Hürriyet

31 Aralık 2010 Cuma

Hoş Geldin...2011

Uzun bir maratondan yeni dönmüş gibiyim.

Nefes nefese tüm telaşlarım,kırgınlıklarım.
Bir o kadar beklentilerim.

Geçen gece kendi oyalarken müzikler arasında tesadüfen buldum.
Neden kaçırmışım bu şarkıyı da diye düşündüm kendi kendime.
Kaçırdığım birçok şey gibi…
Cuk ! yerini buldu derler ya, öyle bir şey işte.
Geldi oturdu yüreğime,
Fotoğraflara bakarken
İşe koştururken
Yeni yaşa ve yeni yıla girerken her zaman kendime yaptığım hediye farklı oldu bu kez
Geçmiş fotolardan bir slayt tam çalışmıyor ancak olsun ekte ki müzikle ne güzel de örtüşlü
Rahmetli Aysel Gürel’in bu şarkısı muazzam.
Davet edildiğim yerde şu an bakıyorum;
Kimi baba kız dans etmekte.Off ne şanslılar ama farkında değiller.
Bir delikanlı çıkıyor, “benim için çok önemli şu an” diyor sevgilisine solist den aldığı mikrofondan evlenme teklif ediyor. Off ne ilginç ne güzel,Şanslılar mı bunu zaman gösterecek.Gerçekten birbirlerinin kıymetini bilebilecekler mi?
Abimin abisi soyduğu mandalina kabuklarını arka masadaki dostlarına atıveriyor.İlkokul öğrencileri gibi.Off ne güzel,ne şanslılar hala o çocuk orada.

2010 .Son
2011. Birinçler olacak

Sıfırdan başlamak gerçekten güzel mi? Bunu zaman gösterecek
Şarkı çalıyor, tam köprüden yeni seneye geçerken “ evli,mutlu,çocuklu” bu doğru mu gerçekten.Doğruluğu mümkün mü yada?
Bakalım zaman benim nezlimde neler gösterecek kendime.
Çok gülmek
Çok mutlu olmak
Çok sevilmek
Çok çok çok ,pozitif ne varsa.Bir insanı mutlu ne edebilecekse tüm kapıları açtım bekliyorum.
Umarım bu kez beni görürsün.
Ve ben tebessümler ardından değil artık huzurla kesin ve net gülmeyi ezberlerim.
Yeni yıl kucakla beni
Ben sana geldim,kaçarım yok zaten.
Beni biliyorsun ey hayat,
Artık…Biliyorsun.
Herkese ama bana daha çok mutluluk. Lütfen.
Senenin ilk günü,gözlerim gripten yaşarmış gözlerim olsun acıdan ağlamıyor bu kez.
İyi ki eve gidip yatmadım
O baba kızı izlemek bile yetti bana.
Belime sarılan bir adamı hayal etmekten çok uzakta ama gelmesini bekleyecek kadar gerçekçi
Kumda ayak izlerimi silmeyen bir mutlu yıl ol ne olur…
Hoş geldin…
Çünkü ben sıfırdan başlıyorum
Her şey sil baştan…
Ne yaşadım,nasıl yaptım hepsini unuttum. Gerçekten unuttum ,beyin çok acı yaşayınca otomatik siliyor.
Ben yine şarkıda ki gibi o kızım…
Elbet de benim lisanımdan anlayan bir yoldaş olacak…
Yalnızlıktan kime fayda gelmiş.

2011,2,3…. Sonsuza kadar gülmemi sağla.
Diliyorum herkes için
Ama bu kez önce ben…
Çünkü aynaya baktım, üç beş renkle farkla ben hala o yum
Bu önemli
Henüz iptal değilim
Hoş geldin…

26 Aralık 2010 Pazar

AŞK Olsun...

Pazar akşamlarımın en güzel konuğu
Özel bir kanal da Yine Yine Yeniden Ali Poyrazoğlu.

Her sabah dünyaya gelen insanlardan ne kadar şanslı olduğumuzu anlatıyor.
Güne uyanarak bakıyorsan
Dolabın da yemeğin var ise,
Nefes alabiliyorsan,
Şu an televizyon da beni görebiliyor hatta duyabiliyorsan çok şanslısın.

İnsan an gelir ne kadar şanslı olduğunu unutur neyse ki an gelir hatırlatılır.

Ali Poyrazoğlu
Yine sevgiden bahsediyor,
“Aşk düşsün hepinize”diyor
-Aminnn diye stüdyo inliyor

Ne güzel herkes aşk istiyor demek ki,o zaman herkes için bir kez daha ve televizyon ekranlarında bizi izleyenler içinde söyleyelim yeniden “aşk düşsün yakanızı bırakmasın”.
Valla düşsün bence mahsuru yok.
Bu adamı izlerken enerji doluyor her yere.

Ve şiire başlıyor
Birden yeniden irkiliyorum, ne bildik bir şiirdir benim için.
Ben gönlümün Orhan Veli ye kaydığı, ortaokul sıralarına henüz düşmediğim dönemler de babam bir gün yanına çağırıp “bunu muhakkak okumalısın” diyerek gösterdiği kitabın yazarı.
Onun şiiri okunmakta.En sevdiğim dostum,sırdaşım,arkadaşım için söylüyorum diyerek şiir ardından Oya Başar’ı davet ediyor.
Bir hastalık,bir ayrılık ve hayat devam onun içinde. O da şanslı çünkü böyle sevgi dolu bir dosta sahip.
Anılarını paylaşıyor ekranlardan,
İnsanın dostları evet gerçek dostları olması ne güzel
Ve bu akşam ne güzel
Aşk mı düştü haneme .
Her şey güzel
Ve o şiir hepsinden güzel.
Bir kıymet bilenden duyabilmek nasip olursa,daha ne olsun.
Huzurlarınızda Nur Olsun tüm tutamadığımız göçüp gidenlerimizle birlikte güzel yürek
Ümit Yaşar Oğuzcan

Sevi Şiiri

Ben senin en çok sesini sevdim
Buğulu çoğu zaman, taze bir ekmek gibi
Önce aşka çağıran, sonra dinlendiren
Bana her zaman dost, her zaman sevgili

Ben senin en çok ellerini sevdim
Bir pınar serinliğinde, küçücük ve ak pak
Nice güzellikler gördüm yeryüzünde
En güzeli bir sabah ellerinle uyanmak

Ben senin en çok gözlerini sevdim
Kah çocukça mavi, kah inadına yeşil
Aydınlıklar, esenlikler, mutluluklar
Hiç biri gözlerin kadar anlamlı değil

Ben senin en çok gülüşünü sevdim
Sevindiren, içimde umut çiçekleri açtıran
Unutturur bana birden acıları, güçlükleri
Dünyam aydınlanır sen güldüğün zaman

Ben senin en çok davranışlarını sevdim
Güçsüze merhametini, zalime direnişini
Haksızlıklar, zorbalıklar karsısında
Vahşi ve mağrur bir dişi kaplan kesilişini

Ben senin en çok sevgi dolu yüreğini sevdim
Tüm çocuklara kanat geren anneliğini
Nice sevgilerin bir pula satıldığı bir dünyada
Sensin, her şeyin üstünde tutan sevgini

Ben senin en çok bana yansımanı sevdim
Bende yeniden var olmanı, benimle bütünleşmeni
Mertliğini, yalansızlığını, dupduruluğunu sevdim
Ben seni sevdim, ben seni sevdim, ben seni... "

24 Aralık 2010 Cuma

Işıl ışıl Olsun...

Ilık bir süt
Veya dolapta unutulmuş bir lokma çikolata,
Ağız tadı kadar,ruhu da tazeler.

Ilık bir banyo
Vücudu temizler
Ruha ferahlık verir
Su tüm kapalı hücrelerinizi sarar

Ilık bir sıcaklık hissedebilirsiniz,televizyonda ki spor kanalında
Evet evet spor kanalında
Şu an da NTV Spor da buz dansı var
Bu çok soğuk görünen birinin aslında ne kadar sıcak kanlı biri olması gibidir tanıdıkça.
Yılbaşı kutlaması var
Bir an kırmızı gözlerimle kendime gelip,
E postalarım içerisinden İtalya ve Amerika dan gelen yılbaşı tebriklerini görünce aklım başıma geliverdi.
Bu gün, şu an dünyanın diğer uçlarında yaşayan ve Müslüman olmayan insanların yeni yılı karşılama an.ları.
Ve ben de bu dünyayı paylaştığıma göre;
Ne den bu sıkıntı?
Enfes müzikler…
Dans
Görsel show
Alsana eğlence
Sarılar,pembeler, toz maviler
Göğer çıkarır ruhumu ince ezgiler…

Yeni sene
Yepyeni umutlar
Sıfırdan başlamak,
Aslında,derin bir nefes alarak güne “merhaba” diyebilmek kadar hoş olmalı
Açmalı tüm umut bayraklarını
Sancakta mutluluk rüzgarları
Benim istikametimden ve gerçekten hak edenlerin yolundan artık lütfen çıkma.

Yeni Yıl
Yepyeni
Yepisyeni
Çocuklar kadar saf
Çocuklar kadar sevimli
Çocuklar kadar hep şen
Olsun,
Dünyam
Ülkem
İnsanlık
Ruhum
Kalbim
Ve
Ben
Ben
Ve
Dostlarım…

Yine
Yine
Yeniden

Ama hep sevgide buluşmak üzere…
Güzel nağmelerde…
Işıl ışıl

Nezakete Lüzum Yok

Bunu ben neden yaşıyorum? Dediğiniz oluyor mu hiç sizlerinde.
Parça parça…
Cımbız cımbız ruhundan sökülürken anılar…
Ne hissediyorsunuz mesela.

Eve geliyorsun talan olmuş gibi kapı duvar
Sana söylenmiş olsa da,fena yahu.
Anlatıyor duvarlar bana çaresizliklerini.
Halı diyor “tutamadım”
Sana şimdi gülerek konuşuyor ya telefonda,
Senin gibi benimde üstüme bastı geçti aslında.

Masa da birkaç anı,
Bir zamanın hatırası da gitmiş,
Biliyorum çok iyi biliyorum.
Bir gün oturacaksın bir deniz kenarına
Sen,elbet de sen.
Avuçlarında kaybolmuş eksik anılarınla,
Yüreğinde, silmiş olduğun zamanında taşıyamadığın tüm sevginle.
Yorgun yılların hesap soracak; bir bir…
.İnan buna.

Dün öylesine,
Eski envanterleri dizerken
O fotoğrafı buldum.
İstemeden hüzünlendim netice ben yaşadım.
Henüz on altısında bir genç kız,
Bir delikanlının evinde verdiği parti de ,
Parası olmadığı için evinden çok değerli bir mermer şamdanı getirebilmiş utana sıkıla.
Erkeğe de şamdan gider mi hiç demiş annesine,
Sonra bilen bilir mecburiyet ve nezaket
Oturunca üstüne biraz mahçubiyet
Oluyor bizim kız

Okul arkadaşları dolmuş
Herkes eğleniyor
Sonra delikanlı kızı dansa davet ediyor
Meğer delikanlı kıza aşıkmış, kızın haberi yok
Çünkü o kardeşinin tiyatrodan rol arkadaşı sadece
Hoşlanabileceğini aklından geçirse de ,böyle sırılsıklam aşk vesaire aklının ucundan geçmiyor.
Oysa delikanlı abayı yakalı,Üsküdar da çok dan bayram namazı olmuş.
Nezaketen davete icabet etmek gerektiği için sadece orada,
Hatta kardeşine demiş ki,
“Ben gelmesem olmaz mı ?”
-Olmaz. Ayıp olur hem seni görmek ve konuşmak istiyor.
Netice davet ve nezaket bir araya geliyor üstüne,delikanlı dansa davet ediyor.
Tam dans ederken, kapı çalındığında arkadaşları olmalı diye ailesi tarafından uyarılan delikanlıyı, ayıp olmasın diye ayakta bekleyecek kadar nezaket gösterip ama taa o zaman bile anlamamış olması gibi.
O gün orada anadan yadigar,
Bir müzik seti konmuştu ;
Doğum günü hatırası
Aylardan güneşli bir şubat öğleden sonrası ve yıllardan 86.
Hayatımın dönüm noktası.

Zaman geçiyor,
Ve insan öğreniyor belki de insan olmamayı.
Ya da olmaması mı gerektiğini
Netice de bana ait hiç olmamış bir şey bile,
Üstelik de gideceğini bile bile.
Geldiğinde o çıplaklık !
Ruhundan cımbızlar koparılıyor
Ve sen hala o nazik kızsan,
Kırılıyor, parçalanıyor ve evinde olup bitenlere bakıyorsun.
Duvarlar söylüyor eve girenleri
Tuvaleti kullananları
Kaç kişi camımın perdesini elledi.
Mesela.

Aman yaw,
Bırak nezaketleri
İş de öyle özel de böyle otobüste şöyle.
Hıyar ol diyesi geliyor insanın bir an kendine,
Kor mu sana.
Çırılçıplak bedenini koymuşsun doktorun önüne hiç korkmadan.

Sonra insan müsaade alır da kendime ait müziklerimi alayım,
Bende vardım orada.
Benim kulaklarım duydu, ellerim alkışladı,gözlerim kapandı.
Belki ruhum o an o müzikle sevişmek istedi.
Neden cımbızlıyorsun
Doğru sende haklısın yaşam eğer tek kişilik yaşanmışsa nereden bileceksin.
Ben ki,
Aldatılmanın damak tadını daha kursağıma getirmeden,
Bir Ferdi Özbeğen gecesi düzenlemiştim,
Sevgililer günü ve doğum günü hatırası.
Oysa ben ne severim süprizleri
Bulamadım bana süprizler tanzim edecekleri…
Nasıl da bilmişim bugünleri
Nezaket işte,
Hiç ses etmemişim
İnsan,nasıl da gözlerine baka baka söylüyor sözleri orada görüyor işte.
Büyüyorsun
Nazik oldukça daha da zor kırılıyor,çok çok inciniyorsun.
Sn.Özbeğen’e imzalatılmış,kendisin de bile bulunmayan
O plak da diyor ki; “ bir şarkımız vardı hatırlar mısın
Duyunca üzülüp ağlamaz mısın
Hani gözlerime bakıp söylerdin”
Ve 86 o saf gelen kandil diyor ki:
“Gün ışığında yola koyuldum
Elimde kandil , gözümde mendil
Vefa arıyorummm
Dost arıyorummm
Şefkat arıyorummm
Aşk Aşk arıyorummm”
Zeki baba diyor ki devamın da:
Vefa uzaklar da kalan bir his
Dost eski şarkılardan bir iz
Şefkat ise bardaki sarışın kız
Dizlerimde derman
Kandilimde yağ bitti.
Bulamadım gitti…
Bulamadım gitti…

Her şeye eyvAllah hayat da
Ama raconu olmalı be güzelim
Bu kadar cımbızlanmaz ki bir insan
Sonra diyorum ki
Ben ne yaptım
Sen saf iyisin kızım mesele bu.
Anlayamadın mı hala…

Giderken ardımdan ne bunlar gelecek,
Ne duyduğum müzikler…
Sadece yaşadıklarım ve içimde kalanlar benle gelecek.
Mesele bu.
Onun için boş ver diyorsun,

Boş ver diyorsun.
Bedenine yazdırmana gerek yok
Elbet de
“Bu da geçer yahu”

22 Aralık 2010 Çarşamba

Umudun Kadar Gençsin.

Haftaya başlarken neler geleceğini bilmiyorsun.
Rahmetli kayın anne derdi ki :
“Yediğin hurmalar,sonra gelir seni tırmalar”
Yani sen misin gezmelere giden…


Haberlerde önce onu gördüm o sabah “Ordinaryüs”
Bu kelimeyi ilk duyduğum anda buluverdim birden kendimi.
Babacığımdan duymuştum,
İşte ordinaryüs profesör derdi canım, Lefter’e…
Lefter’ i de onunla tanıdım.
Büyük Fenerbahçeli Lefter Küçükandonyadis.
Babam dediyse muhakkak bir şeydi zaten.
Yıllar sonra ordinaryüs kelimesinin “profesör olmak için gerekli özellikleri tamam” anlamında; “ordinary:sıradan” lık dan çıkmış olarak türetilmiş bir Türkçe yaratıcılık dehası olduğunu öğrenmiştim.
Babacığım Prof ki Prof diyordu, demek ki onun için.
Onu da çok tanımak isterdim, hep hayal ederdim Büyükada’ya vardığım bir gün onu görebilir miyim acaba?
Şimdi yoğun bakımda,durumu biraz daha iyi sanırım birkaç gündür televizyon ekranından sevgi gönderiyorum…

Ardından gazete haberlerini okurken, Münir Özkul’un haberini görüyorum.
Nam-ı diğer, Mahmut Hoca…
Yüreklerimize katran gibi sızmış bir karakteri hala yaşatan büyük üstad o da bakımda
Hababam Sınıfı gibi hastane de ki penceresinin önüne gelsek, iyileşir mi?

Vadeler doluyor değil mi?
Tavan dan sızan yağmur suları gibi elde olan bir tek leğene damla damla dolmakta işte yaşam sızıntıları.
Ben bunlara bakarken telefon geliyor, henüz altmış yaşında olan dayım 3.kalp krizini geçiriyor ve hastaneye kaldırılıyor.
Hafta sonu onu ziyaret ile geçiyor çok şükür iyi durumu ancak sigarayı bırakması lazım.
O gece de yoksa dediğim hurmalar da bir şey var bilmiyorum, kardeşim acile kalkıyor mide rahatsızlığı nedeni ile.
Meğerse ilerlemiş safra vakası ve acil ameliyat olması gerekiyor, belki önümüzde ki sene derken iki gün önce o da Cerrahpaşa’ya.
Allah düşürmesin, sağlık gibisi yok.
Burnundan mideye hortum sokulmuş bana haberleri iletiyorlar, yolda giderken dua ediyorum herkese iyilik sağlık ve lütfen Allah’ım onu öyle görmeyeyim.
Evet,kabul.Çok şükür.
Çünkü,son haller insan ruhunda derin izler bırakıyor.
Dün operasyon sonrası “ seni bekledim bunlar bilemez şimdi sen beni ovarsın şifalı ellerinle”diyor canım.
Çocukluğum düşüveriyor aklıma; bakımlar yapardım ona.
Çok yaş farkı olmamasından dolayı beraber büyüdük;aynı yollardan geçtik,aynı okul formasını giydik…Aynılar çok olsa da farklılıklar da elbet e çok.
Kalkıyoruz,yürüyoruz… Sancısı var,bilirim.
Hastane full.Herkes ya yürüyor ya yatıyor ya hemşireye sesleniyor.
Netice de geç vakte kadar kalıp eve dönüyorum.
İnsan o an haberleri ilk aldığında; dualardan öte her anını düşünüyor.
Çocukluğunu, paylaşımlarını,kendi yaşadıklarını,mutluluk kadar kızgınlıklarını ve geçirdiysen
evet evet anladınız,kaldıysanız bir beyaz çarşaf üstünde.
Sıcacık koridorlar arasında üşüyen yüreğinizle indiyseniz kimsesiz bir buzhaneye bir başınıza,ayıldığınızda ne olacağını hiç bilemeden.
Dua ediyor ve şükrediyorsunuz sadece.
Ve orada kimler var
Yıllar sonra belki onlar da kalmayacak yanınız da.
Soğuk bu haberler,
Soğuk insan yüreği bazen.

Şimdi kızlar Voleybol da Dünya Şampiyonu oldu.
Umarım Lefter’ e iletebilirler ve o duyabilir.
Spor budur.İşte sporun her dalında aktif,dinamik ve başarılı.
Bu gün Fenerbahçe Acıbamdem Voleybol Bayan Takımı, UEFA kupasını ilk kez kazanan GS Futbol Takımından farksızdır.
Peki, neden bu itibar yok
Futbol olmadığı için mi?
Yoksa başarıyı bu altın kızlar kazandığı için mi?


Ben hala insafsızca,
Güzel günler bekliyorum…

13 Aralık 2010 Pazartesi

Ne Ararsın Benim Zülfü Siyahım...

Verilen şey alınır mı hiç?

Siz,birine bir şey ikram ettiğiniz de veyahut hediye ettiğinizde aradan iki ay geçince olmadı
Vazgeçtim gerimi ver dersiniz?

Yoksa bu sadece hükümetlerin her değişen partiyle sadece siyaset arenasında yaşanagelen vefasızlığın bir başka boyutumudur?
Epey zaman önce İstanbul’un eski güzel semtlerinden Aksaray da bazı caddelerde isim değişikliği yapıldı. Rahmetli Turgut Özal’ın adı verildi.
O henüz duruyor,netice de ortada devasa bir anıt da mevcut.
Şimdi Nevşehir İlimizin Avanos ilçesinde ki bazı sokak isimleri,iktidar partisinin isteği üzerine; artık siyasi çekişmelere sebebiyet vermemesi için değiştiriliyormuş.
Şimdi tüm dikkatinizi vererek değiştirilecek isimleri dikkatle okumanızı rica ediyorum.
Bazıları zaten vatan,millet dediği kanı yerde kaldı. Artık ne onların solmuş bedenlerinin nede gözü yaşlı geride bırakıldıkları ailelerinin tabelalarda gözü var.
Onların paramparça olmuş yüreklerinde sadece yürekleri biraz daha burkulur o kadar…
Sonra,çok değerli edebiyatçılarımızın,şairlerimizin ne gözü olur Allah aşkına.
Siyasi çekişmelerde ne de sokak adlarında
Onlar yüreklere kazımışlar adlarını. Oradan hiçbir babayiğit sökemez. Onlarla mezara kadar gidecek.
Ama siz siz olun,lütfen bir dikkatlice okuyun.
Yorum sizlere ait.
Bunun neresinde siyasi çekişme. Nerede kargaşa oluşabilir artık…

ESKİ ADI: Uğur Mumcu Caddesi YENİ ADI: Vatan Caddesi
Abdullah Rıza Ergüven Caddesi Alaaddin Keykubat Caddesi
Abdi İpekçi Caddesi Zelve Caddesi
Papatya Sokağı (20 m) Selahattin Küçükdağ Caddesi
Susam Sokağı (17 m) İpekyolu Caddesi
Fikri Sağlar Caddesi Dereyamanlı Caddesi
Ayrıca
Ahmet Taner Kışlalı
Bahriye Üçok
Muammer Aksoy
Çetin Emeç
Adnan Kahveci
Yunus Emre
Neyzen Tevfik
Seyrani
Hoca Ahmet Yesevi
Ömer Seyfettin
Ve
Orhan Veli Kanık adları verilmiş sokak ve caddelerde sayısallaştırılıyor. Yani 2.cadde 13.sok gibi…

Nur olsun mekanları Orhan Veli ile Neyzen Tevfik’e esas şimdi sormak lazım okkalı birer cevap alabilmek için.
Ne için verdin? Ne için alıyorsun?

12 Aralık 2010 Pazar

Sevgi Dolu Merhaba...

Merhaba

Merhaba
“Benden size zarar gelmez” anlamına gelir, Farsça.

Çok etnik kimliklerin var olduğu ülkemizde var olduğumuzu düşünürsek; değişik tadlar,kokular,adlar,hepimize renk katar.
Yaşamımıza sevinç verir.
Bunları yaşamak ve yaşamımızda hazır sunulabilir kıvama getirebilmek de bir meziyettir bana göre.
Tıpkı bir heykeltıraşın bir mermerden şaheser çıkarması.
Engelli ve hayata küsmüş bir öğrenciyi topluma kazandırabilmiş bir eğitmen
En güzel manzara resmini tuvale dökebilmiş bir ressam
Veyahut 13.yy da yazmış olsa dahi hala dillere pelesenk olmuş bir şiir dizesi.
Hepsi yaşamın içindeki ayrıntılardır.
Ve yazmak
Yazmak,yazabilmek,yazmaya çalışmak en güzel şarkıyı mırıldanmak gibidir İstiklal Caddesinde.
Yalınayak kızgın kumda yürümek.
Aşık olmak kadar hafiflemektir.
Yazmak, verimli ise okuyana da renk verir ve böylece gökkuşağı oluşur satırlarda.
Kah akşam otobüste,yolda,takside,tıkanmış bir köprünün köşesinde beklerken o vurucu cümleyi heceler durmaksızın beynimiz.
Sabah uyandığımızda dilimize dolanmış ve nereden türediğini bilemediğimiz çokca hemen hemen herkesin başına gelen o güzel şarkı gibidir.
Bazen bilmediğin şeyleri öğretir,okudukların.
Çoğu zaman unuttuklarımızı hatırlatır.
Yaşamın devinimi içerisinde her birimiz birer akrep hep birimiz birer yelkovan.
Tik tak tik tak tik tak geçişiverirken bilmeden hayatlarımızın içinden; işte kelimeler kalır.
Kazınıverir biz istesek de istemesek de yüreklerimize…
Ve yazmak öyle bir tutkudur ki,
Her kelime de yeniden doğurursun içinde var olan binlerce cümleyi.
O cümlelerde elbet birinin yüreğinde damlacık olur.
Kabaran her damlacık yağmur damlasıdır artık ve yağmak üzere yeryüzüne düşer.
Yağmur toprağa düşer,
Ellerimiz,saçlarımız,bedenimiz nasibini alır
Ve toprak hoş geldin der yağmura…
Bıraktığın kadar verimliyim
Kokum ondan hiç gitmez
Ben doğayım
Ben canım
Ben yazmaya çalışan bir garip insanım…

Tekrar Merhaba…

9 Aralık 2010 Perşembe

Havanız Nasıl ?...

Yıllardan kaç olmalı?
Tam anımsayamıyorum.
Belki 1986,belki 1987.

Ne kadar eski değil mi.
Eee,bizde bir zamanlar gençtik.
Kardeşim, İstanbul Üniversitesi’nde işe başlamıştı.
Oralara girmek ciddi iyi işlerdi.Hele hele memur olmak.
Şimdi ki gibi KPSS diye bir açılım da yoktu.
Bizim okullarda çift dikiş zamanlarımızın vazgeçilmez nakaratı Ö.K.K vardı bir tek hafızalarımızda.
Yani kısaca açalım:
Öğretmen Kurul Kararı.
Bir dersten Eylül’de geçer not alamadıysan bu cümle yeterliydi.
Nerede kalmıştık,hım memurlukta.
Karmakarışık masalar,Dosyalar dizek dizek.Çalışmaya korkan adamlar.
Kasvetli bir ortam.
İş mi? Çay saatimi belli olmayan mekanlar beni sarmamıştı.
Ciddi işlerin adamıydım ben.
Çok büyük işler yapacaktım zannımca ki buralar açmadı.
Rahmetli babamın “memur ol” lafı da bir kulağımdan girdi öbüründen aynen çıktı.
Zaten ondan gizlice gittim iş görüşmesine,hemen aldılar beni.
Nereye mi ?
VAKKO’ya tabi.
Vakko ya torpille bile eleman alınmıyordu.
Ne çalışmışım ki çok geçmeden ayın elemanı seçildim.Fotoğrafım hemen konmuştu,Beyoğlu mağazasının kapısına.
Öyle bir merakım ve hırsım yoktu ama oldu,yaptılar çok çalışkandım çünkü.
O zamanın çalışma prensipleri ile şimdikiler arasında uçurumlar var.
Aslında orada kalıp memur olmak bu şartlar da belki daha iyi olacaktı.Kimbilir?
İstanbul Üniversitesi’ni oldum olası çok sevmişimdir.
Yazı başka,kışı başkadır.
Ara ara kaçar kardeşime giderdim.
Beni bir gün Prof.ların yemek yediği bölüme götürmüştü.
Böyle kırmızı kadife perdeler…Çok değişik çok güzeldi.
Eski bina içerisinde ne hoş du.
Ve kule.
Kardeşim arkadaşları ile çıkmış sanırım son bölüme nefesleri yetişmemişti.
Yıllarca hep niyetlendim ancak fırsat olmadı.
Tıpkı Galata
Tıpkı Kız kulesi gibi.
Kız kulesinin restorasyonundan hemen sonra gittim.Gitmek ile kalmayıp kaç arkadaşlara da tur yaptırdım.Hepsi çok keyif aldı.Yurt dışı ve yurt içi yaşayanlar, benim kadar etkilendiler.
Netice de hepimiz bir şehir de üstelik de İstanbul’da kendimizi yaşıyor sanıyoruz.

Bu benim gibi herkes için de geçerli.
Hayatımızın dayanılmaz koşuşturması sırasında iki küçük nüanslar bizi farklı hissettiriyor.
Beyazıt Kulesi tadilata girmiş.Haberini duyduğumda,biraz önce anlatmış olduğum gibi eski günler hatırıma düştü ve hemen ne zaman tadilat bitecekmiş arayışına girdim.

Beyazıt Yangın Kulesi olarak,1749 yılında adını da taşıyan semt de kurularak almış.
1756 yılında Cibali Yangınında nasibini almış,bu da yetmemiş 1826’da Yeniçeri ayaklanmasında tekrar yanmış.İlk yapıldığında basamaklar ahşaptan oluşmakta olduğundan çok hasar görmüş olmalı.
Ve 3.kez Sultan 2.Mahmut zamanında 1828 de yeniden yapılmıştır.
3.kez 3 bölümden oluşur.
Nöbet
İşaret
Ve
Sancak katları.

Eskiden meydana gelen yangınlar; gündüz bayraklar asılarak yahut sepetler salarak haber veriliyor geceleri ise fener yakılırmış.
Yangının haber verilmesi için inşa edilen Beyazıt Kulesi toplamda 249 basamakla çıkılıyor.
179.basamağa vardığınız da kule gövdesinin çanak şeklinde katına ulaşılıyor.
Bu gözetleme katı ise; 50 metrekare dairesel şeklinde ve kemerli 13 adet pencereye sahip.
Bu bölüm Osmanlı Barok çizgilerine sahip.Her pencere bir başka semtin kurtarılma açısı.
Düşünsenize bir camdan KocamustafaPaşa,diğerinden Yedikule,öbüründen Fatih,Eminönü.
Diğer birinden Topkapı,sonra Balat ve Tophane. Üsküdar ve Kadıköy.Ortaköy.
Açıkçası yangın değil ancak sağnak yağmuru buradan izlemek isterdim.Bir de cam bardakta demli bir çay.
Hani eskiden semaverle gelirdi eski çay bahçelerinde işte onlardan.
Ne huzur vardı o günler de.
Veya bir gökkuşağının şehrimin üzerine doğuşunu,
İzlemek.
O ışık süzmelerinin bu camlardan ince ince girişi ne harika olmalı.
Kuleler de görevlilerin adları;köşklülermiş.
Yani esasında onlar ben yazmadan önce,çalıştıkları ortam iş yeride olsa köşkteler işte.
Top atışları bile yapılırmış civar yerlerin yangın haberleri için.

Sonra sonra,hava durumu merkezi olmuş.
1849 dan 1995 yılına kadar ışıklarla bilgiler.
Ne güzel
Sonra o da kalkmış

Çok şükür ki şimdi tadilat da ve muhtemelen 24 ocak 2011 de bitecek ve genel onarımlar sonrası 4 nisan da bizlerle buluşacak.
Bahar gelirken; mimozalar,erguvanlar,iğdeler.Heyecan katmaya başlar ruhuma.
Şanslı olduğumu sayarım kendimce.
Kokuyu hala alabildiğim için.
Aldığım son bilgilere göre;
Yeşil yanarsa;Hava Yağmurlu
Sarı ise;Sisli
Mavi ise;Açık
Ve kırmızı ise ;Karlı.

Muhtemelen yarından sonra kırmızı yanacak.Ayaklarımı camdan dışarı uzatıyorum,boyum yetmiyor üst katda da olsa.
Olsun,bir zamanlar özel bir televizyon kanalında Hülya Uğurlu hanımefendi ne diyordu:
“Havanız nasıl olursa olsun, sizin havanız iyi olsun”
Muhteşem olsun.
Gökkuşağı gibi rengarenk…

8 Aralık 2010 Çarşamba

Yaşamın Kıyısında...

Bugün bunu düşündüm.

Düşünmek güzel bir şey.
Ve düşünebildiklerin güzel ise. Dünyaya da güzellik anlamında bir şeyler katabilecekse.
Bu sabah kendimi bir otobüsün altında buldum.
Giyotin gibi tekerleğin altındaydı boynum.
Herkese araba çarpar.
Ben böyle.
Telaşlıydım ancak koşmuyordum.
İçimden bir ses boş ver giderse gitsin bu otobüs,geç gidersin dese de işler çok yoğundu.
Yine kendimi düşünmedim.Bir.
Ayağım takılmadı,sendelemedim ama düşer gibi olduğumu ve bir beyefendinin beni kaldırdığını hatırlıyorum.
Üstelik kafamı kaldırdığımda biraz önce indiğim otobüsün kırmızı ışıkta durduğunu ve benim onun tekerinin altında boynumun bulunduğunu; “hanımefendi siz iyimisiniz?”sorusuna şaşkın bakarken fark ettim.
Ne olmuştu?
Hiçbir şey hatırlamıyorum, yeni türeyen ara ara nükseden baş dönmelerimi aşırı yoğun çalışmama bağlıyorum sanırım bir tansiyon yükselmesi oldu.
O an o ışık yeşil olsaydı,bana yardım eden beyefendi orada bulunmasaydı .Düşünmek bile istemiyorum.
Evet,omuzlarım haşat.Dizlerim kanadı,sıyrıldı,burnum acıyor yüzükoyun kapaklandığım için.
20.000 sayfa teklif dosyası hazırlıyorum ve sağ elim derileri yüzülmüş vaziyet de acıya acıya çalıştım.Yine canımın kıymetin bilmedim.İki.

Esasında geçen bayram kuzenim ile konuşurken bir alim mi bir ilim adamı mı şu an tam hatırlayamıyorum, yazısını okumuş hayat da üç şey yapmak önemliymiş.
1-Dikili ağacın olması;bu ağaç veya kitap
2-Çocuğunun olması
3-Toprak

Ben fidan bağışı yapmıştım Çanakkale’ye.
Önemlidir benim için oralar…
Kitap derseniz;efden püften bir şey olsa da netice de Türkiye hudutları içerisinde bir resmi yerde basılmış,kapaklı,isimli üstüne üstlük benim duygularımı yaşatacak bir kitap yazdım.
Toprak,arazi veya ev.Orası boş.Çocuk kısmı da.

Kastamonu da çocuklar bıraktım ardımda, muhakkak beni severek anacaklar belki bunu böyle hafifletebiliriz.
Toprak da asla gözüm olmadığı için onu öyle geçebiliriz.
Demek ki hala birdeyiz.Üç.

Şu ölümlü dünya da bırakılması gereken en önemli şey nedir mesela?
Her zaman “ iyi hatırlanan, iyi anılan biri olmak ”derim ben.
Peki,bugün gerçekten başıma bir şey gelseydi. Fiziksel hasar ciddi olsaydı. Kaç kişi kaç gün yanımda olurdu?Değişseydi herşey.

İnsan insanı niçin sever?
Çıkar ilişkilerinin diz boyunu aştığı zamanın içerisinde, biz insanoğlu için gerçekten nedir?
İnsan bir başkasının nesini sever?
Misal, tüm olumluları bir kenara koyduğumuzda salt kalan ruhu haç kişi fark eder?
O zaman bir kişiyi kaybettiğimizde;esasında zamanın dilimlerine yayılmış paylaşılmışlıklar yada paylaşılamamışlıklara mı üzülürüz.Yoksa kaybettiğimiz belki de bir daha zor bulabileceğimiz bir bütün ruha mı?

Geçen gün dizide bir replik vardı.
Şöyle diyordu:
“Kimse kimseyi sevmiyor…
Kimse kimseyi dinlemiyor…
Sonra ben bunları söylediğim için,
Bana serseri diyorsunuz”

Ne kadar doğru.
Arada bana da delisin sen diyorlar.Niye,söyleyemdiklerinizi ifade ettiğim için olabilir mi? Acaba?.

Kaybedince kıymet bilmek
Ağlayınca yanına gitmek
Söylemeden duymamak.
Düştüm mesela diyorum gerçekten şu satırları bile biraz acı içinde yazıyorum ama yazmak istiyorum.
Paylaşmayı seviyorum.
Benim duygularım insan olduğumun en büyük göstergesi.
Ötekilerden değilim diyorum.
Benci değilim,paylaşıyorum.
Babam olsaydı hemen yarama bakar,ne oldu?
Nasıl oldu?Hatta biraz içkili ise yaramı bile öpecek kadar beni küçük kızı yapabilirdi.
Onu bırakalı çok oldu.
Yalnızım işte.

Nerede ,şimdi kim kimin yarasına bakıyor.
Kanayan yürekler dahil.

Anneme gelince;
O her zaman ki gibi çok heyecanlandı.
Tüm tartışmalarımıza rağmen düşünüyorum da, onu kaybettiğim de ne kadar ıssız kalacağım.
Ağlarsa anam ağlar sözü boşa değil.
Atalar yaşamışlar ki bize kadar uzanmış bu ifadeler.
Gerçekten;katıksız,yalansız,dürüst bir sevgi.
Çok mu zor.
Allah sadece anaları mı vermiş yoksa herkese vermiş de insan,insan olmayı unutalı beri eski raflarda küflenmiş bir sözcük mü?
Sevgi…

4 Aralık 2010 Cumartesi

Ah Nasıl Bekliyorum Seni...

Nasıl heyecanla bekliyorum seni.
Tanımıyorum,
Tanımanın heyecanı içinde sıkı sıkı tutuyorum nefesimi.
Neler saklarsın içinde,dilin nedir?
Kolay mı anlaşırız senle?
Kim bilir bunca yıl kaç hayat gördün?
Kaç insan tanıdın?
Her insan da ne tür davranış.
Yalnızdın anladım,
Ben gelene kadar.
Nasıl kavuştu gözlerimiz birbirine.
Hangi tozlu zamanın hatırasısın bana,
Hangi düşlerin,derin merdivenleri.
Hangi hayallerin gerçeği.
Hangi zamanın gizemisin?
Ne renksin?
Seni heyecan ile bekliyorum,
Sana kavuşmayı.
Küçücük bir zamanda yaşıyorsak ayrı zaman dilimlerinde,
Elbet kavuşmak da olacak.
Benden gidene kadar.
Şunu bilmelisin ki;
Bana gelen kolay kolay gidemez.
Ben gitmem,gidemem
Şunu bilmelisin ki,seni hiç terk edemem.
Nasıl heyecan ile bekliyorum,
Sana kavuşabilmeyi.
Hangi zaman diliminin hatırasısın bana,
Kimlerden geçtin de,
Gözyaşlarını sakladın için için sarı yapraklarına,
Sonbahar yaprakları gibi düşerken
Nasıl da göz göze gelebildik seninle,
Seni gören gözlerime şükür.
Sımsıkı tutuyorum nefesimi,
Heyecanla ve coşkuyla.
Ah,nasıl da heyecan ile bekliyorum sana kavuşmayı.
Merak etme bana güvenebilirsin,
Son nefesime kadar seninim.

Evet, bu sözler yanlış anlaşılmasın beklenen bir kitap için.
Efendim güzel memleketimin bir ücra köşesinde sağ olsun internet aracılığı ile bir kitap buldum.
Önemi …….ülkesinin devlet kütüphanesinde bulunan eserinin bir diğer kopyası olması
2.önemi ise tam 90 yaşında olması…
Daha ne olsun!
Böyle bir şey için heyecan duyulmaz mı ?
Hele işin içinde kitap var ise,
Okuması ve anlaması bol günler dileğimle.

Eğitim Şart

Sağlam Kafa
Sağlam vücut da bulunur diye boşa dememişlerdir sanırım.

Bugün tesadüfen öğrendiğim bir sergiye katılmaya karar verdim.
Beden,Zihin ve Ruh sağlığı. Naturel bir seminer…

Harbiye Askeri Müzesi içerisinde Cuma gününden beri sürmekte olan seminerin yarın son günü.
Alabildiğine kalabalık içerisi.
Böyle sağlık konusu olunca hep ilgimi çekmiştir.
Ancak içerisi taşlardan,otlardan geçilmiyor.
Güleceğim geldi bir an.
Şu şifalı su
Şu şifalı taş.
Aslında şifa kaynağı çağlıyor insan içinde
Bir ben var benden içeru diye boşa dememiş koca Yunus.
Neyse böyle kısa çalışma gruplarının olduğu bir salona giriyorum.
Yağmur yağar diye kat ve kat giyindiğim için ter içerisindeyim.
Önce bir bey geliyor
Adı Victor Ananias
Kendisi doğal yaşam savunucularından ve muazzam bir elektriği var. Her ne kadar salondakiler yarım saat dinleme zahmetine katlanamadılarsa da o hiç moralini bozmadı.
Ne kadar güzel konulara değindi ve onu dinledikçe aslında ne kadar doğru yaşamakta olduğumu fark ettim.
Çevreye zarar vermem.
Kullanmadığım her elektrik düğmesini kaparım.
Arabam yok
Uçağa hemen hemen hiç binmem
Makyaj yapmam.
Az tüketirim her şeyi.
Vs vs…
Doğru yoldayım,daha bir çok ayrıntı
Bizim gibi insanlar genelde dışlanır çoğunluk tarafından,her şeye rağmen ben benimle bu hayatı paylaşmakta olan her canlıyı seviyorum.
Kuşlarıma yemek verebilmekten mutluluk duyuyorum evime gelen bir dost kadar.
An dan bahsetti o da;aslında yaşarken bir meyvenin çekirdeğine bakmadığımıza onu dışladığımıza.
Yani bir tatil yerine gittiğinizde hele bu bir çiftlik yaşamı ise orada tanıştığınız köylü,köylüden aldığınız bir ürün onu onurlandırmakta.
Köylü en değerli insandır dedi mesela. Muhteşem.
Anlattı anlatı aslında hepimizin ayrı ayrı hayata bakış açısını gösterdi.
Hayat dan geçerken; nerelerde çekirdek bırakıyor.Nerelere iz koyuyoruz.
Yoksa geçerken bir daha tanınmamak üzere sadece tüketiyormuyuz.
Çok keyifliydi.

2.Etkinlik ise;
Onomotoloji denilen İsim Bilimi
Kemal Haluk Cebe adında son derece sabırlı (koskoca bir salonun özellikle kadın ağırlıklı tüm sorularına titizikle cevap verdi)çok şeker bir beyefendi.
Uzun yıllardır bioenerji ve bu iş ile ilgileniyor.
Efendim bu işi her zaman ki gibi Çinliler ilerletmiş
Osmanlı zamanında ilgilenen Hurifiler varmış ancak onların hazırlamış olduğu kitaplar yakılmış.Kendilerinin derileri yüzülmüş,davul yapıp çalınmış.
Yani Ortaçağ da cadı ibaresi alanlardan pek farkı kalmamış
Şu an onların bilgileri,araştırdıkları elimizde olsa Matrix e takla attırırdık diyor.
Herkesin enerjisi gibi isimlerinden frekansı olduğunu söylüyor.
Mesela A,İ leri olan isimlerinde Şanslı
Çok fazla E olanlar biraz riskli
Ü ler şansız
U lar çok mücadele ediyorlar ama sonunda ulaşıyorlar.
Vs bu uzayıp gidiyor…
İlginç bir etkinlikti kısa kesiyorum epey bir ayrıntı var bende ad ve soyad olarak tamir gereken grupta yer alıyorum.

3.Etkinlik ise;
Seda Bağcan adında çok sevimli ve içten bir hanım efendiydi.
Kendisi uzun yıllar müzik eğitimi aldıktan sonra Mantra müziği yapan,10 yıldır Almanya’da yaşayan bir hanım.
Yani filmlerde görürdüm de inanmazdım bize bir seans yaptı orada Hint inanışına göre bir şarkı ancak kendiside söylüyor bize bildiğiniz bizim Esmaül Hüsna açılımları gibi.
Yalnız benim gözümden yaş geldi yaparken ki bu iyi bir verim olduğunu gösteriyormuş.
Ruhum biraz temizlenmiştir umarım.
Yani bu aralar hayırdır tam en son izlediğim Julia Roberts’ın Ye,Sev,Dua Et filmine döndüm.
İtalya
Hindistan Mantrası
Ve
En önemlisi Aşk
Sıra ona geldi mi nedir?

Laf aramızda aşksız olur mu hiç?
Aşk yemek yerken de,sabah güne başlarken de lazım.
Aşk umut demek zaten…
Aslolan sevgidir kalplerde.
Ve sevgiyle kalın.

29 Kasım 2010 Pazartesi

LODOS BİLE KURTARAMAZ ARTIK...

Sezen’der ki ;

“Uzanıp Kanlıca’nın orta yerinde bi taşa,
Gözümün yaşını yüzdürdüm Hisar’a doğru.
Yapacak hiçbir şey yok gitmek istedi gitti.
Hem anlıyorum hem çok acı tek taraflı bitti.

Bi lodos lazım şimdi bana, bi kürek, bi kayık
Zulada birkaç şişe yakut yer gök kırmızı.
Söverim gelmişine geçmişine ayıpsa ayıp.
Düşer üstüme akşamdan kalma sabah yıldızı

Ah İstanbul İstanbul olalı
Hiç görmedi böyle keder
Geberiyorum aşkından
Kalmadı bende gururdan eser”


Evet, kalmadı eser.
Eserleri katletmeğe nasıl da meyilliyiz.
Daha bir hafta olmadı bir Avrupa Şehrinin 1700’den düşen sapasağlam taşlarına dokunalı.
Nasıl da yaşam vardı şehrin, bir ucundan bir ucuna…
Sadece bir tarihi dokunun çatısı yanmadı,
Orada Erzurum’dan lastik ayakkabılar ve kasketiyle ilk göğe baktığında sırtını dayamıştı Osman Efe.
Yepyeni başlangıçların hülyasının basamağı o taşlar.
İçe oturan çıkamamış hayaller tufanı.
Ve Nazlı gelin, yitireceğini bilmeden tüm hayat çizgisini buraya hayran kalmıştı.
Telli duvağıyla.
Şerif Dayı bir düğün dönüşü yavuklusu ile hemen tuvaletin yanında ki eski restaurant da içki içmişlerdi gizlice.

Kaç gözyaşına
Kaç sevince şahitlik yapmıştı, Haydar Paşa iskelesi.
Kadıköy’e doğru varırken solda inerdi yolcular.
Vapurdan sarkan öğrencilerin şen kahkahaları ile canlanırdı Haydarpaşa.
Ve her sabah öğretmen Mehmet Bey’in gazetesi ile günaydın derdi güne.
Karşılayacağı ve belki de bir kez görmekten öteye gidemeyeceği bu insanları taşımaktan hiç bıkmadı.
Hiç yüksünmedi, terk edilişinden.
Değerini bilecekler elbet vardı zaten birileri hep imza toplamıyor muydu onun için.
Onun illa çalkalanması gerekmiyordu ki kendini ispat etmesi için.
O görkemli duruşu ile İstanbul’un naz-ı endamıydı.
Hiçbir dedikoduya paye vermedi.
Hep dimdik durdu.
Hep gülümsedi
Ta ki o son güne kadar.
Bizler sözde İstanbul’ lular.
Gözlerini kapayıp yaşayanlar ya da benim gibi ciğerini yanarak öylece dili tutulanlar.
Bir güzelliği daha kaybettik.
Çıkarın eski siyah beyaz filmleri.
Bakın bakalım,
Çengelköy’e, Anadolu Hisarına.
Prens Adalarından, tam karşı istikamete bakın bakın iyi bakın.
Sadece bir minik kuzunun otlayabileceği kadar bir yeşillik kalmış mı?
Hangisi Arap’a gitti?
Hangisi müteahhide?

Çok değil mi bize…
Haklısınız,
Çünkü,
El de avuçta gani…
Mesela Kız Kulesi de çok.
Anadolu Kavağı da
Pier Loti.
Çemberlitaş
Ayasofya
Kapadokya’dan çıksak, Selçuk Meryem Ana’ya kadar her yer harap.
Her yer kazılmış, dökülmüş,yıkılmış.Kilise içleri ile dolu.

İşte onun için Büyükada’nın Yetim Hanesinin tapusu bugün onlara göre esas sahiplerine ulaştı.
Bu topraklar,tüm gelip geçen medeniyetler üzerinde bir tek biz miyiz Allah aşkına bu kadar ruhsuz,bu kadar duyarsız…

“Yanarım yanarım tutuşur yanarım…
Kavurur ateşim,seni de beni de BELALIM…”

İSTANBUL’un belasıdır bu bilinçsiz insan müsfetteleri…

28 Kasım 2010 Pazar

Ve Sen Yoksun...

Sırf söz olur diye gizlemektense sadece bulutlara söyledim.
Senden bana olabilecek sevgiyi sabah yeniden doğursun diye güneşe fısıldadım.
Rüzgara söyledim adını, bir şarkı olup yine bana dönsün diye.
Düş yaptım gülümsemenden,
Mısra oldu düştü şiirlere…
Saltanat yaptım gönlümde seni.
Tacını almaya gelmedin sen,
Ben seni beklemekten yoruldum ve bıraktım yosunlu bir deniz birikintisine.
Taşlar aldı seni,
Sardılar koyunlarına.
Ondan soğuksun böyle.
Gecelerin ayazı gibi suskunluğun,
Bir tel saçı, kökünden koparır gibi sevgisizliğin.
Her şeye… Her şeye rağmen sevmekten bıkmadığım.
Sen, daha gelmeden gitmiştin.
Ve ben, sisli bir havanın derin sessizliği gibi,
En güzel güzlerin uçuşan çiçekleri;
En güzel kuşların sabah şakımaları gibi sevdim seni.
Ve deli gönlümün,
Ağıtsız yazgısı
Sen, gelmemiştin.
Ve ben artık gitmeye karar tuttum.
En basma kalıp inşaatların alçılarından daha kuvvetlice yaşama tutunarak,
Güne bakan çiçekleri kadar derin nefes alarak Yaradan’a
Bitmemiş kaderlerin çizgisine kafa tutarak
Az buçuk isyan etmeden taşan dalgalara,
Yemin ettim.
Seni bir daha beklememeye.
Islanmıştım,evet sırılsıklamdım.
Şikayet etmedim.
Söz verdim artık seni bulmamaya.
Söz verdim ufuk çizgisine,
Ardımdan doğan ve doğabilecek gökkuşağına…

26 Kasım 2010 Cuma

Bir Hayali Gerçek Yapmak...

Nereden başlamalıyım?
Nasıl anlatmalıyım?
İ’den başlasam Y alınacak.
İyisi mi iş den yeni geldim,ben bir çay demleyeyim onun üzerine konuşalım.
Çay yanına gidebilecek en güzel tatlı bu çünkü.

İnsan yaşarken kendine ait bir şeyler yapabilmeli.
Renk katmalı hayatına.Monotonluğuna.Tabi imkanları ölçüsünde.
Birde benim gibi imkanlarını kafasıyla delmeye çalışanlar var,onlar delidir ne yapsa yeridir grubuna giriyor.
Kim ne derse desin umurumda değil.
Artık pencerem bu yönde.
Artık sisli bulutlardan,karmaşalardan,yersiz telaşlardan arınıp;yıllardır yapmak isteyip de hep ertelediklerimi gerçekleştirmek istiyorum.
Ve yapıyorum.Yaptım.Yapacağım…Biliyorsunuz modern slogan artık bu.
Efenim bendeniz bir yoğun sis sabahında epeyce uykusuz ve yorgun şekilde hayallerimin ülkesine uçuverdim.
Olacaklar hakkında hiçbir bilgim yoktu.Yapayalnızdım.İçimdeki sevgiden başka tutunabileceğim herhangi bir şey de yoktu.Sadece umut…
Hep gülümseyen,hep sevecen insanlarla karşılaştım.
İlki rehberimiz bundan yaklaşık 7-8 yıl kadar önce uzun bir bankacılık serüveni ardından bir vesile ile buraya gelmiş,evlenmiş.Şimdilerde ise hem tercümanlık hem rehberlik yapıyor.
Ted Ankara Koleji ve ardından ODTÜ Ekonomi&İşletme okumuş. İki yabancı diline bir de benimkini eklemiş.

O ne mi?Tabi ki İTALYANCA.
Si si…
Certo!Perfecto.
Valizlerimiz otobüse, biz uçaktan iner inmez uzun bir yolculuk sonrasında tekrar yola.
Venedik’ten Floransa’ya…

Her şey valizde ve o otobüsle gittiği için iler ki zamanlarda bize ihtiyaç duyuracak şemsiye,palto,çorap vs hiçbirine sahip değildik.
Karış karış özellikle çocukları olanlar çorapçı aradı.
Floransa’ya girerken sanki Ankara’ya gelmiş gibi hissediyorsunuz.
Sakin,rutin gibi gözüküyor her şey ama meydana vardıktan sonra iş bitiyor.
İşte gerçek astral yolculuk orada başlıyor.

Allah’ım bir zaman içerisindeyiz ama hangi zaman?
Bu nasıl bir korumadır tarihi.
Kapı tokmakları, sarı beyaz karışımı özel taşlı duvarlar ya o bak bak doyamadığın heykeller.
Uffizi sanat galerisi önünde çalan enstrümanlar, Arno Nehrine doğru kıyıda ki insanlara eşlik ediyor. Bir çift düğün fotoğrafı çektiriyor.

Yalnızlar,
Yağmur altında aşk yaşıyoruz doğayla.
Buraya da yalnız gelinir mi hiç demeyin lütfen.
Elbet de size yakın ve ayı yöne bakan bir karşı cins elbet de güzeldir ama yok diye karalar bağlayacak halimiz yok.Perce (Çünkü) aşk illa iki insan arasında yaşanan bir şey değildir.
Ben rehberimiz ve adaşım,her zaman sevgi ile kendisini hatırlayacağım Sn.Emel Serio’nun Florensa’da götürdüğü tiyatronun çaprazındaki cafe ye de aşık olabilirim.
O eski kırmızı küçük kanepeye ve camında onunla dans eden el işi perdeye.
Ve gülümseyerek bakan beyefendiye.

Florensa’nın bizim Ortaköy’ü yer yer çağrıştıran dar sokaklarından fışkıran insan kalabalığına, o kalabalıktaki ayak üstü atıştırdığımız “Lampredotto”(bizim işkembenin susuz ekmek arası özel soslu bir çeşidi ama muhteşem) nun ardından hemen sola kıvrılıp, Dante’nin evini görmeye,hatta Japonların özellikle yerdeki taşlarda onun yüzünü görebilmek ve bunu fotoğraflamak isteklerine,çabalarına.
Dümdüz gidip gidip yine sola döndüğümdeki caddede sırf erkek ürünleri satan buram buram eski kokan dükkanında şık ve göz göze geldiğimizde ürünlerini düzelttiği dükkanından fotoğrafını çekerken tebessüm etmeyi unutmayan beyefendiye.
Her gidenden kart istediğim ve her seferinde bu tepeyi gösterir kartı getiren arkadaşlarımdan sonra kendi öz ve öz gözlerimle şahit olduğum muhteşemliğe.

Florensa’yı tam şehir bütünlüğü ile içmek yudum yudum.
Hele hele turdan bir kızcağıza rica edip de (yalnızların ve fotoğraf düşkünlerinin makus kaderi ) benim fotoğrafımı çeker misin deyip döndüğüm sırada arkamdan doğuveren Gökkuşağına…

Ve meydanda alışveriş yaptığım Mario amcaya…Bana aldığım ürünlerde indirim yapan,yaşlı elleri ve yüzündeki çizgilerde yaşanmışlığın derin izleri pahasına videosunu çekip onunla sohbet etmeye çalışırken utangaç havasına.

Doğaya. Herşeye.
Bu neye nasıl baktığınla ve tamamı ile yüreğin ile alakalı bir durum.

İnsan sanat seviyorsa,
Tarihe meraklı ise
Özellikle gezmeyi,yeni yerleri keşfetmeyi en tutku dolu merakla arzuluyorsa.
İtalya’dan sıkılmazsınız.
Her yer sizi boğmayacak kadar sanat. Muhteşem
Hal böyle iken; Beyazıt Meydanından eskiden Padişah efendilerin yürümesi için kırımızı halılar ile üzerinden geçilsin diye ta Sultanahmet meydanına kadar uzanan Divan Yolunu düşünüyor.
Ve şimdi bastıra bastıra, eze eze geçilen tramvay yolunu.
Her gün binlerce turistik araçlara üst geçitlik yapan Yerebatan Sarnıcının yıkılma tehlikesini.
Galata’yı. Balat’ı.Kumkapı,Surlar boyunca sahil şeridini.
Aklınıza geliveren her şeyi.
Eski okullar üzerinden sökülen Padişah Mühürlerini.
Selçuk işi kapıları çalınan camilerimizi.
Bodrum müzesinden bile çalınan arkeolojik eserleri.
Hangi birini anlatmalı ki.
Hep söylüyorum, tarihlerini bilmeyen uluslar yok olmaya mahkûmdur.
Denizimizde,karamızda tarih var .Netice.

İlk kez Eminönü Mehmet Efendi taze kavrulmuş buram buram kahve kokusunun, içimi şiddetle saran kuvveti dışında hissettiğim kahve kokuları aldım.İçtim,tattım çok güzeldi.
Hayat pahalı, rehberimiz öyle demişti burada nefes almak bedava!
Ve bence bir görsel şölen.
Tüm yorgunluklara rağmen. Yol boyunca 60 kişilik yolcuları uyaran ve titiz Amedeus bizi taşıyan aslen Napoli’li beyefendinin de sanırım tanıdığı bir yer olan tipik İtalyan Lokanta/Restaurant bir yere gittik.
Ben rehberime güveniyorum,çünkü alanda ilk onu beklerken içimden lütfen ben onun otobüsündeki listede olayım çok şanslı olacağız biliyorum diyordum.
Çünkü güvenirsem tamam, kendimi teslim ederim. Gerisine bakmam. Yeter ki güveneyim o güven oluşsun.
Hakikaten de 3 gece 4 gün boyunca tüm olumsuzluklara, hatta kendisinin bile otel girişi yapılmamasına rağmen;tüm yorgunlukları ve moral bozukluklarını hiçe sayıp bizi sahiplendi.
Daha ilk sabah “şimdi benim ilk kalabalık böyle 60 kişilik grubum herkesin talepleri farklı olabilir, ne istersiniz bu yol mu yoksa bana takılıp altından girip üstünden çıkmak mı?”
Benim için her zaman altından girip üstünden çıkmak zira işin içinde İtalya var.
Çoğunluk da genelde güzel insanlardı ve çok keyif aldık.
Evet,sevgili rehberimiz Emel Hanımefendi ve bağlantıları sayesinde bu kez akşam yemeğindeydik.
İnanın abartmıyorum böyle bir organizasyonda olabilecek en muhteşem yemekti.
Ağabeyimden ödünç aldığım fotoğraf makinesi Floransa’ da çantası içinde sırılsıklam olduğu için orada çalışmadı ve ne video ne fotoğraf alabildim.Sadece yanımdakilerden bana da göndermelerini rica ettim.
Girdiğimiz mekanın içerisi eski yazlık sinemaların renkli süslenmiş lambaları gibi; her ülkenin bayraklarını taşıyordu (bizimkini fark edemedim)
Pometto Pizza Man diye şirin bir yerdi.
Bize makarna kızartması denildi sanırım bildiğiniz lokma hamur üstünde güzel bir sos ve nane yaprağı. Çok güzeldi.
Ardından geniş erişte şeklinde özel soslu makarna bunun adını bilmiyorum tencereyi isteyebilirdim şahaneydi. Diğerlerini tadabilmek için çok az alabildim her birinden.Ardından deniz ürünlü bildiğiniz içerisinde küçük istiridyelerin (midyelerin) yer aldığı spagetti türüydü.
Ardından pizza çeşitleri yığılmaya başlandı. Kendimi birden eski köy düğün evlerinde gibi hissettim.
Çok mutluydum bunu biliyorum.
Ve şarap. Certo .
Ah ne güzel tadlardı onlar.
Ardından oldukça büyük bir kayık tabak içerisinde en sevdiğim mozeralla peyniri yanında çeri domotesler.
Ardından kızartma geldi sanırım lahanaydı yoksa soğan mı tam anımsayamıyorum.
Çünkü o arada Amedeus beni Hollandı sanmış ve sen Türk olamazsın diyordu.
Nasıl yani?
Bir dakika!
Tamam, İtalya aşkım var çok seviyorum ancak Türkiye deyince akan sular durur.
Bir kere Türklerde böyle sarışın yoktur diyor rehberimize
Bende söyleyin diyorum çakma sarışınmış.
Bu yemek bitsin dansa gidelim mi diyor.
Durmadan ikramlar önüme doğru sürülüyor.
Şarap,ardından özel bir likördü içkiydi sanırım o geliyor.
Amedeus karşıdan işaret ediyor,içmiyorsun.
Boş iki karafakiyi gösterip
Basta ! diyorum (yeter)
Sağnak yağmur ve enfes bir hava altında muhteşem odama geliyorum.
Sanki balayına gelmişim,ne güzel hazırlamışlar odayı.
Ellerine sağlık herkesin.
Türkiye’de duyamadığım iltifatlar eşliğinde uyuyorum.
Netice de ben İtalya’da “Prenses” oldum.

Sabah yine çok erken uyanıp yollara koyuluyoruz açıkçası ben bunlardan hiç şikayetçi değilim.
Savrulmuş İtalya yağmurunda.
Otelimin manzarası parka karşı, duşumu alıp mis gibi deliksiz uyku almışım.
Yolculuk Venedik’e
Aşklar şehrine.
Tüm ön yargıları
İşte hafızada yer eden Venedik sokaklarında ki Maske li insanlardan,renkli evlerden,süslü gondollardan sıyrılıp kendi hayalimi kurmaya gidiyorum.,.
Ne Bocelli kulağımda ne Pavoretti.
Ben kendi kendimin İtalyasındayım, dışarıdaki renkler de ayrı hoşluk katıyor.
Sıfırlamış her şeyi. Dern nefes alıyorum içerime İtalya İtalya diye.
Hava daha güzel, biraz güneş var.

Floransa umutlu bir şehir
Venedik ise hüzünlü.
Foloran sa da dönüş de ki evlere baktım hemen hemen aralanmış perdeleri arkasında boylu boyunca kütüphaneler mevcut. Ve onları hafif ısıtan ayaklı lambacıklar. Okuyan bir şehir, daha kültürlü diye sanıyorum belki de yanılıyorum.
Venedik kaderi yok olmak üzere
Umarım olmaz…
Tüm arka ve yeni yüzüyle ki yol arkadaşımız Reha Bey son iki gün daha kaynaşma imkanımız oldu Nevin & Mehmet çifti ile birlikte ( bana o kadar sıcak davrandılar ki anne babam gibi fotoğraf çekme kahrımı çektiler ne kadar teşekkür etsem az kendilerine onun için dönüş check in lerini yaparken birlikte yaptık) bizi arka yüzüne de götürdü.
Alışveriş vesaire derken koşa koşa son gün tam bir Venedik yaptık harikaydı.
Tabi son gün yine Emel hanım’ın bağlantıları sayesinde.

Bildiğiniz gondollar,çan ve saat kulesi,muhteşem dükler sarayı,tövbe köprüsü alabildiğince kollarını açmış adeta İstanbul gibi sizi bekliyor Venedik.
Yalnız onu yaşayan ve bir de sadece Venedik’in taşıdıkları var.
Bizler yaşayan insanlardık.
Ayran budalası gibi dolaşmadık. Hissettik.
Gondol’a bindiğimde bizi götüren sonradan isminin Guiseppe olduğunu öğrendiğim beyefendi başta balgam çıkara çıkara arkamdam denize tüküre tüküre tüm hayalimdeki romantizm içine ettiyse de o olmasa Marco Polo’nun evinin birbirine geçmiş kanallar içerisinde nasıl görebilirdim ve yanında ki tiyatro tabelası kalmış yazıyı.
Oradan bir tarih geçmiş Titanic filminin belki gerçeği yıllar sonra orada olacak. İnşaAllah olmaz. Çünkü gerçekten hüznü yaşatan bir yer.
Tesadüf bulduğum fotoğraf stüdyosunda aldığım bellek sayesinde arkamda batmakta olan güneşi yakalayabiliyorum.
İçin için ağlayan bir şehir burası.
Sularla üstün körü gelip geçen insanların tortularını temizleyen bir şehir.
O kadar yorgun oluyoruz ki sözde Emel hanım balık yemek istiyordu otel girişi olmadığı için tekrar yolu geri dönmek zorunda kalmıştı.Tabi biz bunu sabah öğrenebildik.
Bize otelimize yakın alışveriş merkezini tarif etti.
Anne ve iki kızı Muğla dan gelen hanımefendiler,Elazığ’dan katılan karı koca ve iki kızları ile gelen Tülin&Turgut çiftleri ile alışveriş merkezine gittik.
Son sistem her şey, ekmeği mıncık mıncık yapmıyorlar eldiven var,tartma var.İstediğin kadar istediğin çeşit al. Çılgın Türklere kesinlikle uymayacak bir düzen var.
Et bölümüne geldik Tülin hanım sen söyle benim için tavuk kanat,patates istiyorum ,sor ama domuz eti olmasın.
Anladım herkes uykusuz şaşırmış vaziyet de.
Çünkü henüz tavuk kadar domuz üretilmedi sanırım.
Hem onu yesek ne olacak ki netice de tavuk da kendi pisliğini yiyen hayvan diyeceğim olmayacak susuyorum.
Müslümanlık çarşaf da veya tavuk da olsaydı.
Ah güzel ülkem içinizi temiz tutunun ruhunuzu. Müslümanlık burada.
Görevliye söylerken hanım kızıyor bak diyor oradan numara al bekle.
Minnacık bir sistem yapmışlar basıp banka kuyruğu gibi numara alıyorsun sıranı bekliyorsun ve istediğini alıyorsun
Düşünsenize Türkiye’de bunu.
Üstüne bir de tahayyül edin, Ramazan ayını.
Aman aman…
Almanya da Türkler basmasın diye tabela koyanlar ne yapar bilemiyorum arık.
Haklılar. Uyamıyoruz uyum sorunu var.
Sistem dışıyız.
Neyse gayet yakışıklı saçları hafif kırlaşmış görevli ile yarı İngilizce yarı İtalyanca isteklerimizi sıralıyoruz. Dönüp dolaşıyoruz bende aynısından yemeye karar veriyorum ve beyefendi yine sen mi geldin gibi bakıyor.
Çünkü koca market de coca colayı bulamayınca yine ondan yardım istiyorum.
Gülümsüyor.
Bana patatesleri verirken ne yeteri kim bu çocuk mu yiyecek diyor
Ben yiyeceğim diyorum olmaz diyor.
Neyse Tülin hanım,gezelim mi alışveriş merkezini diyor.
Aman yok hiç işim olmaz ,zaten uykusuz eşiniz otelde bekliyor midesi bozulmuş demediniz mi? bence gidelim bir an evvel zira sabah 6.30 kalkacağız deyince ve kızı da bastırınca haklısınız diyor.
Kasa da ki görevli hanımla sohbet ediyoruz.
İstanbul’a Türkiye’ye daha doğrusu hiç gelmediğini söylüyor.
İnşaAllah gidersiniz deyip otele uzuyoruz.
Ne uzama banyo ve tumba yatak.

Sabah George Clooney’ nin de tercih ettiği çok özel çok güzel çok şirin mi şirin bir yere varıyoruz.
Adam haklı ne yapsın Beverly Hills de
Muhteşem bir göl
Verona GARDA Gölü
Kuşlar
İleride sağda bir kale,kale içinde çiçekli bir köy
Buram buram eski buram buram kuşlar ve ördekler
Kurabiyemi paylaşıyorum onlarla
Mis gibi bir hava
Amedeus “akşam yeterince pizza yemedi pizza ısmarlıyım” diyor teşekkür ederim istemem diyorum.
Sigara uzatıyor, kullanmıyorum diyorum.
Kahve ısmarlıyım diyor yok diyorum
Ne söylesem yok diyor bu nasıl iş diyor
Eee Türk iş!

Garda içerisinde böyle bizim Abant,Afyon, Denizli kaplıcalar gibi özel bir tesis var.
Muhteşem bir yer Emel hanımla içeri girip soruyoruz.
Sanırım 4 yada 5 saati 35 Euro mu denmişti yanlış olabilir,havlu terlik her şey veriliyor ve burada konaklıyorsun.
Nevin hanım “ohh ne güzel sıcacık” diyor burada kalalım.
Muhteşem evler
Eski bir cafeye giriyoruz daha doğrusu eski bir fotoğraf var köyün girişi bizim Göksu deresi gibi onun siyah beyaz fotoğrafı gibi.
Burada Nevin&Mehmet çiftinin ısmarladığı canlı canlı yapımına şahit olduğum pizza yı yiyoruz sebzeli muhteşem.

Yolculuk Verona
Verona her şehir gibi bizi bayrakları ile karşılıyor her yerin kendine has bir bayrağı mevcut
Burası da çok güzel çok antik bir yer.
Burada bilgim yetersiz gelir diye sanırım 30 yıldır burada yaşamakta olan Amerika kökenli Franklin’i rehber olarak çağırıyor Emel hanım nezakete bakar mısınız. Bize vermiş olduğu değere. Ne de olsa Türk gelenek görenek aslen Denizli.
Franklin bizi Emel hanımdan sonra bilgi yağmuruna tutuyor.
Osmanlı ya kadar gidiyoruz.
Tarih anlat anlat bitmez
Romeo&Juliet evi olmuş size bildiğiniz, Oruç Baba türbesi.
İnanın aynen öyle .
Duvarlara yazı yazılıyor inançları olsun diye o kadar dolmuş ki belediye 6 hafta da bir siliyor.
Ben yazmak yerine sırtımı duvara veriyorum şans içime işlesin diye.
Mussolini’den kalma heykeller.
Kuşlu heykeli ile şair Barba.
Eserler eserler çoğunu fotoğraflara baktıkça anımsayacağım.
1882 yılını gösteren kale önünde ayrılıyoruz Franklin ile bize teşekkür ediyor.
Biz de ona.
Akşam otele dönmüyoruz başını şişirdiğimiz ilk günden beri bir şarap evi ziyaretini Emel hanım bize sağlıyor.
Bir aile şirketi yaşı 20-22 gösteren tok sesli biraz asabice hanım kız bize tanıtıma başlıyor.
Yer,yeşillikler arasında Monte Tondo Soave
Binanın hemen girişinde eski bir Mercedes peşi sıra dizilmiş dokuzyüzyıllık şarap üretiminde kullanılan araçlar.
İşte o an hemen gözümün önüne bağ evleri, veya seyredip de etkisinde kalmış olabileceğim film kareleri geçiyor.
Üzümleri neşe içerisinde şarkılar eşliğinde ezen kızlar.
Toscana.
Yeşil…
Kusana kadar yeşil.
Ve şatolar
Ve gerçek aşklar…
İnanılmaz güzel bir mekan bize üç beyaz, bir kırmızı ve zeytinyağı tanıtımı yapıyorlar.
Tabi uzunca bir masa kurulmuş.
Zeytin,eski kokulu ,peynir,kaşar peynir,cips,fıstık,galeta.
Emel hanım şarap almayın götüremeyebilirsiniz diyor biz şansımızı deneyip alıyoruz.
Reha bey o akşam oda da içmiş.
Ben İstanbul’a getirdim.
Bakalım kim ile içmek kısmet olacak.
Aşkam Emel hanım,derici Türk bir çift ve yine bizim turdan bir çift ile akşam otelde onlar şaraba, ben sebze çorbasına devam ediyoruz.
Sabah erken yine uyanıp son tura çıkmak üzere.

Vaporettalar ile Venedik çevre adaları
Yalnız yakışıklı kaptanımız biz uyarıyor Venedik de sular yükselmiş beklemek durumundayız yol güzergahı değşti sanırım.Postane önünde sıkı ıslanıyoruz kar yağacak gibi soğuk hakim.
İlk durağımız Murano adası burası cam işi ile ünlü.
İçeride fotoğraf çekmek yasak sadece üretim yerine alıyorlar çekimi.
Bize özel bir vazo ve bir kedicik yapıyor (laf aramızda ilk kez burada ısındım)
Eskiden Galata civarında yaşarmışlar ben gitmeden önce araştırmıştım hatta bir gün buraya gelirsem kendime ay yıldızlı kolye alacağım demiştim.
Aldım.Yaptım.Yapacağım.Slogan bu.
Perfecto.
Zaman içerisinde ülkemizden göçen tüm renkler gibi onlarda zenginlikleri ile kaybolmuşlar.
Murano adası, öylesine ticari bakıyor hayata yani sular altında kalmış kalmamış pek umurunda değil gün adası bir nevi.
Orayı da tamamladıktan sonra,

Geliyor sıra dantelleri ile ünlü Burano’ya.
İşte burası neşeli,umutlu gerçek Venedik ,
Rengarenk evleri ve dar sokakları ile…
Video slaytlarında gördüğümüz ve Venedik diye baktığımız; önünde yükselen suların etkisi ile pissa kulesi gibi yamulmuş kulesi.
Dar sokakları
Kapı önünde asılmış çarşaf perdeleri ile sanki biraz sulukule, biraz Küba çağrıştıran evleri ile
Yaşayan ve yok olmaya razı ama yaşayan bir ada.
Tüm çaresizliklerini cesaret ile bertaraf edebilmiş bir adacık.
Burada sanırım meşhur bir balık lokantasına giriyoruz
Yerin adı “ Da Romano” olmalı.
Verdiğimiz siparişler sonrasında garsonları biraz tabiri caizse manyak ettiysek de netice de biz Türküz.
Müsaade isteyip mutfağa giriyorum,garsonlarla fotoğraf alıyorum.
Bir tanesi diğer ikisini göstererek onları alma bizi çek diyor.
Karizmatik tipler.
Erkekleri çok güleç, kadınlar suratsız gibi.

Mediterano Akdeniz Akdeniz filmini izleyenler bilir orada bir replik vardır:
“Aynı yüzler aynı mideler Türk,Yunan,İtalyan hepsi birbirine benziyor”
Benziyoruz ancak sanırım bizim biraz daha okumamız kesinlikle daha fazla tarih bilmemiz şart.
Bence burada bizler her şeye sahibiz ancak şımarıklık yapıyoruz.Şükretmiyor,tarihe de sahip çıkmıyoruz.
Muhteşem bir balık,spagetti,kırmızı şarap üstüne kahve ve hayatımda bir daha zor tadabileceğim gerçek Tiremusu.
Muhteşem.
Muhteşem.
Muhteşem.
Emel hanım sen çok yaşa!

İtalya da sabah kahvaltı etme alışkanlığı yokmuş genelde cafe gibi yerlerde bir sandviç ve kahve alıyorlar.
Yani zeytin peynirin yerini asla tutmaz.
Zeytin onlar da içi yanına alınan aperatif.
Hayat zor
Sigortalı olma durumu yok gibi.
Benzin ucuz
Doğalgaz çok pahalı
Kiralar tl ile 1600 sanırım 1 + 1 di.
Pazar günleri muhakkak kaybettikleri aile fertlerine gidiliyor
Burada çiçekler yalnız onlar için alınıyor ( bu kısın bizim erkeklere uymuş o yüzden bilmiyorlar)
Ölüler iki türlü defin ediliyor 1. tabut ile muhakkak ayakkabıları konuluyor sanırım toprağa iyi bassın diye yalnız şaka bir yana biz de kapı önüne konur bilirsiniz.
2.ise yakılma türü ve sonunda kutucuklara konuluyor.
İşte bu Mario’nun bu Sergio’nun gibi alıyorsun. Fena yaw!
İtalya’ya çok yağmur düştüğü ve çamaşırlar kurumadığı için kurutma yerleri var oralara veriyorlar.
Burada aile çok önemli akşam muhakkak sofraya birlikte oturuluyor,bizim bayram sofraları gibi sofralar tanzim ediliyor.
Kadınlar çok çalışıyor,sanırım Türkiye’deki kadınlar şanslı bizimkiler bakmayın daha modernize olmuş gibi bunlar daha da Ataerkil öyle ev işlerine falan yardım etme durumu yok.
Sonra öyle arkadaşımla buluşacağım yok kuaföre gidicem bir hafta önceden haber veriyorsun eşine (amanin daral gelir bana bu olmadı işte)
Ve futbol çok önemlş.
Şans oyunları.
Otoyollar çok pahalı, Türkiye’ye bulaşacak Benetton orada hakim burada da özelleşirse yandık.
Sinemaya muhakkak gidiliyor.
Gazete bayi önünde bir A4 kağıdına günün önemli başlıkları yazılıyor ve asılıyor millet buradan takip ediyor.
Onlar da bizim ki gibi başbakanlarından hiç memnun değiller.
Şimdilik aklıma gelebilenler bunlar…
Ama tabi ki İtalya maceram asla bitmez aklıma geldikçe paylaşırım.



Venedik’i de feth edip otele valizleri almaya gidiyoruz.
Bizi Emel hanım’ın ayarlamış olduğu araçlar alıyor.
Bizim şansımızda Mercedes geliyor sanırım ismi Matteo idi genç delikanlı sohbet ederek geliyoruz.
Oradan alana,transfer.
Gelirken çok zor inen göz gözü görmeyen Venedik hava limanına rahatlıkla iniyoruz kaptan Bob sayesinde fakat Türkiye’ye geldiğimiz belli oluyor.
Sis nedeni ile uçak Sabiha Gökçen yerine Atatürk’e iniyor üstelik tüm uçaklar oraya geliyor
Nakil araç olmadığı için yaklaşık yarım saat uçak içerisinde, pasaport kontrolü sonrası sabah 4 e kadar alanda bekleyiş.
Hemen hemen herkes Pazartesi sabah 06:00 da evde oluyor
Dolayısı ile bizler kendimize daha yeni gelebiliyoruz
Tüm torgunluklar,aksilikler burada yazılmamış o kadar çok şey var ki ancak en önemli şey SEVGİ.
Benim İtalya sevgim beni sürükledi.
Çok güzel yerler,çok güzel zamanlar geçirdim yine çok güzel insanlarla
Umarım her zaman sonrası unutulanlardan olmaz.
Ben Kapadokya dan nasıl etkilendiysem o güzel Atlar Diyarından İtalya’nın iki Avrupa şehrini keşf etmekten ve bunu çok büyük şansla çok değerli bir kişi sayesinde yaşamaktan nasıl mutlu olduğumu dile getirebilmem çok zor.
Bir hayalimi daha gerçekleştirdim.
Çok bir şey kalmadı.
Yine anladım ki asl olan sevgiden öte bir şey değil
Ve yüreğin gerçek ise gerçeği eninde sonunda Yaradan sana gösteriyor
Sana Arriverdi diyemiyorum sevgili İtalya’m muhakkak daha görecek yerlerin var.
Nasip ise kısmet ise daha dada güzelini yine yine yeniden güzel insanlar yaşayabilmek umuduyla.

16 Kasım 2010 Salı

Çikolata Tadında.

Bayram geçer
Kiminin nasırlı elleriyle
Yahut sinmiş hamama gitse çıkmaz tineri kokusu bedeninden,
Kimi lokum yapmakta hala fırının en dibinde.
Bayram en güzel çocuklar ile
Çocuk heyecanlarla.
Yaşama yaşam katan dost, birliktelikleriyle.
Sevda sesleri,
Sevda gülümsemeleriyle
En önemli bir tas yemek kadar sıcak ve bereketli.
Kulaklarımızın pasını gideren,
Yüreklere şifa veren
Oyun havaları ile,
Kandıralı’ dan diğer ustalara…
Fark etmez,
Bayramı bayram yapan yüreklerimizde açılan taze kıvılcımlardır.
Her şeye sıfırdan başlamak için,
Toplanmak,
Kendine bakmak için bir vesiledir,bayramlar.
Gidenleri…
Kalanları anmak.
Hep severek bakabilmek fani dünyaya.
Kin tutmadan bir tatlı çikolataya damağa girmeden anlam katabilmektir.
Ve dostlar ile;
Dost sohbetleri ile…
Yaşam oyun havası coşkusu kadar enfes
Aldığımız nefese şükredecek kadar narin
Ve bir var,bir yok.
Ama önemi bizlerin elinde olan güzellik.
Hala bayramları sevenlere…
Sevebilenlere…
Tüm sevgilerimle…

15 Kasım 2010 Pazartesi

BAYRAM...

Bayram.

Bu bayram farklı şeyler yapmalı.

Bu fikri arada sırada aklımdan geçiririm.
Mesela bir gün yalnız bir bayramdı benim için, kalktım Süleymaniye Camisine gittim.
Gerçekten.
Kadınlar için ayrıLmış dış avluda, tıklım tıklım iğne atsan yere düşmez vaziyetde.
Ama gerçekten muhteşem bir his ile namazımı kıldım.
Namaz sonrası dağıtılan; şerbet,pilav vs onlardan hiçbirini almadım ama Kuran-ı Kerim’i aldım.
Güzel yapılmış bir kitaptı ve netice de benim için bir kitaptı. Hem de özel bir kitap.
Şimdi yaptığım uzun yolculuk sonrası tramvay duraklarında asılmış reklam panolarına ilişti gözüm.
“Kurban Bayramında Sayın Başbakanımız ile Süleymaniye Açılışını gerçekleştireceğiz”
Ne güzel !
Trafik felç olacak kesin !
Sabah sabah, muhtemelen oradan da Üsküdar'a geçer.
Hediye kapma derdine namaza gelen çocuklar.
Derdini anlatma gayesine düşmüş yaşlı amcalar.
Birde öz ve öz kendisi ile baş başa kalmak ve alnını şu seccadeye bir an olsun koymak isteyenler.
Velhasıl yarın bu hat dolu olacak.
Sabah işe giderken oysa ne güzeldi. Özlenen ve hasret ile beklenen bir İstanbul trafiği.
Yenibosna ya kadar bomboş.Bildiğiniz arazi.
Bunu özlemiş olacak ki şoför,aheste aheste yol almakta.
"Bas be ağabeycim gaza şimdi öbürü kalkarsa nasıl yetişeceğim.Haklısın bu trafiği nereden bulacaksın bir daha". diye içimden geçirmedim değil ama şoför oldukça mutluydu.

Öğleden sonra kabristan işleri dolayısı ile; Topkapı,Belgrad,Kozlu,Silivrikapı hatları full dolu.Bu sene bayağı yer gezdim Allah kabul etsin,görüyorlar mı bilmem ama umarım bilmişlerdir geldiğimizi.Biz çocukken şimdi ziyaretlerine gittiklerimiz öyle derlerdi ve biz korkardık;bizi görüyorlar mı?nasıl yani?sağa bakma sola bakma arkanı dönme.Gülüyorum şimdi,bir nesil nasıl geçmiş.Çok şükür biz yüreğimizi sağlam tutmuşuz.

Oradan çıkıp Kadıköy’e geçmek için Taksim’e gidiş, tam kalabalık değil ama orta üstü.
Ancak Taksim’den Şaşkınbakkal’a geçiş arazi.
Yani tam tamına Taksim’den Fenerbahçe stadına geldiğim anki süre 15 dakika.
Köprü bomboş…Ne güzel bir geçişdi o.
Fakat temiz hava alma isteği ile vapur ile dönme faslı yorucu.Tramvay hınca hınc.
Şunu görüyorum ki bazı yerler; hala standat anenevi bayram modunda.
Bazı yerler Bağdat Caddesi,Kadıköy gibi ortalama aynı modda.
Ama bazı yerler çoktan şehri terk etmişler.

İstanbul bize kaldı. Oh iyi ki kaldı.
Bu bayramda farklı bir şey yapasım var.
Netice de deliye her gün bayram.
Ha bu arada içinden bak şimdi veya estağfurullah diyenler için de şu notu ekleyivereyim hemen.Elime yıllar önce bir yerden geçmiş ve mutfağıma astığım,sıklıkla okuduğum Şeyhedebalı'nın Osmangazi'ye bir not var uzunca bir not.
Herkes de görünce benden ister bu notu.Nereden buldun diye.
Gönlü açık olana herşey geliyor zaten ötesini merak etme.

İşte o notun sonunda "Unutma oğul.Atın iyisine doru,yiğidin iyisine deli derler"der.
Cinsiyetim bu dünya için geçerli.

Yediğiniz tatlılar ve o güzel şekerlemeler tadında mutlu,huzurlu,sevdiklerinizde birlikte çokca bayramlar elbet de bayram tadında günler geçirmeniz temennisi ile…
Sevgiler…

12 Kasım 2010 Cuma

Sevmek Zamanı

Sevmek Zamanı

Sevmek zamanı.
Her şeyi olduğu ve olabildiği kadar sevmek.Sevebilmek.
Sevmek zamanı.
Yaralı yüreğimin bitmeyen prangası.
Savrulur gider,
Katran karası
Sigaramın dumanı…

Ahh.
Sevmek zamanı.
Olur, olmaz sevmek
Bıkmadan usanmadan,yine yine yeniden sevmek.
Komşu çocuğun okuldaki çığlığı kadar net.
Onun sevinci kadar açık.
Vapurdaki martının kanadı kadar açık,
Gönül penceremin perdesi kadar aralık.

Ahh.
Sevmek…
Sevmek zamanı,
Deli başımın bitmez tükenmez türküsü.
Gazete bayiinin yüzündeki heyecan,
Işıklardan karşıya geçerken bile tebessümü sırtından bırakmayan yaşlı amca.

Ahh
Sevmek…
En çok kuşları.
Ve denizleri,
Üzerinde nokta vuruşu yapmış karlı dağları.
Kışın karın yağışını,
Yağmurlu bir nisan ayı akşamında camın önünde içilen çayı.
Dostları…
Hoş beş muhabetleri.
Bir kumsala çıplak ayaklarla uzandığın zevk kadar yemyeşil bir çimen üzerinde o kokuyu alarak yürümek.
Eski bir şarkıyı koynunda yeniden bestelemek.
Gramofon çalmak gönlünde,
Kulağında kirazlarla dolaşmak.
Salıncak, tahtıravalli.
Başka başka memleketleri.
Kültürleri.
Dolu dolu kştap kokan kütüphaneleri.
Kulağına fısıldanan hiç bilinmedik bir şiiri.
Adı "sevgi"olan her ama her şeyi.
Atları ve de köpekleri …
Ama en çok serçeleri…
Güneşi,ayı,yıldızı.
Bir hüzünlü gönül akşamında,yorgun kafanı yaslayabildiğin dostunu.
Bir köy çocuğunun katıksız ve saf sana ürkerek sokuluşunu.
Ve gülen,anlayan,hisseden gözlerle bakmayı bilen,
Manayı çözmüş insanları…
Sevmek.
Ahh
Sevmek…
Sizlerle güzel.

11 Kasım 2010 Perşembe

Dün Gece Sen Sohbet Ederken Sırf...

Dün gece,
Evet, evet.Dün gece o adamı gördüm sahilde.
Sahile yakın bir lokanta da.
Cam kenarından bir iki masa kadar uzakta, hafif salonun ortasına doğru oturmuştu.
Keyifliydi.
Hafiften yüklerini boşaltmış gözlerle bakıyordu, karşıya.
Arkası, bara doğru dönüktü adamın.
Karşısında bir hanım ile gayet güzel sohbet etmekteydiler.
Arada telefon geliyor.
Adam cevaplıyor.
Karşısında ki, kapattıktan sonra hafifçe kafasını tabaktan kaldırıp yüzüne doğru bakıyordu.
Bir cevap bekler gibi.
Adam emin görünür bakıyordu.
Yaptıklarından emin, olacaklardan da…
Bir yalan uyduruverdi orada yine.
“Ama”…Dedi karşısında ki hemen.
Ama falan yok dedi adam.
-Nerede kalmıştık?
Kadın biraz kararlı biraz kararsız tebessüm etti.
Yemeğe devam ettiler.
Tabi sohbete de.
Deniz dalgalarını kıyıya vuruyordu.
Garsonlar rutin işlerini yapıyorlardı.
Masadakiler de herhangi biriydiler.
O semt de, karşı kıyıda sıradan birileri.
İstanbul’da sıradan birileri.
Türkiye’de sıradan birileri.
Dünya’da sıradan birileri.
Uzay’da yine sıradan birileri.
Köşk,yalı yada manşet de yer al fark etmiyor.
Cüzdanının ağırlığı.
Bedeninin güzelliği.
Biftek ile kırmızı şarap mı alırsın yoksa tuzlu fıstıkla çay mı?
Yarına elektrik faturanı yatıracak paran mı yok.
Fark etmez…
Herkes şu dünya da. Adı,bu.Dünya olan, oyunda hep kısa sahneler alıyoruz.
Duruşumuzla fark yaratmaya, hep başrolü kapmaya çalışıyoruz.
En çok alkışı hak etmeye.
Ama boşuna. Tarih sayfalarına iyi ya da kötü girenler bile unutuluyor zamanla.
Mesele; yürekte kalan.
Ve yürekte bırakılan.
Neticede dostlar;
Farklı olmak ve bunu korumak “insan” olabilmekten geçiyor.

7 Kasım 2010 Pazar

SÜREYYA...

Süreyya…
Güzel bir isim.
Bayana da erkeğe de veriliyor.Deniz gibi…
Eskiler takım yıldızlarının gerdanlığa benzemesinden dolayı bu ad ile anarlarmış.
Oysa benim gözümde ve genel anlamda taht sahibi adlar gibi gelmez mi?
Mesela Kraliçe Süreyya.
Sonu pek hazinli de olsa, güzelliğe ile adını gönüllere yazdıran Süreyya.
Ya da Orhan Veli’nin dizeleri gibi;
“Kim söylemiş beni
Süheyla’ya vurulmuşum diye”
“Sü” ile başlayanlar mı beynimizin üst kısmında yer ediyor. Nü, değil tabi ki.

Aynen Zuhal Olcay’ın baş ucu şarkıları gibi…
İstanbul’da yaşarken çoğu zaman şanslı olduğumuzu unuturuz.
Koşturmaktan,yorulmaktan ve bunların ağırlığı ile şikayet etmekten.
Oysa İstanbul. Medeniyetler başkenti.
Uğruna tahtlar yıkılan,kaç can feda edilen.
Hala taşı toprağı altın diye hücum edilen.
Metropol bir kent.
Karası ve denizi ile zengin.
Öyle değil mi?
Anadolu Kavağından…Kanlıca’ya.
Ortaköy’den…Cihangir’e.
Kumkapı’dan…Süleymaniye’ye.
Çemberlitaş’tan…Kapalıçarşı’ya.
Topkapı’dan…Dolmabahçe’ye
Zeyrek’den…Tünel’e
Kadıköy’den…Balat’a
Salacak’dan…Erenköy’e
Boğaz köprüsünden…Galata köprüsü’ne.
Yaz yaz bitmez…
Adalar’dan…Ada ya

İstanbul zaten bir ada.
Herkesin de kendine göre yaşadığı ve sindirdiği yahut sindirmeye çalıştığı bir ada.
Bu ada da yaşarken bazen ne ayıplar işlediğimizi düşünürüm.
Mesela,elli yaşına gelmiş ama hayatında Topkapı Sarayı’nı görmemiş,üstüne görmeyi de hiç arzu etmemiş bir insan ben düşünemem.
Hep derim tarihlerini bilmeyenler kaybetmeye mahkûmdur.
Saraylar iç açıcı gelmeye bilir herkese, doğrudur.
Ama avlusuna çıkıp da karşı kıyıya baktı mı hiç gözleriniz.
Veya kız kulesinin balkonundan; şöyle bir İstanbul’a.
Ayasofya da ki herhangi yüksek katlı bir restaurant’ın çatısından elinizde bir kadeh şarapla içtiniz mi şehr-i İstanbul’u.
Kare kare her semti ayrı leziz İstanbul’umuzun.
Onun için hala paylaşılamıyor, hala talep edilen.
Bugün bir ayıbımı daha örtmeye karar verip.
Kırk yaşıma basıp da nasıl olur da bu kadar sanat düşkünü olup, bir kez olsun ayaklarım kapısından içeri girmemiş diyerek;
Süreyya’ya vardım.
Burası Kadıköy Süreyya Operası.
Bugün dünyaca ünlü Sevil Berberi’nin galası var.
Sağ olsun dostlarım bana bilet ayarlamışlar.
1924 yılında o zamanın zatı muhteremlerinden, Süreyya İlmen yani Süreyya Paşa, Avrupa da ki opera salonlarından etkilenerek yaptırdığı fakat hep sinema olarak kullanılan ama Kadıköy Belediye Başkanı Selami Öztürk tarafından tam seksen yıl sonra eski formuna dönüştürülmüş.
Çok çalışıyor bu beyefendi hakkını teslim etmek lazım. Umarım uzun yıllar daha hizmet etmek görevi kendisine veya aynı zihniyet de bir başka görevliye nasip olur.
Süreyya Paşa ölümünden sonra Darülşafaka Cemiyeti’ne bağışlıyor ve ticari amaçla kullanıma başlıyor.
Yapıldığı günden beri hiç operaya hizmet verememiş bir bina iki yıl süren uzun bir çalışmadan sonra eski haline dönüştürülüyor.
Sis,kalabalık derken Fenerbahçe taraftarları ile birlikte boğaya doğru ilerleyip, Sevil Berberi Prömiyerini orijinal bir opera sahnesinde izlemek büyük bir keyif olacak diye düşünüyorum.
Antonio Rossini’nin varlığından sonra değerlenmiş eseri.
Dışı tam dokunaklı görünmese de bir opera binası olarak içerisi buram buram 1924 ve o ruhu yansıtıyor.
Mermer sütunlar,heykeller,sağ bölümde üzerinde Suzan Lutfullah ve altında şu notlar bulunan küçük bir heykel karşılıyor bizi:
“1909-1932 PRIMADONNASI
İLK TÜRK OPERETİ
İLK TÜRK PRIMADONNASINA KADIKÖY HALKININ
VE
SANAT ARKADAŞLARININ EBEDİ HEDİYESİ.
Sol bölümde yer almakta olan heykelde ise;
AYDIN GÜN
DEVLET SANATÇISI
DEVLET OPERA VE BALESİ KURUCUSU.
Sol ileri ki köşede bir heykel daha mevcut ancak kalabalık çoğalmaya başladığı için seçemiyorum uzaktan.
Kokteyl de başlayınca,kırmızı zemin üzerine mavi renklerle müzikteki sol anahtarı baskılı halı iyice halk ile bütünleşiyor.
Sağ ve solda ki merdiven başları hınca hınç dolu.
Bir otobüs dolu Alman vatandaşlar geliyor.İlerleyen dakikalarda İtalyan ve sanatçıları.
Şık hanımefendiler en güzel giysi üzerine kondurdukları inci kolyeler ve yanlarında papyonlu beyefendiler.
Tuvalet alt katta iki kişinin geçmesine müsaade etmeyecek kadar dar,bir mahzene iniyormuş edası var.
Bir üst kat kapalı ama orada da etkinlik zaman zaman yapılıyor olmalı,gezdim biraz masalar falan var.
Ve sahne.
İçerisi muhteşem!
Herkes hayranlık içersinde pürtelaş fotoğraflarına sarılmış vaziyetde.
Tek Japon ben değilmişim.Avrupalı tarafım ağır basmış gibi.
Yani Avrupa da mesela bir Prag veya operanın doğuş yeri İtalya’da böyle bir yere gitmeye kalksanız bir kere yaklaşık bir yıl önce bileti temin etmeniz gerekir. Üstelik çok ciddi paralara bu sanata erişebilirsiniz.
Loca kısımlar vs harika
Sahnenin üzerinde altın dökme üzerine sağ da bayan,sol da erkek çıplak heykel yer almakta.
Sahne kısmının tam üzerinde kalan bölümde ise toplam 23 adet elele tutuşmuş halay çeker vaziyetde yine çıplak rölyef mevcut.
Neden 23 o zaman için bir manası var mıdır,bilinmez.
Ses tiyatrosu,Emek sineması gibi daha minyonu bir salon.
Tavan işlemeleri muhteşem.
Orkestra şefi ve sahneye koyan dışında ekipteki herkes Türk.
Emek bizde yine.
Işık dan ,kostüme,ses tekniğinden,repartuara Türk
Ama seyirci değil.
İşte sanat damarımızın ne kadar kopuk olduğunu gösterir en güzel örnek.
Yaklaşık sanırım on kez bis yaptılar.
Önümdeki Fransız aile de şaşırdı.
Ben tabi Bravo diye bağırınca herkesle birlikte korkmuş da olabilir.
Biz duygulu insanlarız dışa gösteririz ve emek verilen her şey ayakta alkışlanmalıdır.
En çirkin bulduğum oyunu bile sanatçısı sahneye terk etmeden ve onu alkışlamadan şimdiye kadar o salonu terk etmedim.
Emek,yüce bir şeydir.
İster tarlaya soğan ek,ister oyun yaz,ister oyna.

Bence sizler de düşünün klasik müzik sevmeyebilir, adam ya da kadınların boğazlanıyor hissini uyandırabilir düşünceleriniz ama atmosferi hissetmek lazım.
Hayat sadece, kapınızın kilidini açıp. Giyinip,markete gitmek.Bankaya faturaları yatırmak.
Denize girmek için yazı beklemek, banyoda keyif yapmak için kirlenmeyi beklemek veya bu bana daha çok uyuyor olmalı;;salıncağa binmek için bir daha asla çocuk olmayacağınız hüznüne kapılmak değil.
İstiyorsan bin.
Sallan, ben hep öyle yapıyorum.
Utanılacak hiç bir şey yok.
Utanılacak şey; bunları keşfedememek biraz.
Biraz görememek. Yaşayamamak.
Aslında;
Biraz çocuk bakmak, biraz büyük.
Ve en çok sevmek…
Benim tek Süreyyam o da Abidin Dino ile girdiği iddia ile soyadındaki “y” yi kaybeden;
Büyük Üstad, kelime ve zihin üstadı şair,ozan yürekli adam Cemal Süreya.
Ne diyor:
"Sevmek ne uzun kelime!"

Günümüz, gönlümüz, sanat,sevgi,kültür yağmurları ile hep dolu dolu ıslansın ki içimiz ve ruhumuz aydınlıklar ile beslenebilsin.


NOT: Fotoğraflar bloga olmadı. Ayrı bir e posta ile size ileteceğim.

4 Kasım 2010 Perşembe

Bu Gece...

Piyano tuşları iniyor,ince ince…
Yüreğimin huzur arayan satırlarına,
İtalyanca “çiçekler” diyor şarkı da.
İçerisi gözüken cam bir vazo da, sapları diri yeşil çiçekler,
Üzerleri bembeyaz zambaklar…
Misal,
Ben öyle tahayyül ettim.
Anlamlarını bilmiyorum,
“Stasera”
Bu akşam diyor. Şarkı da.
Gecenin baskınca üstüme düştüğü.
Yırtmaya çalıştıkça ayağıma dolanan uzun bir çarşaf gibi bu gece…
Oysa mutluluklar öyle mi?
“Perce” …
Yani, “çünkü” diyor şarkı da…
Yalnızlıklar kalır avuçlarımızda,
Bir teselli ile sildiğimiz gözyaşlarımızla.
Silinir gider onlar da usulca…
Şarkı demiyor tabi,ben yazıyorum.
Güçlü duyguların, derin ve tutkulu insanların acısı gibi,
Taze,her nefes de.
Sakin,her dalga da.
Güneş rengi,gibi umutlu yine de.
Karanlıklar basar mı hiç içinize
Ağlasan da,
Camı açsan.
Bağırsan da…
Asla içinden çıkmayacak karanlıklar.
Beyaz bir tül gibi iner yalnızlıklar ruhuna,
Uzun sessizlikler, bilirsin böler geleceğini.
Ama yine de portakal rengi istersin,
Yorgun gözlerine,sessizce
O rengin gölgesi bile umut verir çünkü canına.
Her şeye rağmen,nefes alıyorsa insan hala ümit vardır yine de geleceğe.
In bacca al lupo !
Yani,
İyi Şanslar !...
Her kimin ruhunda piyano tuşları basıyor ve
Her kimin şansa ihtiyacı varsa…

29 Ekim 2010 Cuma

Dur Yolcu Dönde Bir Bak...

“Bayrağı bayrak yapan üstünde ki kandır,
Vatan eğer uğruna ölen varsa vatandır.”

Ne anlamlı sözler.
Vatanı vatan kılan o kadar ölen oldu, o kadar can gitti ki.
Bu gün Çanakkale’ye yolunuz düşse o hüznü hissedersiniz.
Kah denizden geçerken kah bastığınız her adımda.
Her adımın metre karesine kaç can feda edildiğini anlayabilseydi bu millet o zaman eskisi gibi yeniden şaha kalkardı.
Mesela Cumhuriyetimizin 87.yılı etkinliklerinde İstanbul’da kutlamalar iptal edilmiş. Pazar gününe ertelenmiş. (Hayır pazar günü birde ertelenen meşhur KPSS sınavı var.)
Evet,erteleme neden olmuş yani...
Sebep?
Aşırı yağış…
Soruyorum dostlar…
Kars’ dan Aydın’a
Sinop’dan Hatay’a kadar bir fiil işgal edilmiş topraklar üzerinde ;
Can,mal,namus,hayat,gelecek hesabı yapmadan yüreğini ,evet sadece yüreğini koyan.
Ninelerimiz,dedelerimiz hiç yağmur yemedi mi?
Hem ne yağmurlar
Ne karlar yediler
Ne açlıklar,hastalıklar gördüler.
Çaresizliğin en büyüğünü nefesleri ile karladılar cephe de o çukurların içerisinde.
Ne yemeği, ne ıslanmayı, ne ailesini düşündüler.
Bebeklerini bile cephede kundak da şehit veren yiğit anaların diyarı bu topraklar.
Bastığın yerleri iyi bil tanı
Korkma ,yazıktır incitme atanı
Buradan gelir…
Öyle olduk ki
Öyle bir toplum olduk ki; artık yağan yağmur bile bizi korkutuyor.
Cumhuriyet Bayramı neden kazanıldı çünkü bizler çok çalışacaktık, dinlenmek için.
Tatil yapmak için değil mi?
Diz boyu kar olmadığı müddetçe o çocuklar ve kamu görevlileri o törene katılmalı.
Tören ertelemesi ne demektir.
Yağmur yiyince zat ürem mi olacak çocuklar ya da büyükler.O çocuklar o törenleri yaşamadıkları müddetçe bu vatanın nasıl kazanıldığını sözde akşam programlarında ki sohbetlerle mi çözecekler. Hafızalar yavaş yavaş silinecek.Şükretmeyi unutacak.Sancak nedir dediğinde kendini erkekse askerde bulacak. Kadın ise şansı yok zaten kocası ne derse onu yapacak.
Oysa,kundakdaki bebekler bile o coşkuyu tatmalıdır.Vefayı bilmelidir. Sonra nasıl sahip çıkar toprağına,geleceğine.
Yada şöyle bakalım bugün Fransa- Türkiye futbol maçı olsa, İnönü Stadyumu afedersiniz o da değişti değil mi? Haklısınız.
Fi- Yapı stadyumunda maç olsa. Sizce o maç iptal olur mu? Ve oraya kaç kişi gelir.
Yani zevkler,eğlence ve günlük heyecanlar bu ülkenin gözlerine kadife perde gibi cuk diye inmiş.
Onun için Sayın. Onan “Dur Yolcu” ismini verdiği şiirinde şu dizelerle son verir hissiyatına:
“Bir harbin sonunda bütün milletin
Hürriyet zevkini tattığı yerdir”

Esas zevk budur.Ama kaybetmeden hiçbir şeyin kıymeti asla bilinmez.Bilhassa özgürlüğün.
Biz sadece bu gün dahi olsa; bize bu vatanı,özgürlüğü,seçme seçilme hakkını,hukuku,birey olabilme şansını tanıyan. Bunun olabilmesi için kendi hayatından çalan ve bunu gözünü kırpamayarak cesaretle yapan ninelerimize ve dedelerimize şükranlarımızı, aciz gözyaşlarımızı sunalım.

24 Ekim 2010 Pazar

Yıldızlar...

Evlilik çağına gelmiş bir kızın, ilk çıkan çeyizindeki dantel örtüsü gibidir aşk.
Özene bözene yayarsın…
Kırılsın,buruşsun, üstüne çay dökülmesin istersin.
Korursun.
Bir gece melteminde sessizce esen ılık rüzgar gibidir aşk.
Derine alamadığın ama nefesinle tüm içine soktuğun.
Şu anda nağmeler iniyor romantik gönlüme,
“Yıldızların altında.
Gözlerim kapansa da yıldızların altında”
Ne güzel yazmışlar sözleri.
Aşk da yıldız gibidir
Hep parlasın istersin,
Yıldızlara bakmak ne güzeldir.
Severim çokça yıldızları…
Dolu dolu güçlü durular ama hepsi aslında yalnızdırlar.
Sessizce dururlar uzakta.
Etrafa ışık verirler, ve sadece kendilerine ortaçağdan kalma bir kandil gibi…
Yıldızlar kayarken acı duyarlar mı acaba?
Yada bize mi öyle gelir? Mutlu mudurlar göklerde…
İnsan erişemediğine, erişemeyeceğine inandığı için mi ona öylece bakar durur…
Simsiyah göklerin aydınlık çehreleri yıldızlar,
İstisnasız hiç terk etmezler gökyüzünü.
Ne dolunaya aldırır.
Ne birkaç saat sonra doğacak güneşe.
Yıldızlar hep parlar
Yıldızlar hep ışıldar,
Sevmeyi bilen yürekler kadar.
Ümit yansıtır yıldızlar,
Umut verir, gözlerini ona çevirenlere…
Kayıp, gitmeyen güzel yıldızlar.
Bu gece de tüm güzel yürekler için ışıldayın.
Sen de benim yıldızım ol.
İster gökte parla
İster denizde çıkan
Ya da kolye de ki gibi taşlı.
En güzeli bayrağım da ki gibi hür ve güçlü.

22 Ekim 2010 Cuma

Yemeye Devam...

Neler oluyor ?

Tamam, çok iyi anladık.
Dünya değişiyor. Hızla gelişiyor.
Yarını değil bir sonra ki günü yakalamak telaşında dünya.
Peki, bizden önce yaşamış olanlar içinde dünya böyle değil miydi?
Elbette böyleydi.

1920’lerde doğmuş birinin,1970’lere vardığında gördüğü manzara.
Ya da savaş zamanı dünyaya gelmiş bir babanın evladına yokluğu anlatabilmesi nasıl zor ise bugün de böyle.

Yalnız o zamana göre bu zaman daha sıkı geçiyor.
Neden derseniz, o zamanlar kendi ülkemiz adına yazıyorum bu kadar dil,aile,kültür dejenerasyonu yaşanmıyordu.

Dil bitti.
Aşırı göç;bir özenti modası ile ne olduğu belli olmayan,üstelik çok paye eder bir olaymış gibi gittikçe yaygınlaşan televizyon kanallarında ki dizi çerçevelerinde de kullanılır olması tuz biberiydi.

Aile bitti.
Geçim derdi kadınları da çalışmaya yöneltti.
Eli para gören kadın farklı bir dünyayı keşfetti.
İnternet çıktı, erkekler karıları evde ev işleri ile meşgul iken; kendilerini sanal alemde mutlu ettiler.
Ev hanımları da aynı şekilde.
Bir de bunun iş dünyası tarafı var.
İş de flört arayışına giren erkekleri, kadınlar da izledi. Artık çalışıyordu, parasını da kazanıyordu.Kimseye muhtaç değildi. Sonra kocası da yeterince onunla ilgilenmiyordu.
Bir radyo karşısında veya mum ışığında sohbetlerle ömürlerinin altmış yılını bir yastıkta geçiren torunlar için bu hikayeler günümüz tabiri ile çok demode olmuştu.

Aşırı göç, bir arada nefes alabilmemiz için kaynaşmamızı gerektiriyordu.
Ne oksijen,ne karbondioksit olabildik. Pis nefesi dışarı atacağımıza içe, temiz nefesi attık.
Kaynaştık,kaynaştırıldık. Sağlıklı oksijen ile beslenemeyen damarlarda; temiz kan pompalayamadığı için arızalar çıktı. Çoğu sindi. Şu anda gerçekten nefes alamıyor.

Her şey değişti.
Kabul, dünya değişiyor. Hep aynı noktadan bakmıyoruz,gelişiyoruz ama değerlerimiz.
Oysa bir insan var olduğu, alabildiği değerler ile bir bütün daha doğrusu insandır.
Şimdi suni gündemler,diziler,hangi takımın hangi antrenörü gelmiş vs. gibi olaylar ile yatıştırılıyor. Vatandaş biraz daha presleniyor anlayacağınız.

Gıda işinde olduğum için,konuşmaya pek vaktim olmasa da firmayı ziyaret eden bir yetkiliye kafama takılanları sordum. Durum hiç de beyaz değil dostlar.
Hani bir zamanlar “Yerli Malı Yurdun Malı Bunu Herkes Kullanmalı”sloganı vardı. Ben ilkokuldayken böyle müsamereler tertip edilirdi. Herkes görevli olduğu ürünü anlatırdı.
Mesela elma ise ülkemizde nerelerde yetiştirilir. Nelere faydalıdır. Yemek yada pamuk gibi başka şekilde kullanılıyorsa,bunlar nelerdir? Tek tek anlatılırdı.
Doğum günü kutlaması gibi sınıf süslenir,kartondan taçlar ve çeşitli süslemeler yapılır. Birinci olana o taç takılırdı. Ve her öğrenci o gün evden ayrıca; kek,börek,çörek evde yapabilecekleri ne var ise tedarik eder getirirdi. Getiremeyen pastaneden kurabiye de alabilirdi. Sonra diğer sınıfların öğretmenleri gelir bakar, güzel eleştirilerini önce sınıf öğretmenine sonra öğrencilere sunarlardı.

Çocuklar böylece, öncelikle vatanını.
Vatanının nimetlerini;paylaşmayı,varlığı,birliği,bütünlüğü öğrenirlerdi.
Ne zaman ihtilal oldu,geçti. Ortaokula geçmiştim ilk Migros açılmıştı mahallede. Şimdiki gibi 2M, 3 veya 5 değildi.Amma...
Çeşit çeşit ürün vardı.
Şeker,çay,tüp için kuyruğa giren bir ülkenin yeni filizleri olarak; şahsen ben girdiğimde anlayamamıştım.Çok şaşırmıştım. Bambaşka bir dünya gibiydi içerisi ama ısınamamıştım tam,hala bazen düşünüyorum şu an bile alışveriş merkezlerinden pek haz etmeyişim bundan olabilir mi acaba diye.

Ucuzdu misal evden aldırmışlardı az biraz bakalım nasıl diye. Hiç unutmuyorum Danimarka peyniriydi değişikti tadı. Ben peynir manyağı olduğum için her çeşit peyniri tatmayı çok severim ama yine de alışamamıştım. Sonra da almadık zaten.

Biz, Çanakkale Ezine'den hiç şaşmadık. Damak zevkimiz odur.
Biz büyüdükçe özelleştirmeler ve varlıklaşır gibi görünüp aslında yoksullaşan bir ülkeye doğru gidişimizi,çalışmaktan pek çözemedik.Çalışıpta dünyayı da dönemedik zaten.
Çünkü bizim değerlerimiz vardı.Onlar ana-babamız gibi yıkılmaz kalelerdi.
Bu ülke sadece geçmiş dönemleri ile değil her döneminde yetişen çocuklarının geleceği ile kıyıma uğramıştır.
Bugün o beyefendi ile sadece beş dakika konuşabilme fırsatım oldu.
Lütfen işin içindesiniz bana eti bırakın yakında süt,süt ürünlerinde daha ciddi sorunlar yaşayacağımızı düşünüyorum. Birde biz sarımsağı bile ithal eder duruma geldik neleri ithal ediyoruz…
Şu bir defa yetişen domatesler doğru mu gibi sorular sordum.

Şimdi öncelikle yeni yapılan anlaşmalarda Süt Tozları ithal edilecekmiş ,süt yerine yani.
Bunların çoğu Çin.
Kalite belgelerinin bile taklitini yapan,mamalarının içine porselen maddesi koyan ülke biliyorsunuz,az çok okuyorsunuz.
Dünya da yasak bir takım tozlaştırılmış ürünler ama bizde serbest.

Sıkı durun bomba burada:
İşte tepkisizce, sessizce mutfağınıza / mutfağımıza giren ürünler. Bunları artık ;

ÜRETMİYORUZ…
AH ATAM .SEN KALK DA BEN YATAM Boşa dememişler…

Nohut İspanya
Kırmızı Mercimek Kanada
Kuru Fasulye Kırgızistan
Buğday Rusya
Toz Şeker Fransa
Ve elma bile,beş sene sonrası üretim hesaplanmış.Benim ülkemin çocuğu,yaşlısı,işçisi yiyemeden İngiltere’ye gidiyor. Çernobil çayları gibi kalanları biz yeriz nasıl olsa değil mi?
Sonra domates ve diğer tohumlar artık yok.
İsrail'den alınıyor ve birkez yetiştirebiliyorsun.Bizimkiler alıp ekmişler,ama böceklenmiş hepsi çöpe.Yetiştiremiyorsun yani.Öyle tasarlanmış ki mecbur almak zorundasın.

Allah bu ülkenin insanlarına yürek vermiş ama sanırım akılları çoğusun da eksik bırakmış.
Bu kadar aptallığa da müsaadeyi tabi ki çılgın olan yapar.
Yemeye devam…

17 Ekim 2010 Pazar

Bir Teselli Ver...

Teselli

Teselli, ne zor iştir.
Öyle eskiden bakkaldan alınan ve içinden seni bir anda güldürüveren ciklet çıkartmalarına benzemez.
En doğru ve tek kelimeyi o an söylemen gerekir.
O söz o karşı yüreğe değmesi gerekir.

Biraz önce anacığım arıyor,sesi bir tuhaf.
-Ağlıyor musun anne?
*Yattın mı, evrakı buldum, bu arada evlenme cüzdanı ile başka bir sürü lüzumsuz kağıt da çıktı.
Bugün anacığım ile bir tiyatro sonrası beraber yemek yiyip, kahve içip ona falını da baktıktan sonra babaevinden ayrılmışım. Ayrılmadan önce tesadüfen televizyonunun çalışmadığını görünce,kurcalamış ama servise haber vermem gerektiğini anladıktan sonra evime gelmişim.
Uzun zamandır annem evlilik cüzdanını arıyor ve televizyonun yani babam vefat etmeden önce aldığı son teknoloji ürünü televizyonun garanti belgesini ararken ki muhtelemelen geçerliliği artık yok o müthiş deftere ulaşıyor.
Ben çıkmadan önce radyoyu açmıştık onu dinleyecekti,hüzünlendi anlaşılan.
-Annecim geleyim alayım seni.
*Yok
(içini çeke çeke ağlıyor)
-Ne dinliyorsun Türk sanat musikisi mi?
*Yok pop ama çok güzel sözleri. Özlemişim deli adamı.(İşte esas mesele bu )
Babam sülale de biraz deli olarak anılır da. Yani aklına eseni yapan,yaptıkları genelde cuk oturan,mert, sözünü esirgemeyen, alt-üst tanımayan biriydi.Herkes önce insandı. Ve insanların en hayırlısı başkasına faydası olan derdi.

Yani herkesin korktuğu delileri sadece eve gelebilmek uğruna Eskişehir’den buraya akıl hastanesine elinde rakı şişesi ile gün aşırı ,otobüse bindiren sağ salim teslim edebilen tek polis.
Evlilikleri boyunca çok inişler çıkışlar olmuş. Çok anlatmıştır ve yaşamışımdır.
Neden çoğunlukla içkiydi tabi ve görevi.
Ama annem; huysuz bir kayınvalide,iki çocuk,gecesi gündüzü belli olmayan biraz ters ama onu seven bir adamla tam 38 yıl evli kaldı.
Bundan önce ki mahalle arkadaşlıklarını katmıyorum bile.
Her şeye rağmen sevgi doluydular.
Sancılı olsa da bir müesseseyi koruyabildiler.
Ekim sonu onların evlilik yıldönümü hala ben açar kutlarım, biraz ürkerek de.Çünkü annemi hislendirmek istemem bazen unutmuş gibi yaparım.Ama o hiç unutmaz.
Nasıl unutsun.
Şimdi ki gözyaşları da yalnızlığına,
Allah kimseyi yalnız bırakmasın.
Çünkü benden başka sık gelen yok. Arayan yok.
Bende hem delilik,hem huy bakımından babamın kızı olduğumdan artık ne ölçüp biçiyorsa.
Kah kavga ederiz, kah küseriz kah sarmaş dolaş oluruz çünkü o benim annem.
Şimdi ne söylesem teselli.
-Annem be seni de iki dakika yalnız bırakmaya gelmiyor.Neymiş şu televizyon tabi izleyemiyorsunuz dizileri başlıyorsunuz ağlamaya.
Gülüyor
Ohh biraz yani
Deliyi özlediysen ben buradayım merak etme.
*Evet seni bıraktı yerine değil mi(gülüyor)
İlla da kutlama istiyorsan ben sana pasta alırım (gülüyor)
Tamamdır...

Hayat, bazen kimin kimi teselli edeceği belli olmayan. Bir tarafın sürekli güçlü yıkılmaz bir kale gibi durmak zorunda olduğu. Kimi canlarımızı ölmeden toprağa bıraktığımız,kimini dualarla uğurladığımız ve bir an içinde yokluğu ile ateşlere düştüğümüz anlar silsilesi.
Kimin içinde ne tufan veya kaç yangın alevleniyor bilemiyoruz
Yaş altmışı birkaç basamak geçince de hiç bilemiyorsun, daha da hassassın.
O yüzden kendimi düşünmek bile istemiyorum...
İşin kötüsü, benim teselli için arayabileceğim bir evladım bile yok.
Ne yapalım…
Gülümsemek lazım her şeye
Şükretmek lazım aldığımız her nefese.

Yüzleşme

Bir kadın ve bir adam
Önü kıyıya bakan bir tren istasyonu
Peron 29
Nereye gittiği belli değil,
Zaten gidenlerin ve kalanlarında nereye gittiği,gitmek istediği belli değil.
Aydınlık kesimle,cahil kesimin ortak paydası hayatlardaki kaçışlar…
Herkes kaçıyor
Kimi dostundan
Kimi kendine bile açıklayamadığı kendinden
Kimi bekçiden
Kimi borç dan
Kimi geçmişinden
Kimisi geleceğinden
Bir istasyonda buluşuveriyor kaderleri.
Kimin doğru ve kimin yanlış olduğu repliklerde ortaya çıkıyor.
Bahsettiğim bir oyun
“Yüzleşme”
Bu dönemde böyle replikler,şaşırdım açıkçası
Üstelik Fatih’de sergilenen bir oyunda bu sahne dekoru muhteşem
Gar muhteşem tasarlanmış.
Ses ve ışık düzeni de aynı düzeyde.
Halatları uzaktan göremediğim için,oyun bitiminde tekrar öne gelip inceledim.
Çok güzel tasarlanmış
Oyun sırasından verilen dalga ve martı sesleri kendinizi deniz kıyısında hissedirecek kadar canlı.
Züleyha’yı oynayan Perihan Savaş o kadar asil ki. Sahne yi bastırıyor.
Bazı insanların doğadan gelen zarafetleri vardır o da bundan nasibini almış olanlardan.
Sesi,duruşu,bakışı hanımefendi. Hiç yaşlanmayan bir hanımefendi.
Yadigar’ı canlandıran ve oyunu yazan Arslan Kaçan ise muhteşem.
Koltuklar full dolu. Valla demek ki seyirci henüz öldürülememiş.
Çoluk çocuk herkes tiyatroda.
Her ne kadar tepkileri az olsa da,orada bulunmaları ve koltukları doldurmaları güzel.
Bence daha çok replik varsa da kesilmiş olabilir çünkü bir perdeye sıkıştırılmış gibi geldi.
Yine de mesajlar güzel.
Yolunuz tiyatroya, biraz sanat tadı almak için düşerse izleyin.
Muhteşem değil ama hayat kadar gerçek.
Güzel bir oyun. Emek verilmiş her şey alkışlanmaya değerdir

16 Ekim 2010 Cumartesi

Hemen Başlamalı...

Unutmuş gibi sözlerim...
Unutmuş gibi gözlerim...
Sanki hiçbir şey yaşamamış,
Hiçbir şey bilmiyor gibi beynim.
Sıradan,rütun,olağan.
Nasıl başlamak lazım yeniden,
Tencere alıp soğanları doğrayıp pembeleşinceye kadar kavurmak,
Hiç yemek yapmamış gibi günlerim.
Ne yemek yemek, ne yapmak istememek…
Sonunda unutturuyormuş bildiklerini.
Ben değilim sanki Belgrad da sabahın beşinde koşmaya giden.
Boğaz köprüsünde koşan.
Günlerce dans etse yorulmaz
Canlı,dinamik
Kaç kez dinledim başkalarını
Şimdi aynalar bile küs
Hangisi ihtiyaç ise o ütülenecek bugün de
Gülümseyerek uyanmıyor bu dudaklar,
Sevgi
Sözcüğü dışında unutulmuş tüm yaşananlar…
Kötü yaşadıklarımı delete ettim,
Sıfırdan başlamak için aynı kız çocuğunu arıyorum
Oysa babası da göçüp gitmiş
Ama miras bırakmış yüreğine
Her derdine ve her mutluluğuna
Huzur konma sırasıdır bu mekanlara
Yavaş yavaş usul usul damarlara zerk etmelidir mutluluk
Ve bu artık olmalıdır.
Kaldıramayınca gönül ağır geldiklerini beyninden otomatik silermiş
Hatırlamıyorum o yüzden
Dün de ne kaldı.
Hatırlamak da istemiyorum
Bana ne kaldı.
Huzur konma sırasıdır serçe yüreğime
Yavaş yavaş usul usul damarlara zerk etmelidir mutluluk
Ve bu artık olmalıdır.
Mutluyum,mutlusun,mutlular üçlemesi değil
Mutluyum hem de çok olmalıdır.
Ve bu artık olmalıdır.

Mutlu Olmak Herkesin Hakkı...

Bir vapurun hıçkırıkları, deniz köpüğüne gönlüne bağlarken yollara düştüm.
Oldum olası bir sevdiğim insan,bir sevdiğim Fenerbahçe dışında hiçbir bağım yoktur.
Karşı kıyı da acı anılarım olmuştur.
Bu sefer vapur tenha.Dünün korkunç yoğunluğu göz kapaklarıma inmek üzere.
Topu topu on ya da on bir yolcu Kadıköy’e geçmekte.
Kendimi huzura yolculuk yapar gibi hissediyorum. Hissetmek istiyorum.
Güzel havadisler almak istiyorum.

Doğum odaları rengarenk süslenmiş. Kapılarda pembe ve mavi süsler üzerine “hoş geldin….ismi” yazılı. Asansörde bana ismini zor lütfeden karamuk “umut” ile geliyoruz.
Ne güzel çocuk.MaşaAllah. Afacan, anneciğinin giydirdiği güzel kostümlerle sokağa çıkmış.
Bir çift elele,hanım hamiledeğil ama eşi de gelmiş doktor çağırdığında; kocası da ayağa kalkınca “sen değil ben gideceğim”diyor. Eşi çıktığında gülümseyerek” bitti mi” diyor.
Diğer hamile çift gülümseyerek bekliyorlar. İkinci bebeğe hamile hanım eşi ile orada,yanlarında kızları. Doktor hanım “ böyle çok tatlısınız ama büyüyünce olmadık insanları gösterip onunla evlenicem deyiveriyorsunuz mesela benim kız sünger bob ile evlenecekmiş” diyor. Hamile anne lafı patlatıyor “bence hiç evlenmesin”. Kadın bunalıma şimdiden girmiş olmalı.
Çoğu gülümsüyor ve elele,ne güzel.
Ben orada her zaman ki gibi yalnız muayeneye geçiyorum. Sabah yolda giderken ilk aklıma gelen şu zor kadınlık halleridir.
Yani evet biraz muhafazakârımdır ama o kadar değil. Yine de erkek doktora muayene olmak biraz rahatsız kılıyor insanı.
Rutin muayene sonrası açılmış yeni çiçeklerim ile bu kez esas yere iniyoruz.
Doktor mamografi almayalım biraz bekleyelim radyasyon yeni aldın diyor.
Ultrason için her zaman ki kata iniyorum full bebek kaynıyor. İnanamazsınız harika şeyler.
Sonra soyunuyorsunuz üzerinize bir kullanımlık bir örtü yatıyor ve bekliyorsunuz, en mahrem yerlerinizi göstermek üzere.
Öyle Fransız sahillerinde kumsala uzanmaktan bahsetmiyorum tabi Avrupalı yapabilir.Benim de müstakil bir evim olsa bahçemde havuza karşı yapabilirim belki. Ama flörtleri ile el tutuşmayan bir genç kız için bunlar biraz rahatsız ediyor bazen.
Erkek doktorlar bocalama jeli döküyorlar ve tarıyorlar.
Aman bu kez bir bayan düştü. Bocalama da dökmedi,lüzum oldukça. Yoksa her yerin vıcık vıcık jel içerisinde.
Sohbet ettik meğer ben evlendiğim yıl Cerrahpaşa’dan mezun olmuş.
Eski değerlerin kaybolduğundan vs.
Nasıl uzun sürdü, sıkıldım ama ne yapacaksın.
Aldık raporları çıktık tekrar doktora.
Yaşlılık zor zanaat riskler artıyor. Ve insan zamanında sahip olamadıkları için üzülüyor.
Çiçekler açmış yaşamaya devam.
Kontroller sıklaşacak.
Hala asansördeki erkek çocuk gibi içim umut dolsun istiyorum.
Sevgi sözcüğünü ne kadar çok özlediğimi düşünüyorum.
Bu kadar zor muydu oysa hayat.
Ne kadar yorgun olduğumu, başkalarını üzmemek adına hiçbir derdimi kimselerle paylaşmamaktan çektiğim ızdırapları. Aslında kimselere güvenemediğim için yaşamımın ne kadar zor olduğunu. Bir sürü bir sürü dalgalar.
Genlerin konuşuyor diyor doktor hanım.
Genler. Mendel kanunları bezelyeler.
Oysa ben bezelyeleri de severim.
Rahmetli babaannem, büyükbabam onu terk edip gittiği zaman bile onu unutmamış.
Her gün onu sayıklamıştı.Liseye geçtiğim zamanlarda, ona bir sürü çocuk veren ve karşılığında çok kötü ızdıraplar gören babaannemin; üst katına çıkan merdivenden
görünen pencereden hala onu beklediğini bilirim.
Ermeni soykırımını, Rus saldırılarını gören bir kadıncağız toprağı bol olsun beni çok severdi.
Sen bana benziyorsun derdi. Daha ilkokuldayken.
Onun yaptığı zulüm, Ruslarınkinin yanında hiç kalır derdi.Herkes bir yere gittiğinde bana muhakkak sen benle kal derdi bende kırmazdım. Başlardı anlatmaya. Çok sıkılırdım, çoğunu hatırlamıyorum bile dinler gibi yaptığım için. Aslında şu an bile müthiş hikayeler çıkardı.
Hayatı boyu zorluklar içerisinde geçen,tüm varlığı kız çocuk olduğu için erkek kardeşi üzerine kendi rızası olmadan geçirilen, aile fertlerinin rızası olmadan sevdiği adamla evlenen.
Ömrü boyunca çalışan ve ne yaptıysa tüm varlığı koca tarafından har vurup harman savrulan.
Ve hala onu bekleyen bir kadın.
Nasıl bir çiledir bu.

İnsan güzel düşünmeli.
Güzel görmeli.
Sevgi sözcüklerini kullanmayı çok seven insanlarla karşılaşmalı.
Bu aralar işin özü kendimi kötü hissediyorum.
Gerçek şu ki; gençliğimde düşlemediğim o beyaz atlıyı hangi parkurda bulabileceğimi düşünüyorum.
Önüme birkaç kapı konmuş. Ama ben bu kez yanılmadan doğru kapıyı tek seferde bulmalıyım.
Doktorun dediği doğruysa ki genelde şakkadanak ortaya söylerler.
Genlerini yaşıyor insan.
Rahmetli babam 65’ine girmeye bir hafta kala vefat etti.
Netice de görülüyor ki yaklaşık 20-25 yıl ömrüm kalmış olabilir.
O ömrü en güzel şekilde yaşamak, uçmak istiyorum.
Gülmeyin, uçmak güzeldir eğer doğru kanatlara sahipsen.