Kahvaltımı alıyorum, otobüs gelmiş gidip eşyamı koyuyorum.
Gelen giden yok.
Sonra Bülent bey beni arıyor.
-Neredesiniz ?
+Valla ben otobüsteyim uyandırma da yapmadılar bana siz neredesiniz?
-Yapmadılar mı? Hangi otobüs ben otobüsle yeni geliyorum.
+Peki bana bu dediler bindim
Meğer bindiğim ETS nin turuymuş
Bu sefer kendi aralarında hayır ilk bizim aracımıza bindi bizim yolcumuz alamazsınız diye hali hazırda Kıbrıs da Turizm Otelcilik de okuyan ve yaz dönemlerinde burada çalışmakta olan genç turizmci arkadaşlar şakalaşıyorlar.
Ben otobüse biniyorum. Sol dolu sağa geçiyorum.
Peşi sıra farklı tur satın alıp yolculuk yapınca ve çok güzel geçince bir buruk oluyor içim.
Gözlerim arkadaşlarımı arıyor öksüz kalmış gibiyim.
Bir de yolda rehber geliyor.
Ah diyorum şimdi bir mucize olmuş olsa bizim rehberimiz burada olsa ne kadar keyifli olurdu.
Yola kaldığımız yerden devam ederdik. İnsan mutlu ve haz aldığı bir ortamda bulunuyorsa eğer o an küçük bir aile gibi hissediyor ister istemez.
Ben duygulu bir insanım hisleniveriyorum hemen. Kötü bir şey ama yapı, yaradılış işte.

Rehberimiz karısı Kıbrıs'lı kendisi İskenderun’lu üniversite de tanışıp hanım köylü olduğunu ifade ediyor esprili ve bilgili bir bey.
En azından Lokman bey’in üzerinde.
Bana laf açılınca Gürcistan’a bireysel olarak ailesiyle 10 günlük bir tatil düzenlediklerini, önümüzde ki hafta gideceklerini ve nasıl olduğunu soruyor.
Bende görmüş geçirmiş, yaşamış biri olarak ( çok güzel bir duygu bilerek bir şeyleri paylaşmak) anlatıyorum ne varsa.
-Yapma yaw diyor
Ama siz yine kendiniz görün, tadın deneyimleyin tabi ki siz daha tecrübelisiniz bu konularda ama yer görmek, tanımak dünyanın en keyifli şeylerinden biri.

İlk turumuz Boğaz Şehitliği.
Şehitlik önü ve dışarı haldır haldır temizlik telaşında.
Çünkü yarın Başbakan gelecek.
O kadar duygulanıyorum ki ağlamaya başlıyorum ne o tatile gelmişim.
Ama o “meçhul” yazısı beni alıp götürüyor. Solda bir sağda iki adet var.
Oradan çıkıp şu hafızamda kötü yer etmiş Barbarlık Müzesine geçiyoruz.
Kapı da girişte üste kurşun izleri çerçevelere alınmış şekilde. Zaten ben rehbere sorduğumda kapıda camda kırık var ama esas arkadan dolanarak Rumlar içeri giriyor. O anda da evde Alay Doktoru Binbaşı Dr. Nihat İlhan görevde olduğundan karısı,çocukları ve ev sahibi var. Kiracılar orada yani bir nevi lojman bildiğiniz. Solda ki odayı tarıyorlar ama sesler başka odadan gelince banyo ya dalıyorlar ve orada katlediyorlar çocukları küvet içerisinde ki o sahne işte orada fotoğraflanmış. Kanlı bornozlar müzede batikler vs.
Bu olay Rumların yani Hıristiyan Aleminin en önemli gününde gerçekleşiyor 1963 yılının Noel’inde.
Zaten boylu boyunca sergilenmekte olan fotoğraflar tüm kalleşliği, savaşın her nerede olursa olsun acımasızlığını gözler önüne sunuyor.
21 Aralık 1963 de başlayan Rum Katliamı’nın sonucu şehit olmuş; genç, kadın,ihtiyar, masum kardeşler, öğretmenler, göç etmeye zorlanılmış soydaşlar ve ellerinde bir tas üç çocuk aş istiyor. İnanılmaz fotoğraflar…

Buradan çıkıp Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti’nin en önemli tarihi olan1974 Barış Harekatının izlerini taşıyan yerleşim alanlarını görmek üzere yola koyuluyoruz şanslıyım rehber güneş yememek için yanımda oturuyor ve ben durmadan soruyorum.

Yeşil Hat da geçiyoruz ve Ledra Palas sınır kapısı
Üç sınır kapısı mevcut.
Metehan, araçlara açık
Ledra, Diplomatik geçişlere açık
Lokmancı,sadece yaya geçişlerine.

Cumhurbaşkanlığı Sarayını, dip dipe konsoloslukları ve sınır kapıları çok ilginç.
+Buradan atlamak isteyen yok mu bir cesur diyorum?
-Atlamak istersen başka gizli yerler var buralar pek kullanılmıyor diyor.
Böyle sıkıyönetim hali gibi düşünmeyin yazmamdan, geceleri falan son derece güvenliymiş.
Kimse kimseye bir şey yapmıyor diyor da benim aklıma çocuklar geliyor topu kaçsa ne yapacak?
Bir sınır iki boyu üzerinde başlangıç Türk ortası Birleşmiş Milletler ve sonra Rumlar.
Sonra aşık olanlar ne yapıyor kim bilir?

Öğlen Lemar Alışveriş Merkezinde alışveriş yapıyoruz serbest zaman hemen Hellim ve rehberin tavsiye ettiği Harup Pekmezinden alıyorum.
Ben keçiboynuzunu çok severim. Buralarda hep kuruları bulunuyor ama bazı yerler de inanılmaz ağaçlar varmış meğerse.
Buradan ayrılıp Magosa’ ya hareket ediyoruz.
Bildiğin İtalya sanki.
Yer yer tipik adalarımızdan kalma rum evleri, sarı taşlar.
Namık Kemal’in sürgün olarak yaşadığı yer.
Afrodit’in süt banyosu yaptığı ileri sürülen bir lahit bu arada stand kuruluyor konser verilecek yarın için.
Yolculuk buradan Saint Barnabas Manastırı.
Çok güzel gerçekten.
Tipik manastır. Gürcistan da ki Gönye Kalesin de de hafif bu izleri hissetmiştim ama burası çok daha ilginç. Hele içeride ki 18.yy dan kalma ikon koleksiyonu muhteşem.
Bir şey soruyorum haliyle kem küm tam bilemiyorum diyor rehber ah diyorum Celal Bey şimdi olsan o masalları yine anlatsan.
Canlansa ikonlar.
Manastırın avlusu çok hoş, avlu dışında ki sütun ve taşlar Salamis’ten gelmiş.
Papazların yaşadığı yerler ise restore edilerek Arkeoloji Müzesine getirilmiş.
Bu müze içerisinde de Kıbrıs’a ait Neolitik’den Roma’ya kadar tüm eserler sergilenmekte oldukça ilginç. Tarihin gelişi, akışı nasıl dönemlerden geçtiği, geçerken neler kullanılmış olduğu çok değişik bir perspektif katıyor zihinlerimize.

Buran ayrılıp karşı ya mezarlığa doğru gidiyor ve orayı isteyenlerle geziyoruz.
Ve avluda ki ilk kez gördüğüm keçi boynuzu ağacından sallayarak bize hasattan ikram ediyor rehber.
-Silin ve yiyin diyor
O kadar güzel ve yumuşak ki. Oldukça lezzetli.

Yolculuğumuz ise Lala Mustafa Paşa Camine uzanıyor. Kilise den çevrilen ama hiç aykırı durmayan bu cami çok ilginç.
İçerde lahitler, tüm dinlerin ortak alanı gibi bir mekan dışarıdan da çok ilginç.
Çok güzel, bayıldım.
Kendimi gerçekten yurt dışında hissettim.

Venedik izleri boylu boyunca Magosa da şiddetli bir şekilde hissediliyor.
Venedik Sarayı Kalıntıları da çok güzel, işte sanki İtalya’dayım.
Her an zamanın farklı bir alanına otomatik geçiş yapıyor gibiyim Kıbrıs’ta.
Bir saatli yemek ve deniz molası veriliyor. Buranın en güzel plajıymış ama ben Gökçeada’daki Kefalos plajı üzerine henüz beni etkileyen olmadı.
Ben tercihimi denize girerek kullanıyor ve dönüşte sahilde bir kahve alıyorum.
Çarşı içerisinde bir Trabzon bayrağı görüyor oraya giriyorum hediyelik eşya için.
+Valla bize her Trabzon diyorsunuz hakikaten doğrusunuz burada bile varsınız.
-Varuz tabi, gülümsüyor.
Aklıma Fırtuma Deresinde ki rafting maceramızda bot da Fenerbahçe diye bağırmamız ve bottaki kaptan Tolga’nın : “ demek Fenerbahçelisiniz siz görürsünüz şimdi” deyince Efe’nin :
Ay sus bala ne olur zaten korktum bir de taşlara sürer şimdi oralarda genç yaşımızda kalırız” deyişi, kahkaha atmam sonrasın da; Tamam, tamam şampiyon Trabzon deyişimiz geldi.
Aslında Rize yolunda böyle kimsenin gelip geçmediği yol üzerinde kocaman bir Fenerbahçe bayrağı da görmüştüm mesela.
Hey gidu Karadenuz gene akluma düştün sevdaluk !
Tam eşyalar elimde çoğalıp arabaya yönelip tekrar iniyorum kaleye çıkacağım amanin sağdan askeri araçlar gelmiyor mu?
Valla ben o sıcakta zaten doğru dürüst dinlenememenin verdiği şaşkınlıkla bir an ne oluyor sandım. Tamam dedim darbe oldu.
Tanklardan çok korkarım. Yaklaşık otuz askeri araç polis ne ararsanız geçiyor.
Onlar geçtikçe erlerimize bağırıyorum “ hayırlı teskereler”. Can onlar. Allah tüm kuzularımızı korusun.
Meğerse yarın için prova.
Gerçi öyle bir şey de olsa ekşın olurdu fenamı ?
Kafa nereye ben oraya?
Gülüyorum kendime bazen.

Kapalı Maraş bölgesine geçip, panaromik bir tur yapıyoruz. Kıbrıs’ın yüzde 70 turizm gelirini sağlarken 1974 sonrası atıl konumda bırakılmış muhteşem bir yer.
Mesela Sophia Loren’in hali hazırda bakımı da devam etmekte olan evi de varmış.
Batum da ki savaş sonrası şehir kalıntılarının daha beteri burada kurşunlanmış ve terk edilmiş binaların yanından öylece geçiyorsunuz.
Bir zamanlar Las Vegas olan bu yerden.
Yollar kapalı,Ercan Havaalanı’na inecek olan Başbakan için herkes ayakta.
Yol boyunca korumalar…
Rehberler yolcuları teslim almadığı için Girne’deki tüm otelleri böylelikle görmüş oluyoruz.
Uykum var.
Saat sekize gelirken otele girebiliyorum, yemek başlamış.
Yemek te sabah karşılaştığımız Hoca ve ailesi var beni masalarına davet ediyorlar.
Etmeden önce de:
“ Bak canım sana sabah bahsettiğim hanım diye beni tanıştırıyor oğlu ve karısıyla”
Çok tatlı bir hanımı ve oğlu var.
Siz yemeğinizi yiyin rahatsız etmeyeyim şimdi, tatlı mı yerken gelirim. Teşekkür ederim diyorum ve yemeği yiyiyorum bir yandan da fotoğraf yakalayabileceğim güzel an.ları kaçırmamak için bakıyorum doğaya. Dolunay artık dönmek üzere. Sönüyor.
Hoca ve ailesi ile sohbet ediyoruz sonra onlar erken yatıyor ben bizim doktor adayımızla sohbete devam ediyorum.
İkinci denemesi, ailesi üzerine artık çok yük olmadan yoluna devam etmek istiyor.
Müzik ve resim ile ilgileniyor bol bol kitap okuyor.
Bu arada yemek sırasında telefon geliyor , iş değişikliği yapmak istiyorum ya beni arıyorlar.
Yok kesin Gürcistan’da yaktığım mum tuttu ya da bana Trabzon & Kıbrıs iyi geliyor.
Kuzeyleri severim zaten. Oğlum olursa adını Kuzey koyacağım karar verdim.
Allah’ım güzel şeyler mi olacak
Yine boşa ümitlenmişim
İstanbul’a geliyorum, netice : Hayal kırıklığı
İstanbul ben seni seviyorum, artık sende beni sev lütfen.
Gece yarısı olmuş. Çok şaşkın, çok ne olduğu yeri bilmez halde genç arkadaş.
+ Bak diyorum bence sen şu an manzaranın tadını çıkar ben adım gibi eminim ki sen şu an da cerrah adayısın ve umarım yıllar yıllar sonra bu günleri güzel ve keyifle anarsın. Annen zaten bana tembih etti rüyamda bakacağım bana güven kesin bu sefer kazandın.
Yatmaya gidiyoruz sabaha az kalmış ama en azından genç fidana moral vermiş oldum biraz kafası biraz dağıldı sanırım birazda kız arkadaşını anlattı , sorunlarını vs.
Sabah 7 Trabzon 5
Kalkıyorum yine aynen denize. Hocam da benden sonra geliyor.
Şezlong ta otururken bir bakıyorum ayağımın dibinde bir yengeç, dalıp dalıp çıkıp selam verip kaçıyor. Hemen fotoğrafını çekiyorum.
Çok az kalıp hemen kahvaltımı alıyorum, çayımı içerken askeri gemilerimizin hemen hemen ben 9 adet saydım yanaştıklarını görüyorum.
İnsan gurur ile birlikte tuhaf bir duygu hissediyor. Koskoca donanma işte ötesi yok.
Kahvaltı da sabaha karşı atılan havai fişeklerden uyanmış ve korkmuş olanlar anlatıyor görüntüleri.
Kendi kendime eğer benim askerlerim olmasa idi burada ne kahvaltı ne havai fişek ne deniz ne de Candan Erçetin ve Ayten Alpman ile dün gece Yavuz Çıkartma Plajında coşabilirdin.
Yat kalk dua et atalarına.
Hemen dolmuşa binip Girne’ ye varıyorum.
İki kişiyiz sabahın onuna gelirken acayip sıcak. Meydan harika bildiğimiz Bodrum yer yer.
Kaleyi sanırım 2 saat de gezebildim yalnız canlandırmalı ortaçağ işkence bölümüne girmedim bir tek onu da yemedi gözüm.
O da bana biraz işkence olabilirdi çünkü.
Her yerde ciddi fotoğraflar aldım kendi kendine gezebiliyorsunuz kale içerisinde oklar sizi yönlendiriyor zaten yorulursanız çay bahçesi var.
Kalenin üzerinden her zaman denk gelmeyecek güzellikte donanma gemimiz, yanında turistik eğlence gemisi müziklerini açmış seyir halindeler.
Kale de Trabzon’da sahip olduğum müze kart maalesef geçmiyor haliyle ama girişler çok pahalı değil.
Bence buraya yolunuz düşerce burayı görmeden gitmeyin. Hele liman inanılmaz güzel.Birde akşama kutlamalar için hazırlık yapıyorlar bir tatlı telaş. Aslında yorgun olmasam ben o geceyi kaçırmazdım ancak bu sefer de denizi kaçırmışım olacağım. O yüzden başka sefere diyoruz. Gece 23:30 a kadar dolmuşlar var. Çok rahat sokaklar kimse kimseyi rahatsız etmiyor. Diller çok komik uzata uzata ve vurgulayarak, bastırarark konuşuyorlar.
Araç plakaları çok ilginç ön beyaz arka sarı renkte olup, rakamlar da enteresan mesela.

İki harf TÜRK kesiminin 3 harf RUM kesiminin
T’ler ticari plaka demek 2 harf ve T Türk
3 harf ve T Rum

Z’ler Kırmızı / Kiralık araç
2 harf Türk
3 harf Rum
RT ler ise resmi ticari diplomat ,polis vs.

Gibi gibi.

Girne fethi dönüşü. Barış ve Özgürlük Müzesi’ne gidiyorum.
Giriş serbest yani kimse yok bir de ilgilenen yok.
İçeri giriyorum b ir askercik uzanmış, hemen ayağa kalkıyor aman diyorum rahatsız olma ben bir dua edip çıkacağım.
Askerimiz aslen Bursa’lı ama Ankara’da yaşıyor. İstanbul’u çok seviyor. Orada üniversiteyi okumuş.
Hasretlik onu kavuran güneşten daha ağır belli gözlerinden bana başlıyor hikayeyi anlatmaya ben sormadan zaten o anlatmasa ben hiç bilmeyecektim. Eksik bilgi ile yaşayıp gidecektim birazdan müzede anlatılar dese de kimse bir şey anlatmayacak ben sadece fotoğraf çekip, ağlayıp ve çıkacaktım.
Efendim askerimizin adı Ahmet, Şafağına 55 gün vardı 20 Temmuz günü.
Öylece Binbaşaşı Karaoğlanoğlu ve ekibindeki şehitlerimizi suluyor, göz kulak oluyor. Yarenlik ediyor kim bilir onlarla.
19 Temmuz’ u 20 ye bağlayan gece sabaha karşı Girne Yavuz Çıkartma Plajına “ Ayşe Tatil’e çıkıyor” kelimesi ile çıkartma başlıyor. Rumlar Türklerin buradan gelecekleri düşünmüuyor çünkü beş parmak dağları ve arazi açısından askeri olarak zor olarak düşünüyor direkt Magosa’ya gelirler diye bekliyorlar.
Hal böyle olunca dımdızlak kalıveriyorlar.
Bu arada 1 gün bile yaşayamadıkları Kıbrıs toprağında çıkarmaya yaptıkları boş olan ev de Makaryos’un evi.
Ve öncü birlikler çıkartmayı gerçekleştiriyor. 50. Tümen Piyade Alayı Binbaşı Halil İbrahim Karaoğlanoğlu ve Hava Pilot Fehmi Ercan ki ERCAN HAVAALANI onun adını yaşatır.
Yanlarında iki er ile birlikte çıkartma yaptıkları evin bahçesinde çıktıkları gecenin yarısı yani 21 temmuza bağlayan gece uzaktan yaşlı bir kadın bir erkek köylü görürler, meğer arkalarında rum askerleri bunları ihbar ediyorlar. Bizimkiler yaşlıları görünce bir şey yapmıyorlar zarar gelmez diye ama o an atılan havan atışı ile iki er ve iki bu olayın en güçlü adamları olayı gerçekleştirenler cesetleri parçalanarak can veriyorlar. Ne hazin bir hikaye değil mi sırf sanki Kıbrıs için gelmişler zaten olgu o, ölmeye gidiyorlar. Sonra kalan tabur beşparmak dağlarına doğru yola çıkıyor harekat neticeleniyor ama sorun kaç ana kuzusu ile.
Tam 4 9 8…Hepsinin isimleri girişte sağda yazıyor. Anıt da çeşitli anlam içermekte sağ Türkiye sol Kıbrıs Türk Kesimini. Kardeşliği ve Barışı.
Rahmetli; mavi gömlek, güvercin, kasket ve bizim Karaoğlan’ımız Ecevit’in adı bile geçmiyor.
Şehitlerimizin de kutlamalar da varlıkları. Orada öylece yatıyorlar
Birileri de gelip kumar, deniz, şaşa yaşıyor onlar sayesinde.

İnsan bulunduğu toprağı tanırsa daha iyi anlar yaşamı.
Onun için Kıbrıs her şeyi ile bambaşka bir yer.
Yüzyılların acısı ve bir türlü hala çözülemeyen Rum Türk ayrımı.
Hepimizin kardeş olduğunu insanoğlu’nun soyu kuruduğu zaman mı öğrenecek acaba.

Ağlayarak çıkıyorum minibüse biniyorum tekrar.
Soyunup denize koşuyorum. Hocam soruyor :-gittin mi?
Valla bravo sana, biliyor musun dün akşamdan beri seni konuşuyoruz ben bak bunca yıldır yıllardır sayısız öğrencim oldu, çok yer gezdim, çok insan tanıdım ama senin gibisini görmedim. Sen çok özel bir insansın. Kendinin değerini biliyormusun?
+Ben bilsem ne olacak hocam? Benim ile olanlar biliyor mu?
Boş verin bunları sonuçlar kaçta açıklanacak.
-İki de valla kalbim durdu duracak
+Aman heyecanlanmayın ben gördüm rüyamda E ile başlayan fakülte ve Anadolu’da okuyacak
Eşi:
Olsun kızım yeter ki oğlum üzülmesin artık biz Ankara’dayız ama artık o nerde ise orada oalcağız
+Yani Eskişehir’de olabilir hem yakın
Aaa bak o aklıma gelmiyor.
Hepimiz denizdeyiz ben eminim de onlar haliyle yanıp tutuşuyor.
Yanımız da bu sabah tanıştığımız İlknur hanım var yalnız gelmiş daha doğrusu yanı uçakta gelmişiz o 10 gün kalacak.
-Sizi gördüm ama çekindim bazen selam veriyorum almıyorlar, konuşmuyorlar
+Allah’ın selamını almayana yorum yapmak istemem boşver.
Merhaba
Herkes denizde Hocam yukardan zafer işareti yapıyor. Oğlan sahile öylece çöküveriyor.
İlk 10.000 içinde olmak zorunda 6.904. olmuş.
Haliyle ya Erciyes ya Eskişehir olacak ama olacak.
Bir Cerrah geliyor savrulun yoldan…
Hepimiz denizde zıplıyor ve onu kutluyoruz, sabah kek yaparken kullanılan kalıplar gibi bir balık bulmuşmuş beyaz plastikten
Al bu da sana ödül olsun ömrün boyunca Kıbrıs çıkartmasında esasında ben hayatımın çıkartmasını yapmıştım diye hatırla.
Ve bu güzel an.ları anımsa.
Hocam:
-Yaw valla nereden neler buluyorsun. Bir kat daha hayran oldum sana.
+Valla ben çok sevindim. Allah yolunu açık etsin. Şaşırtmasın. İyi insanlar ile karşılaşsın.
Hocam:
Hadi size verdiğim söz üzerine pasta ısmarlayacağım.
Yalnız en büyük sorun oda boşaltma 12 benim ayrılış 7.
Hemen odaları temizleyen Hatice hanıma rica ediyorum saat 2’ ye kadar idare edecek sonra da İlknur hanımın odasına eşyaları alıp biraz daha denizde kalabilmek için duşu orada alacağım.Esasında hocamın eşi odalarını kullanmamı teklif etseler de onlar kalabalık.
Biraz daha denizde kalıp duşu alıp yola çıkmadan çay ve pastamı yiyor son fotoğrafları alıyorum.
Bülent’i arıyorum ETS 7 de alındı beni almadılar hayır bilet de sorun olduysa korkuyorum kamlıyım oralarda.
-yok gelecek
Ha gelecek derken saat 8
Birde yoldan misafir alınacak uçak 9 nasıl yetişeceğiz hiç bilmiyorum ümidim kalmadı.
Bülent:
Lütfen, yine gelin sizi tanımak çok güzeldi o güler yüzünüz yeter alandan da sağ sağlim biletiniz aldığında haberdar edin diyor.
Otele araç geç geldiği için yolcular beklememiş efendim yemek yemeğe gitmişler.
Delirecek gibi oluyorum bu ne keyfiyettir kimse yemedi ayrıca charter sefer mi kalkıyor bize tarifeli uçak daha check in yapılacak, bilet alınacak
Alana giriyoruz 20:25 kuyruk almış gitmiş.
Bir bagaj ve bilet yeri var dip dibe.
Biri İstanbul Atlas ve Onur’ almakta dibindeki nereyi bilseniz.
Trabzon!
Yani böyle bir birini bir birini Allah’a emanet. Ben diyorum ki kesin burada valiz karışacak hayır vaktim olsa sorun değil Trabzon zaten beni çekiyor…
Neyse valizleri veriyoruz tekrar kontrol bu arada sepet olmadığı için cep telefonumu çıkmıyor kontrolden bir bakıyorum yere bantların arasından düşmüş almaya kalkıyorum oraya niye elinizi sokuyorsunuz derken tırnağım derinden kırılıyor bereket versin kolum gitmedi.
Zaten sabah denizde sol ayağımın baş parmağımının tırnağı sızlıyor, bir de baktım ki kalkmış.
Ne biçim spor ayakkabıdır birde Reebok biraz yürüyünce hemen yer ediyor.
Olsun ne şehittir ne gazi
Annemin dediği gibi hiç yoruldum deme.
Denizlilerin bir sözü vardır:
“ Ayağı yanmış it gibi dolaşıyorsun”
Aynen öyle

Tam salona gireceğim bu sefer kapı numaraları yok görevli bön bön bakıyor.
Sonra bir görevli kapı yazmaz burada anons edilecek diyor.
Bir bakıyorum 21 uçağı 22 oluveriyor nasıl çöktüğümü bilmiyorum ki yanımda ki bey gülümsüyor.
-İsterseniz yukarıda çok hesaplı içki falan bir şeyler almak isterseniz oyalanabilirsiniz.
+Yok kimse bir şey istemiyor zaten halimde kalmadı.
Kendisi Kıbrıs Karpaz şenliklerinden geliyor müzisyenmiş.
Onunda biletini Pegasus yerine Onur dan almışlar aslında karşıya geçmesi gerekirken Atatürk’e gelecek.
Sohbet ediyoruz beklerken sonradan öğreniyorum ki Türkiye’nin en önemli elektro gitar üstadı.
Uçak geliyor; sağ olsun valizime yardım ediyor ( hakikaten böyle insanlar kaldı mı?) sapı kopuyor çünkü.
Ben yerleşiyorum yanımda bir adam bildiğin odun, bileti alırken de rica ediyorum cam kenarı olsun yer yok diyorlar. Bari koridor verin. Orta iyi mi?
Beyefendi iki sıra önümde:
-Eğer yer boşsa yanıma gelin.
+Teşekkür ederim.
Yani hayatımın en sıkıcı uçak yolculuğu yanımda iki kalan ortada ben.
Sanki hayatlarında kadın görmemiş gibi bakıyorlar. Kollarımı bacaklarımı sıkıştırıp oturuyorum, yanımda ki bana dönmüş şarkı söylüyor, sakız çiğniyor.
Nasıl geçti o yolculuk hiç düşünmek bile istemiyorum.

İneceğiz inemiyoruz çünkü burası İstanbul.

Yarım saat de öyle geçiyor mu oldu sana gece yarısı.
Ablamlar beni alacaklar çok şükür de onlarında yarın işleri var uykusuz kaldılar neyse iniyoruz beyefendi de yanına oturan kalaslar dan şikayet ediyor.
Ablamlar beyefendiyi de gideceği yere kadar bırakmayı teklif ediyorlar.
Çünkü havaş servisinin kalkış saati geç.
Ben acıktım çorba içelim diyorum bir yandan beyefendiye Trabzon’u kafileyi muhteşem rehberimizi, doğayı anlatıyorum o da bizimle geliyor.
İşkembe içiyoruz .
İyi geceler diyerek onu uğurluyoruz ve ben evime geliyorum gece yine 2 yi geçmiş.
Yarın iş var…
Sabah 3 oldu duş sonrası.
Hala eşyaların bir kısmı bir yerde
Benim kafa bir yerde
Şu bir hafta da neler yaşadım böyle?
Ama hepsi birbirinden harikaydı.
Mesela en özetinden her Pazar bir müddet benim için Karagöl artık.
Her yer Karadeniz, Batum, Rize Botanik, Fırtuna Deresi, Gayster Yaylası.
Zarha …
Derin bir nefes ile binbir güzellik
Çok şükür
Her şeye rağmen güzel
Asla unutmayacağım bir an.lar silsilesi.
Umarım bundan sonrası daha da güzel olur.

Oy sevdaluk !