Hürriyet

29 Kasım 2010 Pazartesi

LODOS BİLE KURTARAMAZ ARTIK...

Sezen’der ki ;

“Uzanıp Kanlıca’nın orta yerinde bi taşa,
Gözümün yaşını yüzdürdüm Hisar’a doğru.
Yapacak hiçbir şey yok gitmek istedi gitti.
Hem anlıyorum hem çok acı tek taraflı bitti.

Bi lodos lazım şimdi bana, bi kürek, bi kayık
Zulada birkaç şişe yakut yer gök kırmızı.
Söverim gelmişine geçmişine ayıpsa ayıp.
Düşer üstüme akşamdan kalma sabah yıldızı

Ah İstanbul İstanbul olalı
Hiç görmedi böyle keder
Geberiyorum aşkından
Kalmadı bende gururdan eser”


Evet, kalmadı eser.
Eserleri katletmeğe nasıl da meyilliyiz.
Daha bir hafta olmadı bir Avrupa Şehrinin 1700’den düşen sapasağlam taşlarına dokunalı.
Nasıl da yaşam vardı şehrin, bir ucundan bir ucuna…
Sadece bir tarihi dokunun çatısı yanmadı,
Orada Erzurum’dan lastik ayakkabılar ve kasketiyle ilk göğe baktığında sırtını dayamıştı Osman Efe.
Yepyeni başlangıçların hülyasının basamağı o taşlar.
İçe oturan çıkamamış hayaller tufanı.
Ve Nazlı gelin, yitireceğini bilmeden tüm hayat çizgisini buraya hayran kalmıştı.
Telli duvağıyla.
Şerif Dayı bir düğün dönüşü yavuklusu ile hemen tuvaletin yanında ki eski restaurant da içki içmişlerdi gizlice.

Kaç gözyaşına
Kaç sevince şahitlik yapmıştı, Haydar Paşa iskelesi.
Kadıköy’e doğru varırken solda inerdi yolcular.
Vapurdan sarkan öğrencilerin şen kahkahaları ile canlanırdı Haydarpaşa.
Ve her sabah öğretmen Mehmet Bey’in gazetesi ile günaydın derdi güne.
Karşılayacağı ve belki de bir kez görmekten öteye gidemeyeceği bu insanları taşımaktan hiç bıkmadı.
Hiç yüksünmedi, terk edilişinden.
Değerini bilecekler elbet vardı zaten birileri hep imza toplamıyor muydu onun için.
Onun illa çalkalanması gerekmiyordu ki kendini ispat etmesi için.
O görkemli duruşu ile İstanbul’un naz-ı endamıydı.
Hiçbir dedikoduya paye vermedi.
Hep dimdik durdu.
Hep gülümsedi
Ta ki o son güne kadar.
Bizler sözde İstanbul’ lular.
Gözlerini kapayıp yaşayanlar ya da benim gibi ciğerini yanarak öylece dili tutulanlar.
Bir güzelliği daha kaybettik.
Çıkarın eski siyah beyaz filmleri.
Bakın bakalım,
Çengelköy’e, Anadolu Hisarına.
Prens Adalarından, tam karşı istikamete bakın bakın iyi bakın.
Sadece bir minik kuzunun otlayabileceği kadar bir yeşillik kalmış mı?
Hangisi Arap’a gitti?
Hangisi müteahhide?

Çok değil mi bize…
Haklısınız,
Çünkü,
El de avuçta gani…
Mesela Kız Kulesi de çok.
Anadolu Kavağı da
Pier Loti.
Çemberlitaş
Ayasofya
Kapadokya’dan çıksak, Selçuk Meryem Ana’ya kadar her yer harap.
Her yer kazılmış, dökülmüş,yıkılmış.Kilise içleri ile dolu.

İşte onun için Büyükada’nın Yetim Hanesinin tapusu bugün onlara göre esas sahiplerine ulaştı.
Bu topraklar,tüm gelip geçen medeniyetler üzerinde bir tek biz miyiz Allah aşkına bu kadar ruhsuz,bu kadar duyarsız…

“Yanarım yanarım tutuşur yanarım…
Kavurur ateşim,seni de beni de BELALIM…”

İSTANBUL’un belasıdır bu bilinçsiz insan müsfetteleri…

Hiç yorum yok: