Hürriyet

7 Kasım 2010 Pazar

SÜREYYA...

Süreyya…
Güzel bir isim.
Bayana da erkeğe de veriliyor.Deniz gibi…
Eskiler takım yıldızlarının gerdanlığa benzemesinden dolayı bu ad ile anarlarmış.
Oysa benim gözümde ve genel anlamda taht sahibi adlar gibi gelmez mi?
Mesela Kraliçe Süreyya.
Sonu pek hazinli de olsa, güzelliğe ile adını gönüllere yazdıran Süreyya.
Ya da Orhan Veli’nin dizeleri gibi;
“Kim söylemiş beni
Süheyla’ya vurulmuşum diye”
“Sü” ile başlayanlar mı beynimizin üst kısmında yer ediyor. Nü, değil tabi ki.

Aynen Zuhal Olcay’ın baş ucu şarkıları gibi…
İstanbul’da yaşarken çoğu zaman şanslı olduğumuzu unuturuz.
Koşturmaktan,yorulmaktan ve bunların ağırlığı ile şikayet etmekten.
Oysa İstanbul. Medeniyetler başkenti.
Uğruna tahtlar yıkılan,kaç can feda edilen.
Hala taşı toprağı altın diye hücum edilen.
Metropol bir kent.
Karası ve denizi ile zengin.
Öyle değil mi?
Anadolu Kavağından…Kanlıca’ya.
Ortaköy’den…Cihangir’e.
Kumkapı’dan…Süleymaniye’ye.
Çemberlitaş’tan…Kapalıçarşı’ya.
Topkapı’dan…Dolmabahçe’ye
Zeyrek’den…Tünel’e
Kadıköy’den…Balat’a
Salacak’dan…Erenköy’e
Boğaz köprüsünden…Galata köprüsü’ne.
Yaz yaz bitmez…
Adalar’dan…Ada ya

İstanbul zaten bir ada.
Herkesin de kendine göre yaşadığı ve sindirdiği yahut sindirmeye çalıştığı bir ada.
Bu ada da yaşarken bazen ne ayıplar işlediğimizi düşünürüm.
Mesela,elli yaşına gelmiş ama hayatında Topkapı Sarayı’nı görmemiş,üstüne görmeyi de hiç arzu etmemiş bir insan ben düşünemem.
Hep derim tarihlerini bilmeyenler kaybetmeye mahkûmdur.
Saraylar iç açıcı gelmeye bilir herkese, doğrudur.
Ama avlusuna çıkıp da karşı kıyıya baktı mı hiç gözleriniz.
Veya kız kulesinin balkonundan; şöyle bir İstanbul’a.
Ayasofya da ki herhangi yüksek katlı bir restaurant’ın çatısından elinizde bir kadeh şarapla içtiniz mi şehr-i İstanbul’u.
Kare kare her semti ayrı leziz İstanbul’umuzun.
Onun için hala paylaşılamıyor, hala talep edilen.
Bugün bir ayıbımı daha örtmeye karar verip.
Kırk yaşıma basıp da nasıl olur da bu kadar sanat düşkünü olup, bir kez olsun ayaklarım kapısından içeri girmemiş diyerek;
Süreyya’ya vardım.
Burası Kadıköy Süreyya Operası.
Bugün dünyaca ünlü Sevil Berberi’nin galası var.
Sağ olsun dostlarım bana bilet ayarlamışlar.
1924 yılında o zamanın zatı muhteremlerinden, Süreyya İlmen yani Süreyya Paşa, Avrupa da ki opera salonlarından etkilenerek yaptırdığı fakat hep sinema olarak kullanılan ama Kadıköy Belediye Başkanı Selami Öztürk tarafından tam seksen yıl sonra eski formuna dönüştürülmüş.
Çok çalışıyor bu beyefendi hakkını teslim etmek lazım. Umarım uzun yıllar daha hizmet etmek görevi kendisine veya aynı zihniyet de bir başka görevliye nasip olur.
Süreyya Paşa ölümünden sonra Darülşafaka Cemiyeti’ne bağışlıyor ve ticari amaçla kullanıma başlıyor.
Yapıldığı günden beri hiç operaya hizmet verememiş bir bina iki yıl süren uzun bir çalışmadan sonra eski haline dönüştürülüyor.
Sis,kalabalık derken Fenerbahçe taraftarları ile birlikte boğaya doğru ilerleyip, Sevil Berberi Prömiyerini orijinal bir opera sahnesinde izlemek büyük bir keyif olacak diye düşünüyorum.
Antonio Rossini’nin varlığından sonra değerlenmiş eseri.
Dışı tam dokunaklı görünmese de bir opera binası olarak içerisi buram buram 1924 ve o ruhu yansıtıyor.
Mermer sütunlar,heykeller,sağ bölümde üzerinde Suzan Lutfullah ve altında şu notlar bulunan küçük bir heykel karşılıyor bizi:
“1909-1932 PRIMADONNASI
İLK TÜRK OPERETİ
İLK TÜRK PRIMADONNASINA KADIKÖY HALKININ
VE
SANAT ARKADAŞLARININ EBEDİ HEDİYESİ.
Sol bölümde yer almakta olan heykelde ise;
AYDIN GÜN
DEVLET SANATÇISI
DEVLET OPERA VE BALESİ KURUCUSU.
Sol ileri ki köşede bir heykel daha mevcut ancak kalabalık çoğalmaya başladığı için seçemiyorum uzaktan.
Kokteyl de başlayınca,kırmızı zemin üzerine mavi renklerle müzikteki sol anahtarı baskılı halı iyice halk ile bütünleşiyor.
Sağ ve solda ki merdiven başları hınca hınç dolu.
Bir otobüs dolu Alman vatandaşlar geliyor.İlerleyen dakikalarda İtalyan ve sanatçıları.
Şık hanımefendiler en güzel giysi üzerine kondurdukları inci kolyeler ve yanlarında papyonlu beyefendiler.
Tuvalet alt katta iki kişinin geçmesine müsaade etmeyecek kadar dar,bir mahzene iniyormuş edası var.
Bir üst kat kapalı ama orada da etkinlik zaman zaman yapılıyor olmalı,gezdim biraz masalar falan var.
Ve sahne.
İçerisi muhteşem!
Herkes hayranlık içersinde pürtelaş fotoğraflarına sarılmış vaziyetde.
Tek Japon ben değilmişim.Avrupalı tarafım ağır basmış gibi.
Yani Avrupa da mesela bir Prag veya operanın doğuş yeri İtalya’da böyle bir yere gitmeye kalksanız bir kere yaklaşık bir yıl önce bileti temin etmeniz gerekir. Üstelik çok ciddi paralara bu sanata erişebilirsiniz.
Loca kısımlar vs harika
Sahnenin üzerinde altın dökme üzerine sağ da bayan,sol da erkek çıplak heykel yer almakta.
Sahne kısmının tam üzerinde kalan bölümde ise toplam 23 adet elele tutuşmuş halay çeker vaziyetde yine çıplak rölyef mevcut.
Neden 23 o zaman için bir manası var mıdır,bilinmez.
Ses tiyatrosu,Emek sineması gibi daha minyonu bir salon.
Tavan işlemeleri muhteşem.
Orkestra şefi ve sahneye koyan dışında ekipteki herkes Türk.
Emek bizde yine.
Işık dan ,kostüme,ses tekniğinden,repartuara Türk
Ama seyirci değil.
İşte sanat damarımızın ne kadar kopuk olduğunu gösterir en güzel örnek.
Yaklaşık sanırım on kez bis yaptılar.
Önümdeki Fransız aile de şaşırdı.
Ben tabi Bravo diye bağırınca herkesle birlikte korkmuş da olabilir.
Biz duygulu insanlarız dışa gösteririz ve emek verilen her şey ayakta alkışlanmalıdır.
En çirkin bulduğum oyunu bile sanatçısı sahneye terk etmeden ve onu alkışlamadan şimdiye kadar o salonu terk etmedim.
Emek,yüce bir şeydir.
İster tarlaya soğan ek,ister oyun yaz,ister oyna.

Bence sizler de düşünün klasik müzik sevmeyebilir, adam ya da kadınların boğazlanıyor hissini uyandırabilir düşünceleriniz ama atmosferi hissetmek lazım.
Hayat sadece, kapınızın kilidini açıp. Giyinip,markete gitmek.Bankaya faturaları yatırmak.
Denize girmek için yazı beklemek, banyoda keyif yapmak için kirlenmeyi beklemek veya bu bana daha çok uyuyor olmalı;;salıncağa binmek için bir daha asla çocuk olmayacağınız hüznüne kapılmak değil.
İstiyorsan bin.
Sallan, ben hep öyle yapıyorum.
Utanılacak hiç bir şey yok.
Utanılacak şey; bunları keşfedememek biraz.
Biraz görememek. Yaşayamamak.
Aslında;
Biraz çocuk bakmak, biraz büyük.
Ve en çok sevmek…
Benim tek Süreyyam o da Abidin Dino ile girdiği iddia ile soyadındaki “y” yi kaybeden;
Büyük Üstad, kelime ve zihin üstadı şair,ozan yürekli adam Cemal Süreya.
Ne diyor:
"Sevmek ne uzun kelime!"

Günümüz, gönlümüz, sanat,sevgi,kültür yağmurları ile hep dolu dolu ıslansın ki içimiz ve ruhumuz aydınlıklar ile beslenebilsin.


NOT: Fotoğraflar bloga olmadı. Ayrı bir e posta ile size ileteceğim.

Hiç yorum yok: