Hürriyet

31 Ocak 2011 Pazartesi

İyileşmek...

Neden
Neden,her güzellik ardında bir hoşnutsuz yaşama durumunda kalıyorum.

Bir şey varsa güzel kılan ortamı,akabinde tam zıttı olaylar geliveriyor.
Böyle olmasını düşünmüyorum bile, kim ister ki.

Kelimeleri bir araya dizebilmek bir yana,
Koluma kaldıracak takatim yok.
Su firmasının telefonunu bulamıyorum.
Bu da eskinin kalıntıları, yeniye uyumsuzluk işte.
Kartı da kaybolmuş, damla su yok.
Yataktan kalkmaya halim yok ama bir damla su istiyorum.
Halbu ki Ankara’dan gelen yeğenimle parti yapacaktık.
Hepsi hayal oldu.
Anneciğim arıyor:
-Ne oldu?
Bilmiyorum annem sabahtan beri istifra ediyorum. Su bile içemiyorum.Böyle bir halsizlik.
Sürekli uyumak istiyorum.Yorgunum ama bu kadar da değil.
Ben gelemeyeceğim yalnız giderken bana su söylermisin
Ana yüreği işte,
Geliyor,suyu söylemiş.Çorba yapmış. Biz onlara zaman ayıramazken onlar bize her zaman el pençe divan.
Bir yandan da konuşuyor; bak yine burayı dağıtmışsın. Bak iyileş te toparla şuraları.
-Annem,gel boşver onları.Saçımı sevsene biraz.Biraz sarılayım sana.
Ne oldu?
-Hiç ! Sadece başımı sev.
Hiçbir şey duymak istemiyorum.Konuşmakta.
Annem gidiyor,sanırım kendi kendimle cebelleşiyorum hala.
Bitmedi gitti.
Çok yorgunum.
Ne işi düşünmek ne başka bir şey istiyorum.
Gel,Paris’e gidelim deseler canım çekmiyor…
Hele hele 2 gün aç karnına öğür öğür. Gözüm kendimi bile görmüyor bu aralar.
Nasıl işe gideceğimi düşünüyorum, hak etmediğim bir yerde yaşam için var olma durumu.
Neden insan hayatında yanlış tercihler yapar?
Neden kendinden önce insanları düşünür?
Yoruldum.
Ne oldu da yoruldum onu da çözemiyorum.
Birikti sanırım her şey.
Bu aralar,
Evimden,işimden,hayatımdan her şey den yorgunum.

Geçen akşam rahmetli babamı gördüm.
İlk kez ondan kaçıyordum.
Onu görmek istemiyordum.
Merdivenlerden iniyorum uzaklaşıyorum ondan,
Ondan kaçarken bu kez diğer basamakta rahmetli amcamı görüyorum.
Sonra babacığım diyor ki :
-Sabret. Az kaldı. Yakında kavuşacağız…
(Ay olarak söyledi o da bende kalsın)

Neden çok yorulduğumuzda,
Gözyaşlarımız artık içimizde saklanamadığında onları görürüz.
Gerçekten ne demek isterler.

Geçmiş zamanlarda bir dostumuzun yanında bir şey söylemiştim.
Bir gece rüyamda görmüştüm beni almaya gelmişti. Çok bunaldıysan gel benle dedi
Elini uzattı.
-Biraz daha işim var dedim.
Uyandığımda sanki yanı başımdaydı.

Gerçekte bizi görebiliyorlar mı acaba?
Kızını mutsuz görüyor olmalı. Çok sevdiği biricik kızını almaya geliyorsa,yapacak bir şey yok tabi…

Her şeyin bir nedeni vardır…

İyileşebilmek umuduyla…

28 Ocak 2011 Cuma

Yağmur ve Dans

Akşam iş dönüşü marketten alışveriş yapıyorum.
Raflarda renk renk ürünler
Bir tanesi acayip dikkatimi çekti.
Üzerinde aynen şu ibare “ yağmurda dans”, “menekçe ve sedir ağacı kokulu”
Vaw…
Sanki parfüm reyonuna geldim.
Alt tarafı çamaşırlarımız için bir detarjan.
Elim pakete doğru giderken, gözümün önüne çocukluğumdan kalan bir film karesi geliverdi.
Etkilenmiştim filmden,belki de o yüzden yağmurlara düşkünlüğüm.

“ I’m Singing In The Rain”
Ne güzel dans ediyorlardı.
Yağmur şakır şakır.
Siyah beyaz bir film karesinden,çocuk düşler.
Böyle bir film ile başlamıştı, Sinatra’ya da aşkım…
Henüz ilkokuldaydım o muhteşem ses ile büyülendiğimde.
Ondan mı arıza kaldı ruhumda bilmiyorum ama bir şeyler oldu bende.
İyi de oldu.
Duygu iyidir. Ne kadar insan olduğunu gösterir.
Kasa da ki görevli hanım,
“ Ne aldınız böyle ne güzel bir koku” deyiverdi.
-Bilmem, ben yağmuru aldım. Burnum tıkalı duymuyorum demek ki doğru tercih.

Yağmurlarda ıslanmak ahmaklık değildir.
Yağmur, su damlasını dokuna almak.
Hissetmektir hayatı.
Yağmur, toprak ile kaynaştığında verdiği ibretlik kokudur.
Hissetmektir hayatı.
Yağmur,doğanın aşkıdır.
Yağmur,bereketsiz toprakların panzehiri.
Yağmur,avuçlarımızda bir yudum sudur.
Kana kana içmek isterken kaybolup giden oluklar gibi.
Yağmur, heyecandır…
Yağmur
Yaşanırsa anlaşılır.

PİYANO

Tam,
Ada yı düşünüyordum….

Onun üzerine yazı yazmayı,
Birden gazetenin başlığını gördüm “sonunda bulundu”diye.
Suçlu bulunmuştu.

16 yaşında bir genç,
Sanat okuluna giriş için planlamıştı tüm bunları.
Balıkçı teknesine koydum diyordu,
Gerçekten doğru olabilir miydi? Alınan bilgiye göre 350 kilo olduğu belirtiliyor.
350 kiloluk bir PİYANO Miami sahilinde.
Onun bu etkinliğinin, sanat okuluna bir faydası olur mu tam olarak bilemiyorum ancak benim ruhumda çok güzel bir iz bıraktığı kesin.

İstisna bir durum tasarlamış.
Daha doğrusu hayal etmiş ve yapmış.
Deniz ve Müzik.
Notaların, kıyı ile dansı.
Kumlar deniz ile öpüşürken ayışığı altında,piyanonun o büyülü sesi yankılanıyor olacak.
Ada da,sahilde,denizde ve tüm okyanusta…

O ıssız ada durumunu yaşamak isterdim o piyanoyu gördükten sonra.
Ne alırsın yanına? Deseniz.
Hiç düşünmemiştim ancak cep telefonumu almam bir kere.
Enerjisi hiç bitmeyecek bir radyo olsa yeter diyeceğim ancak bir piyano söz konusu ortada.
Belki doğru notalara basmayı öğrenir duruma getirirdi beni.
Ot bile kemirebilirim bu enfes doğa da.
En çok çayı ararım mesela.
Muhakkak bir kuş olmalı diye düşünüyorum.
Bir güneş ve ay.
Yeter de artar bile.
Her yer ummansız senin.
Ne güzel bir duygu.
Şu an yazarken bile o havayı hissettim.

Geçen gün Miami sahiline bırakılan ve şimdi kimin tarafından bırakıldığı bulunan bir piyano.
Ne güzel şeyler düşündürdü bana.

İnsanın ne güzel bir doğasıdır hayal etmek.
Uçmayı düşlemek gibi
Denizde yürümek gibi.
Kimsesiz bir ada da özgürlük güzel bir ibadet.

Sahte Yüzler...

Birbirini sevmeyen yüzler gördüm dehlizlerde.
Karanlık kapkaranlık…
Sahte yüzlerinden bin bir suretle yüzleşmekte.
Yalan
Her şey (leri) yalan…
Düşmeye gör;
Savunmasız…
Yüzleri gibi yürekleri de mayasız…
Kaç saltanat geçmiş bedenlerinde,
Kimin ahı kalmış gözlerinde.
Düşmeye gör;
Savunmasız…
Yüzleri gibi yürekleri de mayasız…
Nefret ettikçe,
Yalandan hileden
Doğuverir ufkuna yeniden taze fidan gibi
Kaç kez soyulmuş denizleri…
İnsan,
Çeşit çeşit
Suret suret
Bin bir yüz gizli ruhlarında.
Aynaya bakamaz onlar,
Küstür geçmişiyle
Düşmeye gör
Savunmasız…
Yüzleri gibi yürekleri de mayasız…

SEVMEK...

Sevmek…

Sevmek, ne güzel
Ve ne kadar güçlü bir duygudur.

Kimisi sevmekten öldürür,
Kimisi sevememekten yok eder…

Bu kadar zor mudur? Sevgi sözcüğünü kullanabilmek.
Yani dalsan içine boğuverecek gibi mi sanır insanoğlu.
Kimi:
-Yaw ne gereksiz şeyler bunlar seviyorsam seviyorumdur.
Durmadan söylemeye ne gerek var.
Deyiverir…
Kimi:
-Eee biliyorsun ya kaç kez söyleyeceğim
Pardon,neyi biliyoruz…

Sokrates der ki :
“ Bildiğim tek şey hiçbir şey bilmediğimdir”.

Fazla söze gerek yok diye düşünüyorum.

İnsan, insan ise eğer sevgisini vermeli.
Gösterebilmeli
Açık açık ifade etmekten sakınmamalı.

Düşünsenize,
Toplu taşıma araçlarında,sokakta,vapurda,iş yerinde…
Her yerde ne kdar farklı konuşuyor ne kadar farklı kelimeler sarf ediyoruz.
“Sevgi”adına işlenmiş bir nakış,göz emeği yok.
Çünkü,vermeyi bilmiyoruz.

Oysa,
Sabah bir dosta “günaydın”desen bir tebessümle kesinlikle gününe bir ufak ışık açacaksın.
Ne merhaba
Ne sevmek
Ne dokunmak
Ne konuşmak

İnsan,sadece
Yiyiyor
İçiyor
Afedersiniz burada yazamayacağım, yediklerini haliyle fiziksel olarak imha etmek durumunda.
Ve tüketiyor.

Her şeyi…
Hayatlarımızda ki her şeyi tükettiğimizin farkında mıyız acaba?
Kaç gece kafanızı yastığa koyduğunuzda “bugün sevgi” adına ne yaptım dediniz.
Hiç ! değil mi. Kocaman bir hiç.

Daha sabah aynada,yüzünü yıkayıp da baktığınız andan itibaren kendinize bile tebessüm etmiyorsun ki dışarısı hak getire…

Ve yaşam dönüyor maalesef sevgisizlikler üzerine…

27 Ocak 2011 Perşembe

ANTİ...

Anti

Karşı taaruz mu bu nedir?

Geçen günkü kar sefasından mı yoksa yerleşip kalan bir üşütmeden mütevellit mi bilinmez bir şekilde boynumdan kulunçlarıma inen şiddetli bir ağrı nüksetmişti kaç gündür.

Ne kafamı eğebiliyor ne çevirebiliyordum.

Geçen gün kardeşimle buluşunca bana “ çantamda hep bulundururum kas gevşetici yarısını iç, iki güne bir şey kalmaz stres ve üşütme ondan olmuştur” dedi ,verdi.

Alırken sordum:
-Kas gevşetici değil mi? Yan etkisi falan var mı?
--Yok yok hiçbir şey yok rahatlatıcı.
Ne bilim aldım ben.

Aslında hiç içesimde yoktu ya, ağrım çoğaldı yatakta boynumu koyamıyorum yastığa duramıyorum.
Neyse sabah iş de aldım yarım.
Biraz böyle mide bulantısı hasıl oldu,yemektendir dedim.
Dün akşam yatmadan önce aldım.
Sonra kardeşim ile telefonda konuşurken bana : “ Yok sakın gündüz alma uyursun herkeste farklı tesir ediyor”
-Nasıl yani dedim. Bu kas gevşetici değil mi?
--Yani hem o hem ANTİDEPRESAN!
-Yaw,aşk olsun sordum üstelik niye veriyorsun bana.Ondan dilim damağım kurudu bir tuhaf hissediyorum kendimi.Vücudumda bir şişlik.
Ciddi bir şekilde kalp çarpıntısı oldu. Ellerim bacaklarım güçten kesiliyor gibi.
Bir iştahsızlık.
Gece yarısı zıpkın gibi uyandım. Dön oraya dön buraya kalksam kitap mı okusam internete mi baksam.
Ne yapsam. Sabahı sabah ettim. Söz de kas gevşetecektik!

Bir mide bulantısı ,koku hassasiyeti.
Eee bünye hassas olunca tepkiler de farklı oluyor dolayısı ile.
Sonra anladım bizim hemcinsler (lütfen kusura bakmayın gerçekler acıdır) bunları kullanınca birden zayıflıyorlar. Bırakınca da eskisinden daha farklı hala yeniden dönüyorlar.
Önce kendilerinde bir hoşluk güzellik hissediyorlar sonra kendilerine güven geldiğini düşünüp zayıfladıklarını.
Hayatın artık mükemmel olduğunu.
Kardeşimin dediği gibi bunu kullanınca yapılan istatistiklere göre ; ilk gördüğüne aşık olma durumu da varmış.
Hay diyeceğim bana kastın neydi ? Kardeş !
Ya çöpçüyü görsem sabah sabah…

Şaka bir yana,
Ne sanal bir iştir bu.
Babamı kaybettiğimde bile zorla bir şurup içmiştim bitki özlü. Uyumak için.

İnsan kendine nasıl böyle bir kötülük yapabilir?

Hayat da yarası kapanmayan hiçbir acı yok.
Eninde sonunda geçiyoruz tüm yollardan,
Yollardan topladığımız taşların değerince kurduğumuz ev ya sağlam ya ilk rüzgar da dökülecek türden oluyor.
Hal böyle iken ne lüzumu var gereksiz yapı malzemesine.
Kiremitleri enine değil de boyuna dikmeye.

Ne ararsan önce kendinde ara…

Çık yağmurda ıslan
Kokla havayı otu
Al sana ANTİDEPRESAN.

Çocukla çocuk ol
Atla zıpla gül
Al sana ANTİDEPRESAN.

Yağmurda camın önüne ya da bahçeye otur
Al eline bir bardak demli çay
Düşün çocukluğunu
En güzel an.larını hayatındaki
Al sana ANTİDEPRESAN.

Papatyaları koparma ama sev
Ağaçların gövdelerine dokun, konuş onlarla
Bir şiir yaz kendine
En güzel şiirleri kendin için yazılmış gibi söyle
Yak gibi türkü en içten
Ağlamak geliyorsa içinden doya doya ağla
Ve gülmek geliyorsa
Kahkahalarla gül
Tutma
Tutulmaların
Günbatımı,Dolunay gibi gerçek olsun
Gerçek sevdaya yakın
Sevgi nağmeleri döşe gönlünden tüm canlılara
Bundan daha güzel ANTİDEPRESAN olur mu?

Lütfen dostlar;
FABRİKA AYARLARINIZLA OYNAMAYINIZ.

KAR...

Erzurum
2011 Kış Olimpiyatları.

Devlet,öğrenci elele.
Halk da kar ile...
Gençler için güzel,
Ülkemiz için güzel,
Bembeyaz karlar...
Güzel bir gelecek vaadetiyor hatta.

Hergün
Evet evet her gün canlı yayın yapılacak.
Zaten Allah’dan kar gece yağdı yoksa yapayı ile ne kadar olurdu kimbilir?
Neme lazım dünya bizi izliyor şu an.
Gazetelerde,iletişimin her sahasında haber akıyor her konuda her düzlemde.
Bembeyazlıklar,hep beyaz kalsa.

Bu da bir haber,
Ve güzel ülkemin makuz kaderi.
Değişmez yazgısı köy kadınımın...

2011
Değişmiyor değiştirilemiyor...

Şarkı da ne der:
“Karlar düşer
Düşer düşer ağlarım”

Hani günlerdir İstanbul'a kar geldi.
Kar kapıda,
Kar Tekirdağ'da
Kar şimdi Beylikdüzü'nde
Geçtiler ya manşet manşet.


Aynı günün iki haberi konu aynı KAR :
Şu anda Erzurum da da kar yağıyor ama güzellikler için.
Dilerim ülkem için hep aydınlık ve güzellik dolu başarılar okunsun.

A.A

“Bingöl'de meydana gelen çığ faciasında kar altında kalan 8 aylık hamile kadın ile eşi hayatlarını kaybetti.
Sabah erken saatlerde ikamet ettikleri Solhan ilçesi Mutluca köyü Yukarı Yayıklı mezrasından Bingöl'deki hastaneye gitmek üzere yola çıkan İsmail Gülen ile eşi Fatma Gülen, Mutluca köyü ile Çobantaşı köyü arasında bulunan patika yolda yürümeye başladı.
Çobantaşı köyüne 5 kilometre uzaklıktaki Kert Sırtları bölgesinde çiftin üzerine çığ düştü. Hamile olan Fatma Gülen'in sancılarının başlaması üzerine yaya olarak Çobantaşı köyüne kadar yürümeyi ve sonra Bingöl-Erzurum karayolundan
geçen araçlarla Bingöl Doğum ve Kadın Hastalıkları Hastanesi'ne gitmeyi planlayan çiftten uzun süre haber alamayan köylüler, bölgede araştırma başlattı.
Çığ düştüğünü fark eden köylülerin saat 11.35 sıralarında haber vermesi üzerine Bingöl'deki kurtarma ekipleri harekete geçti. Köylülerin ihbarının ardından Bingöl İl Jandarma Komutanlığı, İl Afet Acil Durum Müdürlüğü, Bayındırlık Müdürlüğü, Sağlık Müdürlüğü ve Arama Kurtarma Derneği (AKUT) Bingöl Birim ekipleri de bölgeye hareket etti.
Eşini hastaneye götürmek üzere yola çıkan yeğeni İsmail Gülen'in çığ altında kaldığını duyan Hacı Fevzi Gülen ve iki arkadaşı da çığın düştüğü bölgeye gitti. Olay yerine ilk giden amca ve yanındaki arkadaşları, ikinci bir çığ felaketine maruz kaldı. İkinci çığda kar altında kalan Hacı Fevzi Gülen, yanındaki iki arkadaşı tarafından kurtarıldı.
Olayın ardından bölgeye giden köylüler kendi imkanları ile arama çalışması başlattı. Bingöl-Erzurum karayolundan 5 kilometre uzaklıkta bulunan bölgeye giden köylülerin yaptığı 3.5 saatlik arama sonucunda, İsmail Gülen (25) ve 8 aylık hamile eşi Fatma Gülen (21) ölü olarak bulundu. Köylüler kar altından çıkardıkları cesetleri sırtlarında taşıyarak bölgeye gelen arama kurtarma ekiplerine teslim etti. Kurtarma ekiplerinin arasında bulunan doktorların yaptığı müdahale sonucunda İsmail ile Fatma Gülen'in
öldüğü, 8 aylık bebekte ise zayıf nabız attığı tespit edildi. Ekipler, anneyi Bingöl Doğum ve Çocuk Hastalıkları Hastanesi'ne kaldırdı ancak yapılan tüm müdahalelere rağmen bebek de kurtarılamadı”

26 Ocak 2011 Çarşamba

Dinliyorum...

Sevgi
Güzellik
Ve
Berraklık
Bir piyano sesinde bütünleşiyor olmalı.
Uzaklarda çok uzaklarda bir yerlerde kalmış eski savruk rüzgarların,kırılgan yaprakları gibi düşmekte tek tek notalar yüreğime.

Beni alıp götürüyor, ruhların sessiz köşesine.
Nasıl da ihtiyacım varmış oysa buna.
Nasıl da unutmuşum bende ki “ben”olmayı.
Şimdi,ondan mı bu gözyaşlarım.
Bir müzik nasıl da sarıveriyor içimi.

Düşlerin en itinalısı ruhuma yansıyan,
Çok yorulmuş olmalıyım
Çok birikmiş yapılamayan işler.
Uzun bir vadinin ortasında boylu boyunca dinleniyor ruhum şimdi bu dingin namelerde.
Hangi aralıkta ayaz yedi ruhum.
Ben,beni nasıl unuttum.
Nasıl bu koşuşturma içerisine atıverdim kendimi.
Herkes mutlu olsun derken mi tüm bu olanlar?
Ya elde avuçta kalanlar,
Boşa geçmiş bir ömrün düşüşleri mi yoksa yeniden dirilişi mi?
Notalar çocukluğumda balkondan gözlerimi kapayarak kokusunu içine çektiğim yağmur damlaları gibi iniyor yorgun ruhuma.

Ben,beni nasıl bırakmışım.
Güzel bir uyku zamanı gelmiş olmalı.
Tüm koşuşturmalardan uzak
Susmayı bilmeli biraz sanırım,
O kadar unutmuşum ki
Ben,beni duyamıyorken yüklemişim tüm gelenleri
Neye geçmiş,nasıl geçmiş ,ne olmuş
Nasıl yapmışım? Bilmiyorum…

Sadece şu an huzurluyum.
Notalara içime işlerken.
Sükun ve dingin.
Çokca incinmiş,koşmuş koşmuş tekrar dirilmiş
Biraz uyu ruhum

Biraz dinlen artık
Beni duyduğunda notalarda eşik edecek
Söylenecek bu en güzel şarkıya
Biliyorum
Dinliyorum…

Okyanusa Varmak...

İş dönüşü farklı yoldan geldim bu akşam.

Göreceğim vardı demek ki.

Hani Erol Evgin’in sesinden dinlediğimiz;
Rahmetli Sevda şairi Behçet Necatigil’in dizelerinde ki şarkı gibi oldu tam:
“Hani bir sevgilin vardı
Yedi sekiz sene önce,
Dün yolda rastladım
Sevindi beni görünce.

Sokakta ayaküstü
Konuştuk ordan burdan,
Evlenmiş, çocukları olmuş
Bir kız, bir oğlan.”

Kimsenin sevgilisini görmedim, lise arkadaşımı gördüm.
Sıkı sıkı sarılmışım.
Saçların sarı olmuş ama hiç değişmemişsin. Aynısın dedik birbirimize.
Oysa ki aynı olan sadece o sıralarda kalan anıcıklarımızdı …
Kim söndürdü o renkli yazlık sinema ampullerini?
Kim patlattı bizden habersiz tüm balonları?

Ben faturalarımı düşünüyordum,ne zaman rahata kavuşabileceğimi.
O da iş den dönüyordu,
Kızını evde bırakmış.
Yorgundu ama yorgunluğu iş değildi sadece.
Eşinden ayrılmıştı.
Yedi yıl arkadaşlık oniki yıl evlilik ve dokuz yaşında bir kız çocuğu.
O anlatırken dinledim dinledim…
Dinlerken;
Bahçedeki şen kahkahalarımız ve bir dersin sınavı yüzünden kaygılarımız geldi aklıma.
Gülümsedim sadece.
O anlattı.
Dinledim dinledim…
Sadece.

Değişen neydi?
Biz den giden giderken bize bir şey katmak için mi gidiyordu?
Yoksa biz mi gönderiyorduk farkında olmadan.
Kadınlar genelde sevmekten başka bir şey yapmıyor muydu yahut yapamıyor muydu?

-Neyse ki şanslıyım bir çocuğum var ya olmasa.Dedi.
Dinledim dinledim…
İnsan zaten yalnız değil miydi?
Tüm bu ayrıntılar okyanusunda kaç damlaydık biz çaresiz.
Biz de olanlar hep gitmeyecek miydi?
Yahut hep kalabilen var mıydı?

Ve insan yalnızlığının bütünlüğüne kavuştuğu an aslında özgür ve mutlu mu olmalıydı?

Bizden isteyerek yada istemeyerek kopup gidenler belki de bir dönüşüm için gerekliydi.
Stabil bir yaşamdan kurtulmak ve kendimizi biraz daha tanıyabilmek için.
Peki,ne zaman tanıyor da bir başkasını tanıyabiliyoruz.
Şimdiye kadar var olanlar aslında hiç tanışmadıklarımızmı?

Sorular ve cevaplar….
Kendimi
Dinliyorum…Dinliyorum…

Bir çocuk gibi
Her şeye yeniden başlamış gibi
Gözlerim kör
Kulaklarım sağır gibi
Her şeyi keşfetmeye çalışıyorum
Kendimin veya kendimsiz önüme konan bendi aşıp okyanusa varabilmek için.

25 Ocak 2011 Salı

45'lik

Bu gün Abim’in doğum günü
Kardeşim özel bir yerde,değişiklik olsun istemiş.
Yaş da 45’e gelince
Kendimizi İstiklal Caddesi 45’lik de buluverdik bu akşam.

Hafta içi olmasına rağmen maşaAllah dolu mekan.
Meşhur “Issız Adam” filmine de konu olan mekan olduğu gibi eski plaklar ile çevrilmiş.
Kenarda bir dj müzikleri ayarlıyor.Bu akşam 45’likler günü.
Unutmadan yazayım mesela bu Perşembe akşamı Erol Büyükburç sahne alacak.
İlgilenenlere duyurulur.

Herkes içeceklerini söylüyor.
Ne var? Ne tavsiye edersiniz?
-Valla her şey var ,tercihleriniz güzel bazen dj şarkıyı kim seslendiriyor diyesoruyor,bilirseniz tekila bile ısmarlıyor.
Oldu iflas edecek demektir,diyorum ve
Ben son gezimde bir çiftten aklımda kalan etkisi ile ananaslı votka alıyorum.

Bu arada;
Fonda bir müzik çalıyor, yaşı kemale ermiş grup olarak dilimizin ucunda fakat bir türlü çıkaramıyoruz.
Kalkıyorum soruyorum sonunda. Demin çaldığınız şarkıyı kim seslendiriyor acaba ?
-Biraz önceki mi? O Işıl Yücesoy.
Hangisi? Olur mu hiç Işıl Yücesoy, bir erkek seslendiriyordu böyle Berkant tarzı dilimin ucunda çıkaramıyorum. Çok eski değil 70-79 arası olmalı.
Kulağıma hiç yabancı değil melodi.
-Bir dakika bunu mu soruyorsunuz deyip müziği başa aldı.
Evet,evet bu işte.
-Yasak Aşk şarkının adı.Tanımazsınız belki NTV Hava Durumu sunuyor.
Nasıl tanımam Gökhan Bey evet işte tamam. Gökhan Abur.
-Evet Gökhan Abur.
Kusura bakmayın daldım da biraz.
Önemli değil.Teşekkür ederim.

Loş ışıklar altında müzikler bizim ruhlarımızı biraz çocuk biraz gençlik çağımıza sürüklüyor.
Ne güzel ne acı da olsa yaşanmış bir çok güzellik gizli kaldı o şarkılarda.
Ve bir tarih yazıldı o plaklarda.
Plaklar döndükçe,şarkılar bitmez.
Ve şarkılar yaşar.
Asla vadesi yoktur. Ömürlüktür.
Dinleyebilene.

Dilerim ki; varırsam 45’ime benimde hoş bir anım olsun.
Yani hep kadınlar mı tanzim etmeli bu tür işleri hiç erkek akıl edemez mi?
Ruhu istemez mi?
Neyse…Konulara fazla dalmadan bir çay demlemeli.
Şarkıları yeniden sindirmeli…
Ne varsa eskide var.
Maalesef öyle,kimse alınmasın.
Duygu,aşk,sevgi,hayat o söz ve müziklerde.


Yasak Aşk

Öyle bir aşk yaşadık ki
Ne başladı ne de bitti
Aramızda her şey gizli
Ne duyuldu ne söylendi
Bir çıkar yol bulamadık
Söylenene aldırmadık
Zincirleri kıramadık , yasak aşktan kaçamadık,
Ne yasaktır nede gizli
Gönlümüzün zenginliği
Eğer varsa biraz sevgi
Yollarımız
Birleşmeli
Yasak aşkın bu çilesi
Çözüldükçe sardı
İlk gününden düğümledi
Gizli sevgimizi
Aşk da öyle bir sır var ki
Ne güzeli ne çirkini, ne fakiri ne zengini
Onda bulduk kendimizi

24 Ocak 2011 Pazartesi

Bir Sıcak Şömine ve Bir Yudum Şarap

Sıcacık bir mekan…
Ilıktan başlamış ve yoğunlaşan bir şömine.
Hep hayallerim gibi.
Bir şömine
Bir yudum şarap.

Bir an olsun, romantik üstü romantik olmak.
Herkesin hakkı değil midir?
Hafiften ruhuma damlayan müziğin ezgileri arasında,yanan çıraların sesleri.
Çocukluğumdan gençliğime ve nereye ise oraya uzanan güzel bir yolculuk.
Ve bir sallanan koltuk…

Evet,en çok sevdiklerimden biri daha.
Biraz anne,
Daha çok baba kucağı gibi.
Yudumladıkça şarabı daha çok içine alıyor koltuk seni.
Anlatıyorsun bir bir içindeki;
Kalanları ve gidenleri.

İleri ki camda,yollar uzanıyor kim bilir?Nereye.
Herkes tatlı bir sohbet içersinde.
Herkes mutlu
Ne güzel.
Ve ben…

Hep sevdiğim o sallanan koltukta.
Artık ne gelirse kulağıma;
Biraz Sinatra biraz Presley
Damla damla iniyor ruhuma,
Kalsam bu gece bu koltukta
Sığınsam azıcık çocukluktan kalan düşlerime.
Belki, belki mümkündür yeniden gülümsemek.
Çocuklar gibi;
Şen ve heyecanlı.
Çocukları gibi,
Saf…
Çocuklar gibi,
Tertemiz..
Sallanıyor koltuğum
Uykuya dalıyorum,emanet şöminemin önünde.
Tatlı düşlere…
Ve sabah olmak üzere.

23 Ocak 2011 Pazar

TEPE TEPE KAR

Tepe Tepe Kar…

İnsanın kendisine yaptığı eğitim dışında ki en büyük hediye.
Doğadan geleni kabul edip,doğayla tekrar bütünleşmek.

Bu hafta sonu sabah erkenden yola çıkıp,
ABANT-GÖLCÜK-KARTEPE-MAŞUKİYE ve SAPANCA Turu için yola düşüyorum.
Arkadaşım Sevgili Reha Bey bana detoks için çok iyi bir program diyor.
Pek bir yorgunum,zaten küskünüm kendi kendime nasıl olur diye iç geçirirken onun haklı olduğuna eve vardığımda karar veriyorum.
İnsan bazen bulunduğu,yaşadığı ortamdan uzaklaşıp nefes almak istiyor.
Öyle bir nefes almak ki,derin olsun.Sonu sonsuz olsun istiyor.
Olmayanı istemek midir tüm bu düşünceler hiç bilmiyorum.

Sabah mahmurluğu ile yollara düştüğümüz yaklaşık 15 kişi sanırım yavaş yavaş poğaçaları yerken kaynaşmaya başlıyor.
Köroğlu’nun yollarından geçip,milletimin efendisi köylümün renkli ama bir o kadar sakin yerleşim mekanlarındaki günün erken saatlerine rağmen başlamış olan hayatlarına şahitlik ediyoruz hep beraber.
Gölcük gölüne vardığımıza donmuş bir göl etrafında suni olmuş olsa da bu kadar insanı oraya çekebilmesi müthiş.
İnsan o karşıda uran ve uzansanız avuçlarınıza alabileceğiniz bu yerin içinde olup,şömine karşısında güzel müzikler dinlemek istiyor.
Sallanmak için koştuğum salıncağın alt kısmında oluşan çamura saplanıp kalan yıllardır sapasağlam botlarımdan birinin alt tabanının çıkmış olması,donmuş göl üzerinde dimdik durmama engel değil.
Hava müthiş güzel.
İnsanoğlu nasıl kendine kötülük ediyor,katlediği dünyaya ortak olup bir de onun içinde hapis hayatı yaşıyor.
Üstelik bunun adına hayat diyoruz.
Kimin hayatı,kimin seçimi sorguluyorum bir yandan sanırım oksijen iyi gelmeye başladı.
Beyin kıvrımlarım etkisini göstermeye başlamış olmalı derken,Abant’a doğru yola çıkıyoruz.
Yolda karşılaştığımız güzel gözlü Ayşe Teyze den almış olduğum çelenk çiçekleri her birimizin başında.Donmuş gölün üzerinde raks ediyoruz,bir yandan iskelelerde poz veriyoruz.
Birinin şapkası uçmuş onu almaya uğraşıyor.
Kızak kayıyoruz, işte benim çocukluğumun tekrar başladığı nokta.
Sonra hayretle bana o pozu verdiği için doğaya teşekkür ediyorum.Donmuş göl üzerinde o taşlar ne kadar güzel ve zarif duruyor.
İnsan cesaret edemiyor ama taş yerinde ağır olmasına rağmen orada bayağı dimdik duruyor.Çok enteresan.

İlk mola yerimiz. Güzel,içeri girer girmez kocaman bir sobanın bulunduğu ve üstünde demlenen çayın buharı ile bizi selamlayan bir mekan.
Güzel bir köy tarhana çorbası,köy yoğurdu,leziz tereyağ ve bal,yanına güzel bir ekmek.
Ekmek kokan ekmek.Dileyen köfte dileyen sucuk.
Yemeye başlarken,çaylarla beraber sohbet de başıyor.
Datça’dan,Ankara’dan, Eskişehir’den gelenler var ve üstelik bu gezme işinde İstanbul Asya yakası çok başarılı neredeyse herkes oradan.
Avrupa’dan sadece üç hanımcık.
Datça’dan bahsederken yolun düştüğünde ziyaret ettiğim Can Yücel’in evi ve kızı ile tanışmam derken konu açılıyor ve beyefendi den öğreniyorum ki;Rahmetli ile karşılıklı içki içmişler birbirlerinin sohbetlerine ortak olmuşlar.Üstelik 68 kuşağı.Uzun yıllar Fransa’ da yaşamış şimdi yaşayabileceği tek yer olarak düşündüğü mekanda.
Ne güzel oluyor böyle gönülden insanları bulduğunuzda.
Yalnız bir şey var bende çok şükür ben bunları çekiyorum.
Malzeme bana geliyor.
Bir de enteresan malzemeler var tabi gezi sonrası otel odanıza yerleştiğinizde,otel tarihinde olmamış bir olay vuku buluyor banyo kapısı kilitleniyor.Kapı açılamıyor.Kapı kolu elimde kalıyor.Duştan çıkmış ve havluya sarılı vaziyet de can havliyle yan duvara hem vuruyor hem sesleniyorum.Allah’dan sesim duyuluyor da boş yere 1,5 saat içerde mahsur kalmıyor.

Otel yerimiz Düzce de olup Avrupa standartlarında bir otel.
Her şey çok güzel.
Boylu boyunca bayram sofrası gibi yemekler tanzim edilmiş ve biz eşlik ediyoruz.
Sonra bir arkadaşın doğum günü için bar kısmına geçiyoruz ki.
Burası benim mest olduğum bir mekan.
Çok büyük olmayan bir salon içerisinde bir şömine.
Her şeyi bir kenara koy. Şömine yi baş köşeye.
Hep birlikte alkışlarla arkadaşımızın yeni yaşını kutluyor,sonra çaylarımız ardından şaraplara geçiyoruz.
Sohbet koyu, saat ilerliyor biz her şeyi kurtarıyoruz.
Dünya güzel oluyor,güzel bir Flamenko çalıyor cep telefonundan.
Müzik ruha siniyor.
Bu da kesmeyince üstüne bir de Alpacino filmini kaymak yapıyoruz saat sabah yaklaşmakta yatmak zorundayız çükü Pazar günü kartopu oynamaya gideceğiz.

Oksijen o kadar iyi gelmişki ruhuma,bedenime çok güzel uyanıyorum,erkenden.
Herkesten önce ağır ağır kahvaltımı alıp,arkadaşları bekliyorum.
Yolumuz Kar kar tepe. Tepe tepe kar yahut.
Her ne olarak tanımlarsanız tanımlayın.
Burası harika.
Tuvaletler dışında her tesis çok güzel.
Özellikle sıcak şarap kısmını şiddetle öneririm.
Mutlaka yapılmalı.

Ve uzun bir yürüyüs ardından koca koca insanlar olarak tepeden ıslanma pahasına yuvarlanma.
Sonra Telesyej ile Sapanca ,Kartepe yani tam anlamıyla zirveyi yapıyoruz.
Çok güzel,inanılmaz zevkli rahatlatıcı ve huzurverici.
Kesinlikle tavsiye ediyorum.
Kuşlarım kadar özgür olduğumu hissediyorum ve neredeyse atlayacak kadar şevkli.

Her köşe başında tüten mangal dumanları gözlemlenirken, sucuk kokularının keskinliği tok olsanız da karnınızı acıktırıyor.
Kar sarıyor sizi tüm saflığı ile.
Orada öylece kalmak istiyorum.
Sessizlik,sukunet,güzellik,özgürlük ve yaşam ne güzel bir manzara.
Çok şükür ki Allah nasip ediyor;yiyiyor,zevk alabiyor,keyif çekebiliyoruz yorgun ruhlarımıza.
Çocuk olmayı tekrar hatırlayabiliyoruz.
Islak üstümüzün derdinden;çantam da taşımış olduğum şarap yanına tüketeceğimiz fındık fıstıkları unutuyorum.Sadece onlar olsa iyi.Portakal,meyve suyu,nane şekeri olduğu gibi eve geri geliyor.
Yedek çoraplarımız Datça’ya


Ne güzel benden bir hatıra da orada olacak.
Kar tepe’nin masumiyetini bırakıp,bu kez Maşukiye’ye doğru yol alıyoruz.
Güveçte, alabalık,çorba,salata,ekmek kadayıfı ve çay ardından biraz alışveriş ve Sapanca’ya.

Artık günün yorgunluğu,yağmurun birazdan indirecek olmasının verdiği rehavet,gönüllerimizde ki hoşluk ile yola çıkıyoruz.

Sapanca Kıyısı boyunca oluşan bir kır kahvesinde salep ve kahvelerimizi yudumlarken,birbirleriyle kavga eden ördekleri izliyorum.
O kadar rahatlar ki ve sonra annesinin kafe’de yemek yedirdiği.Adını sorduğumda “ mama”diyen İdil bebek.
Ne güzel renkler.

Her güzel şey bitmek zorunda mı diye düşünüyor insan.
Neden sürekliliği koy.
Keyif duygusu hep kalmalı mesela.
Yarın sabah işe giderken,dünde kalan hoşluklar dışında hala o andaki zevk içinde neden olamıyoruz.
Neden,her şey bitmek yada değişmek zorunda?
Yine fazla soru sordum sanırım.

Akşam oldu artık.
Herkes ufak ufak mekanlarına çekildi.
Kulağımda Gölcük'de gördüğüm sazlıklardan esinlendiğim şarkı.
İlhan İrem'in yüreğimize kazıdığı eski bir melodi
"Sazlıklardan havalanan bir ördek gibi sesin
Ürkek şaşkın kararsız duyuyorum
Ve sen bir gökkuşağı kadar güzelsin
Rengarenk biraz sonra gidecek görüyorum

Ve ben yağmurlar altında bir yolcu
Islak yorgun tutkulu yürüyorum
Sensiz ben yolumu bulamam
Haykırmak istiyorum

Konuşamıyorum konuşamıyorum konuşamıyorum
Konuşamıyorum konuşamıyorum konuşamıyorum
Konuşurşam gözyaşlarım beni boğacak
Biliyorum duyuyorum görüyorum konuşamıyorum"


Abant da tarlalar üzerinde beş liraya sattığı çiçeği insanlara ulaştırmak için o soğukta sokağa düşmüş Ayşe teyzeyi düşünüyorum.
-Kaç yaşındasın teyzem 40 varmısın?
,Dalga mı geçiyorsun benle sen.Şu üstümdekileri çıkarıversem bir kötü kadın giyiniverir diyor.
Kat kat yelek,çorap ne varsa göstererek.
Ben 75 yaşındayım diyor ama gözleri capcanlı o kadar güzel.Bence gençken çok can yakmıştır bu teyze.
Allah onu da korusun.

Muhakkak yapın,ruhunuza nefes aldırın bir an için olsa da.
Hem güzel dostlar,güzel an.lar yaşamak.Hatıralarınıza sokacağınız güzel fotoğrafları deney imlemek adına yapmalı.

Bu organizasyon da bir aile gibi bizi karşılayan,gezdiren,sohbeti esirgemeyen Folklorik Tur Yetkilisi Sn.Fikri beyefendiye teşekkürler.
Tura katılmak isteyenler için her hafta sonu veya günü birlik çıkışlar yapılmakta.
Tel: 0 212 249 40 70

Ne demeli
Haftanız kar gibi saf ve bereketli olsun.

19 Ocak 2011 Çarşamba

Düşmek...

Düşersen kim tutar kaldırır ellerinden;
Anandan gayrı…

Ah!Ne bileydim,
Ne olacağını...

Diyebilir di,bir aşık sazında.

Düşmek,önemli bir mesele.
Her düşüşten ibret de almak lazım zannımca.
Misal geçen yılın sonu,geçtiğimiz ayın yine sonu hatırlamadığım şekilde kendimi yerde bulmuştum.
Bu sabah da ayağım kaldırıma yetişmedi sonrasını hatırlamıyorum,düştüm kalkmaya çalışırken bir hanım beni tutmaya çabalarken dolma gibi parmağını gözüme soktu.
Az kalsın dizlerden sonra ondan da olacaktım.
Sol taraf da iz geçmedi malum yaş ilerleyince her şey yerli yerinde kalıyor.
Geçen gün o ize bakıyordum ki sağ ile birlikte diz kapak adaları tamamlanmış oldu.

İlkokuldayken en büyük zevkim her teneffüs özellikle son iki teneffüs yarış yapmaktı.
Kızlardan bazen yalnız ben, bazen bir kızcağız daha olurdu.Diğerleri seyreder bize alkış tutarlardı.
Son iki teneffüsü tercih etmemizin sebebi su içinde derse değil eve varmaktı.
Aman ne zevkliydi,şu an beni gülümsetebiliyor hala.
Ve arada değil de genel de düşerdim ve kaldırımlar bütün çoraplarımı yırtar,iki dizimde kan içinde eve dönerdim.
Annem bıkmıştı yasaklıyorlardı ki bana kim takar; koşmak süper bir duygudur.
Özgürsün bir defa.
Varsın kanayan ve sonra kuruyan kabukları tek tek kopardığım diz kapakçılarım olsun.
Memnuniyet hali söz konusu o an.

Bu gibi düşmeler de ise;eh işte yaş ilerlediği için garip bir durum.Heyecan yok gülebiliyorsan kendi haline ne mutlu sana.

Bir de hayat da tökezlemek var.
Sen istemeden ayağına taş dolanır. Ve kesinlikle ayağına dolananı sen seve seve halatla bağlamışsındır hal hal gibi ayak bileğine.
O iner, seni de peşinden.
Aslen onunla giden sen değil, anılarındır.
Kurup durduğun ve içinde kurumaya yüz tutmuş ruhun gibi.
Bir de hafif baş dönmesi olur insan da.
Mesele ben eve geldim akşam oldu.Yolda nasıl hoş bir dönme,içsem böyle güzel olmaz.Külfet bir de bedene.
Zaten bir bira ile kolayca sarhoş olabilirim, gülümserim hemen.
Bu düşüşlerde ise sana ne bira,ne güneş,ne ay…Hepsi hikaye pirim.Hepsi hikaye.

Öyle bir dönersin ki; kasırga tufan yüreğin.
Yağmurlar yağar gözbebeklerinden sağnak sağnak.
Kime ne?
Giden gitmiş…
Sen ise aynı türküyü söylemekte.

Yaralana yaralana...
Çok mutlu olursun.
Zaten her türlü musibet “mutluluktan,huzurdan” gelir.!
Değil mi?

Sevgili Zerrin Özer’in şarkısında dile getirdiği gibi:
“Nedir bu çektiğim senden
Gönül derdin hiç bitmiyor
Yediğin darbelere bak
Bu da mı sana yetmiyor... Gönül”

Sonra, bilirsin çocukluğunda ki gibi diz kapaklarında kabuklar oluşacak.
Çok iyi bilirsin gel gör ki …

Düşersin…

Ama Shakspeare ne demiş:
“Bazı yıkılışlar, daha parlak kalkışların teşvikçisidir”.

18 Ocak 2011 Salı

Sucuklu Yumurta !

Kişi var, söz dinlemez.
Demlene demlene anca söze gelir.

Kişi var, asi kısrak.
Bağlasan durmaz.
Onun yönünü,kendi çzimiştir Yaradan.

Ne derler,
Büyük lokma ye.
Büyük konuşma.
Büyük sözü dinle,
Düşme dara.

Mesela bir tava var olsun.
Hadi sizi kırmayalım, o da teflon ve"tefal" marka olsun.

Şimdi,elinizde ki malzeme belli!
2 Yumurta.
Ama söz dinlemez istiyor illa yanına sucuk,pastırma.
O zaman ne oluyor,
Sağanda bildiğin cillop gibi göz göz...
Sıcacık,yumurta
Gidiyor...
Yanına böyle;ne olduğu belli olmayan
Bir sucuk...Geliyor.
Karışık ya bilmiyorsun ya.
Hafiften sarıveriyor kokusu,cazip kılıyor malzemesi.
Sonra,
Bandıra bandıra yiyorsun.Şimdi.

Dur bakalım insin bir midene.
Her pazar afiyetle.
Anca oturacak mideye...
Eninde sonunda,düşüneceksin bu kaçınılmaz.

Ne gereği vardı?
Neden yedim?
Neden yaptım,pişirdim?
Pişene ortal oldum !
Hay aklıma !
Hatta,
Ah ellerim kırılsaydı da...
Miden bas bas bağıracak sana.
Kıvranacaksın!

Eee, ne demiştik en başta.
Kişi var, söz dinlemez.
Akıl veren çok olur ama girmiş o yola çıkamaz kolay kolay.
Büyük kandırmaca.
Demlene demlene...Anca söze gelir.

Bir de ne derler,
Bana arkadaşını söyle,sana kim olduğunu söyleyeyim.
Bana ne yediğini söyle;senin ruhunu,senin içini söyleyeyim.

Bir de mide meselesi be Abi!

Yi Gari
Yi Gari

Ah ne güzel her pazar sucuklu yumurta...

17 Ocak 2011 Pazartesi

Değmesin Yağlı Boya

Televizyon
Sen, nelere kadirsin.

Tansiyon aleti gibi.
Ülkenin nabzını tutuyor.
Yetmiyor,
Bilgi,kültür,tarih her nevi bilgiyi ondan alıyoruz.

Yani hiç mi elektriğin suçu yok?
Demezler mi?
Bir tutturmuşlar Suleyman aşağı Hürrem yukarı…
Siz bize tarih bilgisi verdiniz de biz mi almadık!
Ben ilkokula giderken yanılmıyorsam 4.sınıfa geçtiğimizde padişahlarımızı tanımaya başlıyorduk.
Oldukça sıkıcı geçiyordu,şöyle renkli renkli farklı versiyonlarla anlatılmaya çalışılsa belki çok başarılı olabilirdi hafızalarımız da epey de padişah detaylı anlatılıyordu. O zaman şimdi bangır bangır konuşabilirdik
Yavaş yavaş kalktı tedavülden.
Ne oldu,televizyondan kurgulanmış bir dizi nihayetinde, senaristin tasarrufuna kalarak izliyoruz.

Dün, iki farklı kanalda yine aynı konu.
Ben Prof.Dr.İlber Ortaylı ve Prof.Dr.Feridun Emecen’i izliyorum.
İyi ki de orada kalmışım.
Biraz bir şeyler öğrendim,geçen gün market de gördüğüm henüz beş,altı yaşlarında ki küçük kızı düşündüm bir an.Babası kasa da ona aldığı nesstquick leri öderken ısrarla sesleniyordu.
Baba.baba.baba .Bak ! Süleyman.Sultan Süleyman
Babası anlayamadı biz söyledik.
Kafasını çevirdi adam baktı ki gazeteler içerisinde Hürrem’i canlandıran kızın fotoğrafı.
Şimdi o küçük prenses için Süleyman o.
Bizim gibi biraz yaşını almışlar için ise farklı biz mesela;birkaç mısrasını çok iyi hatırlarız.
Hele ki mekanına nur yağsın Rahmetli Barış Manço sanırım 1986 yılında çıkarmış olduğu çalışmada seslendirmişti kendi müziği ve onun şiiri ile kendi sözlerini.
Şimdi okurken sizler de aaa evet diyeceksiniz,eminim.
“Halk içinde muteber bir nesne yok devlet gibi
Olmaya devlet cihan da bir nefes sıhhat gibi”
Kanuni Sultan Süleyman 60 yaşlarında ve hastayken yazmış bu şiiri.
Barış Manço ise nakarat olarak kullanmıştı bu kısımları:
“Barış der biraz tuzum ekmeğim olsa
Buz gibi pınar suyundan bir testim olsa
Birde şöyle püfür püfür bir çınar gölgesi
Kaç kula nasip olur ki keyfin böylesi
Bir lokma ye bir yudum iç bir oh çekiver
Neye yarar vade gelmişse eğer”

Mesela öğrendiğim Sultan Süleyman’ında diğer padişahlarımız gibi çok iyi eğitim aldığı ve şair ruhlu oldukları. Kendisinin 3000 tane Türkçe ayrıca Farsça ve Arapça olmak üzere ayrı ayrı eseri mevcut.
Mevcut da biz neden bilmiyoruz?

Niçin edebiyat derslerin de yok.Hadi liseyi bırakın üniversite de varmı?
Şimdi diyeceksiniz ki Fuzuli yada Baki’yi okumaktan sıkılan kişiler için bir bu mu eksik.
Evet,kesinlikle eksiklik
Yüce Önderimiz Mustafa Kemal Atatürk’ün yazdığı cebir kitabı gibi büyük eksiklik.

İlber Ortaylı’da Feridun Emecen’de hep aynı fikirde.

Tarih az anlatılıyor.
Harem mesela çok ciddi bir yer. Öyle kahkahalar falan mümkün değil zaten küçük odalar içerisinde 5 – 6 kişi kalıyor. Eğitim alıyor kızlar burada. Dil,görgü,terbiye.

Kanuni iyi bir şair olduğu kadar iyi bir de kuyumcu. Evliya Çelebi’nin notlarından anlaşıldığı üzere ki kendi babası da kuyumcu olduğu için biliniyor o kadar güzel işler yapıyor ki işi ilerletip Venedik’li iş adamları ile de organizasyonlar yapmış.

Hırs,güç sürekli an ve an enselerinde.
Kendi çocuklarını boğduracak kadar

Yalnız Sayın.İlber Ortaylı’nın bir sözü hoşuma gitti. Mareşal dedi Kanuni için. Büyük asker,kumadan.
Tıpkı Kazım Karabekir gibi.

Hürrem ise geldiğinde, zaten slav dillerini biliyor.Zeki bir kadın öğrenime özellikle dile açık.
Öyle tarih bilgilerinde muhteşem güzelliğinden falan bahsedilmiyor ancak rafine denilebilir belki bir yüzü olduğu ki farklı geliyor Süleyman’a.
Mesela dil bilmesi önemli onu farklı kılıyor yoksa mektup yazamayan var haremde işte burada yetiştiriliyor.
Öyle bahsedildiği gibi zorbalık zulüm yapılmamıştır. Babası papazmış öldürülüyor böyle bir şey yok.Zaten kimin kızı ve nereden alındığına dair tam bir bilgide yok.Polonya,Ukrayna,şimdi ki Belarus,Rusya olabilir deniyor.
Hatta Manisa’da şehzade iken değil de tam tahta çıktığı zaman validesi tarafından sunulmuştur Aleksandra yani Hürrem Süleyman’a deniyor. Kayıtlar bu şekilde.
Yalnız ilklere imza atılıyor işte ilk cariyelikten kraliçeliğe uzanan bir yol çiziliyor.
Hürrem, Kanuniye tek eşli olabilmeyi ve öyle kalmayı öğretmiştir diyor Sn.Ortaylı.

Zaman içerisinde Mahidevran Hatundan olan oğlunu öldüren Kanuni Hürrem den gelecek peşpeşe erkek çocukları ile saltanatına devam eder.
Mehmet ki Kanuni’nin ilk evladı göz nuru çok severmiş onu.Erken yaşta ölünce onun için Şehzade başında ki cami yapılıyor orada ebedi istirahat yeri. Sonra Abdullah, Mihrimah, Beyazıt,Selim ve yine ölen Cihangir.

Osmanlı zamanında şehzadeler sünnet olduktan sonra 13-14 yaşlarına geldiklerinde Anadolu’ya görevli tayin edilirmiş .Rumeli yasak,çünkü geleneklerde yok hep Anadolu.Mesela Afyon,Manisa şimdi ki anlatımla Vali oluyor ve böylece Saray yaşamına ve bürokrasi öğretiliyor.
Kesinlikle çok güzel eğitim alınıyor.

Kanuni’nin ilk eşinden olan Mustafa öldürülüyor tahta geçmesin diye ki burada yine Hürrem’in payı olabileceği.
Bir türlü anlaşamadıkları İbrahim Paşa’nın katlinden de özellikle sorumlu olduğu belirtiliyor.
Yazılı belge var.
Kanuni sırılsıklam aşık olduğu için cepheden aşk mektupları yazıyor ve ulak anında ulaştırıyor saraya.
Saray da Hürrem’in kalfası olduğu düşünülen bir kadından çıkabileceğini belirtiyor tarihçiler.
Kelime seçimi,uyumu bakımından.

Öyle böyle bir hayat sürüyorlar işte.
Bize de kalıyor dedikodusu.
Daha çok Hürrem konuşulur. Tokası,terliği,iç çamaşırı çıkar.


İş buralara varana kadar insanların zevkle izleyebilecekleri hoş belgeseller,programlar,söyleşiler,etkinlikler yapsalar.
Yeni nesil Padişahlarımız ve özel hayatı hakkında kurgulanmış ya da bilinçsizce kendi kurguları ile yaratacakları bir geçmişten kurtulsa daha güzel olmaz mı?
Biz de padişahlarımızın eserlerini bilsek.
Okuma şansımız olsa. Fena mı olur

İnsan, ancak o kişin kaleminden ruh halini anlayabilir çünkü.

Onlarında bir insan olduğunu unutmayalım. Her ne kadar hırs içinde yaşasalarda…

Kanuni’nin Hürrem’ yazdığı şiirden bir iki mısra :

Benim birlikte olduğum,sevgilim,parıldayan ayım,
Can dostum,en yakınım,güzellerin şahı sultanım.

Hayatımın,yaşamımın sebebi Cennetim,Kevser şarabım
Baharım,sevincim,günlerimin anlamı,gönlüme nakşolmuş resim gibi sevgilim,benim gülen gülüm.

Sevinç kaynağım,içkimde ki lezzet,eğlence meclisim,nurlu parlak ışığım,meş’alem.
Turuncum,narım,narencim,benim gecelerimin,visal odamın aydınlığı
Gönlümdeki Mısır’ın Sultanı,Hazret-i Yusuf’um,varlığımın anlamı.
İstanbul’um
Karaman’ım
Bütün Anadolu
Ve Rum ülkesinde ki diyara bedel sevgilim.
Bağdat’ım. Horasan’ım.

15 Ocak 2011 Cumartesi

ELENİ...Kaderini değiştirebilenlere.

Henüz dallara hüzün kadar kızıl yapraklar da düşmemişti.
Her yer bahardı.
Gelincik diyarı gibiydi, topraklar.
Kıpkırmızı bir güzelliğin ilerleyen zamanlarda insan kanına dönüşeceğini kimse akıl bile edemezdi.
Mahallesinin hatta İzmir’in en güzel kızıydı Eleni.
Genç bir yavuklusu vardı,
Onlar için her yer bambaşka bahardı.
Eleni için Yorgo bambaşka bir dünya
Yorgo için de Eleni.
Her Pazar kilise de gizlice Yorgo’nun arkadaşı Hristo’dan ona yazılmış mektupları alır.
Kendisinin özenle hazırladığı üstüne gül suyu damlattığı ve ucunu mumla yaktığı canlarını teslim ederdi.
O kadar güzel hayalleri vardı ki bazen kendileri bile inanamazlardı.
Bu düşler bir akordeon notasında buluşurdu.
Eleni onyedi, Yorgo’su henüz yirmiydi.
Ailelerinden birkaçının bilmesine rağmen,onlar yüreklerini buluşturmuşlardı.
Pazar sabahları,fırından taze çıkmış ekmeğin kokusu gibi birbirlerini sarıyor,buğusu kadar buluşuyordu dudakları.
Dünya karışıktı ama onlar sadece kendi dünyalarında yaşamaktaydılar.
Bir gün tüm çevrenin telaşla buluştuğu o Pazar günü Yorgo yoktu.
Hristo’yu gördü, Eleni.
Koştu hemen yanına ama mektup da yoktu.
Hristo heyecanla: Bak ! Sevgili Eleni. Herkes gidiyor.Topraklarımızdan ayrılıyoruz. Yorgo’da gitti.
-Peki ,beni almayacak mı? Bana bir not vermedi mi?
Çaresizce iki yana başını salladı Hristo.
Eleni boynunu büktü,zaten Yorgo’dan başka ve yaşlı babaannesi ve dedesinden başka kimsesi yoktu.
Onlarla nasıl yola çıkacaktı. Ama ya Yorgo. Sevgili Yorgo’su...
İçin için geceler boyu ağladı.Hristo kendisi gibi onunda savaşa alınacağını söylediği andan itibaren tüm dünya artık siyahtı.
Gramofon da hep aynı ezgi ve akordeon dan nefret eder olmuştu.
Herkes tek tek toprakları terk ettiğinde,çok sevmesine rağmen yaşlı ailesini bırakmadı.
Zaten giderken Yorgo ona bir not da bırakmamıştı.
Yıllar yılları kovaladı.
İzmir yandı.İzmir yeniden doğdu.
Cumhuriyet kuruldu.
Eleni büyüdü ama hiç evlenmedi.
Daha büyük bir şehre geçti. Orada da çok güzel dostluklar kurdu.
Her kısmetini geri çevirdi.
Çünkü karşı kıyıya geçip de haber aldığı dostları bir gün Yorgo’nun öldüğünü söylemişlerdi.
İşte artık gramofonda ki o şarkıda susmuştu.
Eleni kendini yoksul çocuklara adamıştı,çok mutluydu.
Bir gün hayır işleri münasebetiyle Sakız Adası ile Çeşme arasında düzenlenen bir festival için,ilk kez başkan sıfatı ile organizasyona katılmıştı.Artık karşı kıyıdaydı.
Çok duygulu anlar yaşanmıştı.
Eski kıyının boylu boyunca sahilinde kimi tanıdık yüzler.
Kimi aşina sözler…
Eleni daha da duygulandı.
Kıyıda ahşap sandalye üzerinde oturmakta olan mutlu aileye baktı öylece.
Sonra saliseler geçerken film şeridi gibi Eleni’ninde gözlerinden yaşlarla birlikte tüm elinde ki kurdelalı beraatlar da tepsiyle birlikte yere düşmüştü.
O mutlu ailenin yanında ki adam arkasını döndüğünde gördü ki o Yorgo’suydu.

Yorgo da onu tanımıştı.
Hızla yanına koştu.
-Ah! Canimou(Canım!). Kuzum ne güzel seni görmek.
Eleni adeta dili tutulmuş gibi bakıyordu.
Yorgo: Yoksa sen konuşamıyor? Bir şey oldu savaşta.
Sonra iki küçük çocuktan biri hızla koşarak sahilden,
Manamou!(Annecim!) Manamou!(Annecim!) diye sesleniyordu.
Eleni kadına baktı.
Hala şoktaydı
Hiçbir savaş o anki kaybı hissettiremezdi.
Yorgo: Sana çalıştım yazmaya.Ben öldü dedirtdim yoksa alacaklardı beni,ne orada ne burada yaşayabilirdim.Sonra aşık oldum kuzum. Evlendim.

"Peki",deyiverdi dili Eleni’nin sadece.

Eleni tahta iskemleye çöktü,
Gece artık sabaha kavuşmak üzereydi.

Demek ki hiç olmamıştı Yorgo’nun hayatında.
Demek ki tek taraflı bir sevgiydi ve o boşu boşuna sevmişti tüm geçen yıllar boyunca.
Ölüm haberi ardından bile sevememişti kimseyi.
Oysa o bambaşka hayattaydı.
Saçlarında ki akları geri doğru çekti.Yıllardır örgülü duran uzun gri siyah beyaz saçlarını savurdu.
Önce ayakkabılarını çıkardı.
Nasıl bir insan böyle vurdum duymaz olabilirdi.
Nasıl başka yaşamlar kolay kurulabilirdi.

Hiçbir savaş kendi yazgımızı bozamaz.
Kaderi çizen kulun kendisidir.
Ve doğruldu,
Ege’nin serin sularına bıraktı kendini.

Eleni,
Gelmiş geçmiş en iyi dost,birleştirici güç olmayı başardı iki kıyı arasında.
Kendi kıyısından öteki kıyıya uzanan yolu göremediği için hiç uğraşmadı.
Ama ölene kadar susturduğu akordeonu ve gramofonu hiç bırakmadı.

Yazgılarımızın tutsağı değil,
Kalemi olabilmeyi öğrenmişti geç de olsa.

Tüm Eleni’lere…

14 Ocak 2011 Cuma

KAĞIT

Eğer yetişebilirsem diye kendi kendime niyetleniyorum ancak her bildik salonda gösterime girmiyormuş film.

Neyse iş çıkışı yola çıkıyorum ancak Ataköy’de araç arızalandığı daha doğrusu ön kapı kilidi bozulduğu için şoför tarafından indirilip başka otobüsü beklemeye koyuluyorum.

Trafik malum. Beyoğlu malum hele ki Cuma akşamı.

Neyse koşa koşa salona giriyorum ve “başladı mı?”diyorum gişe sorumlusu hanımefendiye.
Yok yok henüz olacak hemen girin.
Yer gösterici koşa koşa geçtiğimiz 11.salona doğru feneri ile bomboş salonu gösterirken;
“ önemli değil hanımefendi yeniden başlatırız” deyince “ teşekkür ederim ben anlarım” deyip geçiyorum antrakta fark ediyorum ki toplasan 10 kişi yok salonda ses dolayısı ile öyle inliyor ki. Birde tam arka sokaktan gelen canlı performans gürültüsü, zemin sallanıyor.

Film alt yazıları geçerken içerideyim.
Adı : KAĞIT
Yapımcı : Plato Film ( Sinan Bey’in şirketi)
Yönetmen : Sinan Çetin
Senaryo : Sinan Çetin

Bildiğim kadarıyla filmin çekim yılı 2008 neden bu zaman yayınlanmayı beklemiş? Bunu bilmiyorum yoksa kendi filmi içinde izin bekledim diyecek mi?

Film 1977 yılında geçmekte. Takdirname sahibi devlet memuru bir babanın dört kızından bir tek oğlanın etrafında dönen olaylar. Daha doğrusu kendi kaderini çizmek isterken başkalarının kaderlerimiz üzerinde etkileri anlatılmak isteniyor,diyeceğim fakat iler ki dakikalar da devlet ile ilgili kısımlara gelince ki sanırım üç kez bayrağımızı göstererek bu vurgulanıyor adeta seyirciyi devleti sorgulamaya yöneltir bir çizgi var gibi.

Babasının hayatı boyunca eczacı olmasını düşlediği oğlu Emrah (Öner Erkan) rejisör olmak istiyor. Kendi çabasıyla film yapmak istese de ona destek olan bir tek anacığı ( Ayşen Gruda)
Çocuğunun mutlu olması hasta kocasının (Ahmet Mekin ) üzülmemesi için yalanlara ortak oluyor ve yalanlar her zaman ki gibi yalanları doğuruyor.
1970-80 dönemlerinde çıkarılan filmlerin kalitesi, yapımcıların hangi faktörleri göz önünde bulundurdukları güzel bir dille anlatılmış.
Netice de bir filme başlanıyor ancak sonra dan öğreniyor ki Ankara’dan izin alınması gerekiyor ne var ne yok satıp yollara düşüp hayatının kadını ile tanışmak için yapımcının bahsettiği Ankara Menekşe sokakta ki adrese gidiyor.

Onay almaya Müzeyyen hanım ( Asuman Dabak) “sen filme başlamışsın ancak henüz imzaya geliyorsun” diyerek REDDEDİLDİ kaşesini bastıktan sonra,bitmek tükenmeyen Ankara yolculukları başlıyor.
Sonunda Memur Müzeyyen hanımın kendi kanaatince şüpheli bulduğu bu şahsa Cumhuriyet Savcılığına yaptığı şikayet ile olaylar dallanıp budaklanıyor.
Film seyredince anlayacaksınız.
Film de çok güzel sözler var ki; her birimizin hayatında karşılaştığımız, yakınlarımızın başına gelip duyduğumuz türden. Hatta kendi kendimize isyan ettiğimiz kelimelere denk düşecek nitelikte.

-Emrah : Yasaklar / Kurallar niçin konur?Neden?
Kendi iç dünyamızda neler yapacağımıza, ne hissettiğimize,ne giyeceğimize kim karışır?
-Müzeyyen:Yasaklar/ Kurallar olmalıdır.
-Emrah: Peki Müzeyyen hanım bir sabah uyandınız ve kahvaltı da zeytin yemeniz yasak olduğu söylendi ne yaparsınız?
-Müzeyyen: Zeytin yemem.
-Emrah : Her yasak kendi isyancısını yaratır.Şimdi bu zeytin yiyemeyen kişiler bir dernek kursa,rozetleri olsa şöyle zeytin dalından ve sonunda dağa kaçsalar.Şimdi dağa kaçanlar mı suçlu yoksa kaçıranlar mı?
Gibi bir çok düşündürücü söz bulunmakta.
Yalnız Sayın Sinan Çetin filmleri bende doyurucu bir tat bırakmıyor. Belki bu onun anlatım tarzı. Kısa ve kestirmeden gibi.
Ancak film içerisinde dediğim gibi bayrak ve devlet iyice vurgulanmış.
Öyle ki : İlkokul çocukları andımızı okurken geçiliyor. Tamamı okunuyor.
Üç kez yanılmıyorsam bayrak belirtiliyor.
Şu karışık dönem de bana biraz zorlayıcı geldi. Çok tartışılabileceğini düşünüyorum.
Filmin sonuna doğru Türkiye’den başlayarak Dünya çapında “kağıt” yani resmi evrak ile katledilen insanları,ülkeler gösteriliyor.

Her ne kadar faturalarımızı ödeyip de ödenmedi dekontu alsak da.
Adımız yanlış yazılıp askere çağrılsak ya da çağrılmasak da.
Memurların keyfiyetini beklesek de.
Öğrenci Seçme ve Yerleştirme sınavlarında kopyalara mahal verildiği söylense
Öğretmenlerimiz sınavlara girip açıklarda kalsa da.

Ben diyorum ki kurallar ileri toplumlar içindir
Bu kırmızı ışıkta durmaya benzer çünkü araca, yaya olmayana ya da tam tersi olana geçiş hakkı vermektir. Medeniyettir bir nevi.

Yani kurallar olmasa herkes kafasına göre mi takılsa.
En basiti yarın işe gitmiyorum deyip gitmesem işveren beni kovmasa bu nasıl olacak kuralların yasaların olmadığı bir ortamda olacak ki o da ister istemez; yasal olamayan mafyaları doğurur.

Kuralları doğru uygulamak meseledir.
Doğru hepimizin kaderleri makam sahipleri tarafından oynanmıştır ve oynanmaya devam edecektir.
Çünkü eğitim, terbiye, görüş nasıl diyelim dünya vizyonu ile ilgili bir şeydir bu.
Film de ki karakter hayatı boyunca rejisör olmak istiyor, bunun bedellerini de çok ağır ödüyor fakat olmaz ise olmazı masası ve mevki o masanın getirdiği kurallar; “kağıt insandan önemlidir” felsefesi yaşam biçimi halini almış kadıncağızın,kendi kişiliğini ezmiş geçmiş memurluğu ile de nice canları yakmıştır.

Kestirmeden şöyle düşünelim:

İlkokul,üniversite,lise fark etmez çok inek olmayan her öğrencinin başına gelmiştir bu.
Bir dersiniz var onu veremiyorsunuz o dersi veremezseniz sınıfı geçemeyecek,ailenize olduğunuz yük bir sene daha artacak,babasının kızacak öyle kızacak siz okulu bırakmayı düşüneceksiniz.
Sonra anneniz yada başak yakınınız öğretmeniniz ile görüşmeye gelecek
Tabiri caizse dananın kuyruğu orada kopacaktır.
İster yaramazlıktan,ister devamsızlıktan,ister ister bilmem neden olursa olsun artık kaderiniz o öğretmenin,o memurun, o görevlinin elindedir.
Eğer ehil kişi ise,insan ise en doğru kararı sizin için en iyisini muhakkak verecektir aksi taktirde vicdanı kabul etmez.

Onun için birçok öğrenci yok yere atılmış
Onun için konservatuarlardan bir çok yetenek geri dönmüş
Onun için ter akıttıkları sınav sonrası geleceklerini belirleyecekleri yerlere yerleşememiştir gençlik.

Ancak bu filmin sonunda deminde bahsetmiş olduğum gibi Türkiye’den başlayıp Dünya’dan
kesitler ile yani Deniz Gezmiş ile başlamak,Nazım Hikmet ile göstermek, Uğur Mumcu bir yandan Dersim katliamını,ardından Hrant Dink cinayetini göstermek tartışılır.

Eğer bunun kanıtı var ise paylaşılmalıdır ki toplum bilsin değil mi?
Yoksa tamamen eksik olan tarafları sadece dalgalanan ve ebediyete kadar dalgalanmasını arzu ettiğimiz al sancağımıza kamerayı zoomlayarak olmayacağı düşüncesindeyim.

Filmi izleyin kendi kendinize doğruyu bulacağınıza eminim…
Asuman Dabak rolunün hakkını veriyor.Yıllar sonra Ahmet Mekin’i görmek çok güzeldi.Hatta ona bakarken şu an hatırlayamıyorum yapıldı mı acaba.Keşke ATATÜRK ile ilgili bir filmde rol verilseymiş.
Yalnız Öner Erkan’ı zaten çok beğenirim burada da döktürmüş.
Hatta son sahne itibari ile 1950-1960 arası zamanı içeren bir filmde oynasa muhteşem performans vereceğine eminim.Yolları açık olsun.

Benim için film sonunda en az Yıldız Kenter kadar değerli ve yetenekli Suna Selen’di.
Salona girerken gördüm onu ön koltultaydı.
Kendisi 1939 doğumlu aynı zaman da Münir Özkul’un da eski eşidir.
Hala zarif hala o bembeyaz saçları ile o a kadar güzel ki.
Hemen yanına gittim
-Efendim iyi akşamlar. Sizin gibi değerli bir sanatçı ile aynı ortamda bulunmak çok mutlu etti beni elinizi öpmek isterim. Dedim ve öptüm
-Estağfurullah memnun oldum dedi ismimi de söyledikten sonra.Benim adımda Suna dedi
-Biliyorum efendim dedim.
Hemen ayağa kalkmıştı lütfen oturun, dedim lütfen saygılar bizden size, iyi seyirler.
-Çok teşekkürler. Bir mukabele dedi.
Ben yerime geçtim.

O saat de orada olmak da hoş tu, gerçek sanatçılar da işte böyle piyasa filmleri laylaylom larda değil toplumsal konu içeren filmlerin içinde bulunuyorlar demek ki hala.Her ne kadar bir kişi ve eski jenerasyon olmasına rağmen,onun yetiştirdikleri de bu değerlere sahip çıkacaktır diye düşünüyorum…

Dipnot: Cuma akşamları NTV de Bay J ile Geveze geçen hafta itibari ile programa başladılar."fazla Mesai" programın adı.
Kadın –Erkek ilişkileri anlatılıyor,oldukça esprili ve eğlenceli.Tavsiye ederim.

13 Ocak 2011 Perşembe

Senin Ederin Ne?

Kaç bildik hayattır,
Yaşadığımız.
Yahut
Kaç satır sonrası…


Kaç bildik kelimedir,
Dillerde.
Yahut
Kaç sözdür,
Akıllarda yer edebilen…


Kaç kulaçtır,
Ömür denizimiz.
Yahut
Ne kadar kıyıda beklediğimiz…


Kaç yürektir,
Sevdamız.
Yahut
Kaç sevdadır,
Yüreğimiz…


Kaç kıyafettir,
İnsanlığımız.
Yahut
Kaç insan eder,
Ruhumuz…

Senin
Ederin Ne?

12 Ocak 2011 Çarşamba

Yeter Artık !

Sen ! Nesin?

Elbet bir suretin,
Kimyan,fiziğin var.
Yiyiyor,içiyor belki şimdi daha çok gülüyorsun.
Ancak bağırıyor insanlığa tüm suretin…
O sığındığın ve üstüne üstlük kudret sandığın !
Yanıyor şimdi bir bir kaldırımlar da…

Ne kadar mutlusun?
Kim bilir?

Ancak şunu bil ki; ne yaparsan yap.

Mutluluk da
Ağlamak da
Gülmek de
Sevmek de “İNSAN” olabilene has.

Yani netice, sen nesin? Bilmiyorum.
Hayvan desem, arkadaşlarını katletmezsin.
Onlar bile yemeklerini paylaşabiliyorlar yeri geldiğinde.
Çin’li mi oldun yoksa, tüm ürünleri dünyayı sardıkça
Onlar gibi köpek mi katletmek istedin desem…
O da bir ırk oluyor netice de.
Börtü,böcek değilsin,
Kalas bile değilsin…

Peki, sen kimsin?
Henüz geçtiğimiz haftalar içersinde yine evet evet yine aynı yer yani Muğla’da
Bir hayvan sever derneği yetkilisine gelen ihbar ile dağa kaçırılan ve orada tecavüz edilen bir eşek değil miydi?
Üstüne bunu yapan bir inşaat işçisi (yaş 32) ilk kez yapmıyordu ve suçunu kabul etmişti.
Sonra karakola ifade verdi ve serbest bıkarıldı.

Şimdi o güzelim Bordum Torba’da; zehirli kıyma vermişler.
O yavru köpek kim bilir nasıl sevindi verilen ikram sandı.
Çünkü onlar dost dur, yarendir insanoğluna.
Sahibinden öğrenir kötülüğü ve iyiliği…
Kolay kolay istesen de düşmanlık yapamaz.
Muhakkak ki onu gören o iki kedi ile de o yemeği paylaştı ve bir güvercin


Kapıyı bir sabah açıyorsunuz.
Karşınızda yavru köpeğiniz boylu boyunca,
Yanında ağzını ona dönmüş aynı kaderin yolcusu güvercin ile yanlarında da iki kedicik öylece uzanmışlar.
Yanlış anlamayın size oyun yapmıyorlar, katledilmişler…

Sen hangi sahibinden öğrendin, be yaratık bu hareketleri….

9 Ocak 2011 Pazar

Tehlikeli İlişkiler...

Harbiye
Muhsin Ertuğrul Sahnesinin yenilenmiş ama bir o kadar eskiden koparılmamış hali içerisinde buluyorum kendimi.

Emek veren oyuncuların fotoğrafları bize selam veriyor sol tarafta. Hala durdukları yer sahneye bakıyor.

Eski girişi gibi merdivenler yerli yerinde.
Kırmızı halılar da öyle.
Derin bir nefes alıyorum.
Gülümsetiyor beni bu eski ile yeni buluşması.
Bu kez bozmamışlar diyorum kendi kendime.

Girişe doğru ilerlerken,kendimi aynalar da yansıyan yüzüm ile buluyorum.
Oyun şimdi bizimle mi başlıyor
Kimimiz büyüyor, kimimiz parlıyor,kimimiz çirkinleşiyoruz yaklaştıkça sahneye doğru.
Ve koltuklarımıza büyük bir keyifle kuruluyoruz.


Oyun başlıyor.
Sahne tasarımı muhteşem, müzikler keza. Bomboş bir sahne de o aynalar ile seyirciyi buluşturmak oyuna katmak istemiş sanırım yönetmen.
Kostümler harika.
Tam dönemi çağrıştırıyor.
Oyun başlamadan önce tanıtım bölümlerine bakıyor; yönetmen, ışık görevlisi kimler onları inceliyordum.
Yine iç sesimi dışa vuran bir hanım yanında ki eşine söylüyor:
"Niye herkes yabancı? Türkler Müzik yapamıyor mu? Ya da ışık?"

İşte zurnanın sesinin güçlü geldiği yer bu nokta.
Burayı anlasak da anlamıyoruz. Durum bu ne yapalım.
Şöyle sıralayayım aldığım notlardan size.

Kim ağır işçi siz karar verin.

Yönetmen : 1969 Üsküp doğumlu Aleksandar Popovski
Uyarlayan : 1946 Portekiz doğumlu, İngiliz Film Yönetmeni,oyun ve senaryo yazarı Christopher Hampton.
Yazan : 1741 Fransız doğumlu, Ordu Generali ve Romancı Choderlos de Laclos.
Drama : Jelena Mijovic.
Sahne Tasarım: Numen Sven Jonke
Kostüm : Angelina Atlagic
Müzik : Kiril Dzajkovski

Bunlar elbet de zor ama bina inşa ediliyor peki emeği,esas işçiliği koyanlar,onlar olmaz ise olmazlar kim:

Işık : Özcan Çelik
Efekt : Ersin Aşar
Koreografi : Handan Ergiydiren
Yönetmen yrd :İrem Arslan Aydın,Hülya Arslan
Asistan : Ceysu Aygen
Suflör : Ahmet Hün
Sahne ve Kostüm Uygulama : Taciser Sevinç
Sahne Uygulama Yardımcısı : Murat Gökden
Işık Uygulama : Gökhan Davulcu,Osman Aktan
Barkavizyon : Fatih Yıkılmaz
Sahne Terzileri : Fatma Demir,Mehmet Ördek
Kuaför : Aziz Bircan
Sahne Teknisyenleri : Necati Öcal,Yusuf Akçay,Dilaver Güneş,Yılmaz Koca,Fahri Çolakoğlu,Yusuf Güden.
Aksesuar Sorumlusu : Cengiz Önay, Özay Apaydın
Fotoğraf : Selin Tuncer,Nesrin Kadıoğlu,Ahmet Çelikbaş.

Ve Oyuncular:
Marquise de Merteuil karakteri ile Şebnem Köstem
Vicomte de Valmont karakteri ile Levent Üzümcü
Presidente de Tourvel ile Selin İşcan
Madame de Volanges ile Esra Ronabar
Chevalier Danceny ile Ahhan Şener
Mademoiselle de Rosemonde karakteri ile Tomris İncer
Cecile Volanges ile Ece Özdikici
Emilie ile İrem Arslan Aydın



18.yüzyıl sonlarına doğru yazılmış olan bu eser o kadar talep görüyor ki yazar da şaşırıyor.
Yazar zaten ordu mensubu olduğu için yargılanmaktan ve görevinden olmamak için;bu eserin kendine ait olduğunu bile söyleyemiyor.
“Çöpte buldum” diyor. O derece korkuyor.

Tehlikeli İlişkiler adlı bu eser, Fransız Aristokrasisinin ciddi saldırısına maruz kaldığı için oluyor bütün bunlar.

Bütünüyle bir aşk hikayesinin uzağında ancak ona da çok yakın durarak, dünya üzerinde yaşamakta olan tüm insanoğlunun ister dönemi 18 ister milenyum çağı olsun; yaptıkları hareketlerin sonunun nereye varacağını bilmemelerinden, bilmek istemeden bilinçsiz hareket etmelerinden kaynaklanan davranışların farkına vardıklarında yakıp yıktıklarını gözünüzün içine soka soka anlatıyor. Sizi boğmadan tabi.

Oyuncular öyle mükemmel ki, hepsi aynı orkestranın farklı enstrümanları olsalar bile profesyonellikleri ile şarkıyı bize dinletebilmeyi çok iyi beceriyorlar.
Çoğu dizilerden aşina birçok seyirciye,
Öyle bir an geliyor ki bir hanım oyuncuyu, üç kere farklı oyunda izleme imkânım olmuştu.
Birincisinde henüz televizyon ekranlarında boy göstermiyordu; sanatı yıllardır kendi mekanı içinde saklamıştı öyle güzel bir oyun sergilemişti ki ne kadar az alkış almıştı.
Şimdi ise ikidir çok büyük rolü olmasa da en büyük alkışı o alıyor.
Televizyon, böyle bir şey işte.

Yalnız oyun,
Performanslarıyla
Ayakta alkışlanacak bir oyun.
Muhakkak izlenmeli.

Hayatlarımız içerisinde her şeyin aslında,ev hanımları beni daha iyi anlayacak ve erkeklerde kulak aşinalığı olduğu için yadırgamayacaklardır.

“Kulak memesi kıvamında” olması gerektiğini vurguluyor sonunda.

Ne çok sulu
Ne çok katı
Her şey kararınca
Her şey yerli yerince
Olunca samanlık seyran olur misali; birbirlerimizin hayatlarını tetiklerken evrenin aslında seyran olması ile ilgili bir durum esasında.

Her seyircinin de mutlaka kendinden bir şeyler bulacağı; yaşamını sorgulayacağı bir yapıt olmuş.

Zaten yönetmende bunu tasarlamış olabilir, oyunun ikinci perdesinde siyah ve beyaz kostümler de bunu gösterir nitelikte.
Esasında kötü ve iyinin mücadelesi anlatılmaya çalışılıyor.

İyi, her ne pahasına olursa olsun sevmekten vazgeçmiyor sonunda ölümü kucaklamak olsa bile.
Kötü, iyiden ders alıyor ancak aldığı dersi onu kaybedip ebediyete kadar kendide ölümlü olunca anlıyor.

Netice de hayatlarımız da an geliyor kararlar veriyoruz; hiç düşünmeden içgüdüsel olarak ya da adeta bir havyan dürtüsü ile sonuçta yaratmış olabilecek olduklarımızı hiç düşünmeden oluşturmuş olduğumuz hareketler; zincirleme olarak birçok hayatları da mahvediyor, kendi hayatlarımız dışında.

Temiz kalmanın zor olduğu bir dünya da yolun doğruluk ve sevgi olduğunu bir kez daha anlatıyor oyun.
Yönetmen sahne içerisinde,oyuncularla döndürdüğü aynalar ile iç dünyamıza yolculuk yaptırıyor.
Yer yer dönen aynaların aksi ile seyircide yüzleşiyor kendisi ile.
Kötü mü yoksa iyi miyiz?
Kararı oyun sonunda kendiniz veriyorsunuz…

Çok büyük alkış…
Emeği geçen herkese…
İyi seyirler

Eski ve Yeni Birleşimi...

Eski Yeni Bir Gün ve Tehlikeli İlişkiler


Bugün annemin ziyaret etme durumu sonrasında, kendim için bir şey yapmak düşüncesi hasıl olmuştu içimde.
İçimi aşacak şeyler. Yahut aydınlatacak diyelim.
Vakit oldukça dardı, hava kararmıştı.
İki alternatif belirmişti kafamda.
Ya Beyoğlu,
Sinema.
Ya Fatih,
Cemal Süreya Şiir Dinletisi.

Birden başka şimşek çaktı kafamda,
Yine Beyoğlu’ydu ancak önce Harbiye.
Yetişebilirsem Harbiye Muhsin Ertuğrul sahnesinin yenilenmiş sahnesinde; yeni senede yeni bir oyunu izlemek.
Gişe de ki görevli yemek yemeye çalışıyor fakat kalabalık, önümde üç kişi var ancak internet üzerinden aldıkları için hazır biletlerini teslim alacaklar.

-Affedersiniz yemeğinizi bölüyorum ancak yer kaldı mı,bilet almak istiyorum.

/ Yalnız ön yanı 11.sıra en son koltuk yahut en arka.

-11.sıra çok mu dipte

/ Bir kişisiniz değil mi? O zaman size bir tiyo geç girin nasıl olsa gelmeyen olur yerleşirsiniz
Yalnız bir liram yok hiç bozuk kalmadı.

-Sorun değil. Teşekkür ederim.

/İyi seyirler. Unutmayın geç girin salona.

Gülesim geliyor sanki asker arkadaşım yahu. Sağolsun.

Tornistan dönüyorum Beyoğluma vakit var iken henüz son kez İnci Pastenesi’nde profiterol yeme vaktidir.
Her zaman ki gibi tıklım tıklım.

Tam tabağı almış yerleşmişken iki kız, dükkan sahibine hislerime vesile olarak soruyorlar:
—Yıkacaklarmış doğru mu?

Adam bir söyle bin işit kıvamında,

/ Bir oraya git diyorlar bir yıkacağız diyorlar. Ben kendim mücadele ediyorum şimdi yürütmeyi durdurdum ama tek başına yaptım bunları. Şimdi siz söylüyorsunuz hani nerede hiç destek yok. Garibanız biz ama sonuna kadar direnicem. Sonuna kadar…
Öylece bakıyorum, her gelişimde kapının girişinde tabaklara yardım eden dükkan sahibine.

Sonra turuncu renkle bezenmiş vitrine. Eski tavanlara. Eskiye ait ne varsa….


Ben çıkarken iki kişi daha giriyor.

Elim kapısına dokunuyor arkama bakıyorum son kez ,belki bir daha seni göremem.
Sende benden gideceksin hissediyorum. Hoşça kal diyorum.
İçimde Yeni Türkü’nün şarkısı çalıyor:
“Yenik düsüyor hersey zamana
Biz büyüdük ve kirlendi dünya

Telli telli telli şu telli turna
Ne kalmis buralı göklerden başka
Ne kalır yarına bizden sonraya
Herşey binip gitmis uçurtmalara”


İlerliyorum caddede, kara kedide çalan İspanyol esintileri kendime getiriyor biraz beni.
Atıyorum İstiklal Kitapevi’nden ruhumu içeri.
En sevdiğim kitapçıdır.
Bir başka ruhu vardır oranın bana göre.
Ve
Ayşe Kulin’in yeni kitabını görüyorum.
“Dürbünümde Kırk Yıl – Hüzün”

Kitap çalışması sürerken yayınlanan birkaç paragrafını okumuştum,okurken hatta ağlamıştım.
Babası ile başlıyor…
Hastane odasında yaşadıkları. Babasına düşkün bir evlat sanırım onu kaybedişi, hayatından çıkanlar.
Tahmin edebiliyorum ve sadece uzaktan bakıyorum,şimdilik.

Şu anda bunu okumaya hazır değilim.
Yaz olsun güneş çıksın hele.
Çok okuyacaklarımız olacak…

Hava buz gibi üşümedim desem yalan olur.
Geç değil erken geliyorum salona.

Salon bakalım benim eski salonum mu?
Bu gün hem eski hem yeni var. Öyle bir gün oldu.
Eski salonu çağrıştıran ancak o eski kokmayan görüntü güzel döşenmiş, ne çok gösterişli ne çok çok yeni havası var.
İlk açılış bileti olabilir, çerçeve içerisinde bir tablo.
Muhsin Ertuğrul’un hayatı ve kattıkları
Ve şimdiye kadar buradan geçmiş rahmetli tüm sanatçılarımız. Gözlerim doluyor.
Rahmet olsun ruhlarına…

Kaç oyun izlemişim hatırlamıyorum, oyun da burada izlenirdi.
İzlemesi pek keyifliydi.
Eski günleri düşünüyorum, kapı açılınca bizi karşılayan üzerinde kırmızı halı olan o merdivenler.
Ne çok severdim o sahneye girişi.
Onu da yıkmışlardır diyorum ve içeri girmek için kapılar açılıyor.
Aman Yarabbi ! Aynı merdivenler duruyor,daha genişletilmiş daha yenilenmiş ve yeni oyun için hazırlanan sahnede yer alan ayna tarzı materyaller ile kendimizi karşılıyoruz.
Oh çok güzel olmuş.

Gözüm her yeri karış karış tarıyor.
Hemen hemen aynı sanki biraz büyütülmüş,koltuklar modern.
Yakışmış. Eski doku korunmuş. Yiğidi öldür hakkını yeme.

Yalnız tamamı ile değişen seyirci kalitesi.
Yeni bir hareket türemiş çok terbiyesizce.
Eğer seyircinin aldığı bilet arka sıraysa başkasının yerine oturuyor ve aynen şöyle diyorlar: “Tamam yaw oturalım,gelirse kalkarız. Gelmez ise oh otururuz.” Çiftler, aileler,arkadaşlar hemen hemen hepsi aynı şekil bir tavır içerisinde.

Üç kadın vardı mesela kurdukları cümle şu : “ Bu salak bize niye bu biletleri verdi bari deseydi ya en arka diye hayat da oturmam ayakta dururum oturmam”
Sonra ne oldu, görevli ile konuştular solaryum güzelleri görevli bir şey yapamayacağını söylediği halde o arkasını döner dönmez en önde gördükleri boş koltuklara yerleştiler.

Eskiden kalan saygının “s” bile yok anlayacağınız.
Edep…Ohhh çoktan otobüse binmiş varmak üzere istasyona.

Oyun başlıyor.

7 Ocak 2011 Cuma

Gelişmiş İnsan !

Mevzu

Mevzu derin…
Konu: Aldatmak


Program bu şekilde akacak televizyon da
Hakikaten insanın doğasına aykırımıdır?
Neden erkekler daha çok aldatır?
Peki, erkekler kiminle aldatır?
Demek ki erkek / kadın eşit bu nokta da.

Kimi diyor,
Her ne olursa olsun heyecanı korumak lazım.
Kimi diyor,
Aklından aldatmak düşüncesine meyil ettiğinde ilişkiyi bitirmen en doğrusu.


Peki,
Zor mudur?
Neden
İki insan adeta birbirlerinde ki ipi kendi yönlerine doğru çekerlerken;
Her ne oluyor da;
O ipi salıveriyor.
Salıverince
Kimi hızla düşüyor, kimi sendeliyor.
Veyahut kimi ayakta durmaya gayret ediyor.
Neden?
Anne ve babamızı çok severken onları sevmekten vazgeçmiyoruz…

Kurgu ne üzerine
Sevmek bu kadar zor mu?

Konuk,
Prof.Dr.Üstün Dökmen bu gece evliliğinin yirmi altıncı yılını kutluyormuş.
Saygı,sevgi derken.

Finale de gelecek nesillere de damgasını vuracak sözü söylüyor.

“GELİŞMİŞ İNSAN ALDATMAZ!”
Uzun zamandır duyduğum en güzel ve anlamlı cümle.

Ne diyelim,
Gelişememişlere, GELİŞME.
GELİŞMİŞLERE.GELİŞMİŞ İNSANLAR NASİP OLA

Emek.Çile.R...

Adı,
Osman olsun.
Ne fark eder ki;
Ahmet ya da Hüsamettin.

Netice de hayatı boyunca Başbakan muamelesi göremeyecek
En azından bu gelişinde tabi,
Bir daha gelinebiliyorsa
Zaten gelince nasıl bir dünya ile karışılacağımızı bence bir hayal edin.
Şu an yaşarken içinde bulunduğu topluma uyum sağlama süreci yaşıyoruz.
Şehirler artık birer köy iken
Hangi uyum…

Aslında köyünde bir güzelliği ve özelliği var
Ancak ne o göç edenler
Ne de yaşayan eski halk artık horoz sesini duyamıyoruz.
Hiçbirimizin bahçesi yok.
Maydanozu market den alıyoruz
Çocuklarımızın yanakları pembe değil.
Solgun,yorgun ve öylece beklemekte,
Eşitliği adil bir dünyayı…

Osman Bey,
Her sabah bindiğim belediye otobüsünde yolculardan biri
Ben gibi
Diğer emekçiler gibi
Bizim ofisin yanında ki lokanta da çalışıyor.
Aşçılara mı hastır bilmiyorum
Kocaman bir göbeği
Türk bıyığı ile koşa koşa işe gidiyor
Hemen hemen ayak da hergün,
Gün içerisinde eğer dışarı çıkabilme imkanım olursa onu görüyorum
Soğukta biten tüpleri değiştiriyor dışarıda
Yahut saat hemen hemen üç ya da dört de ancak yemek yiyebiliyor
Kapının dışında otoparka bakan yerde,
Bir iki arkadaşı ile yiyor
Soğuk falan önemli değil
Karın tokluğuna çalışmak bu mu olmalı acaba?
Sabahlar bana selam verir,
Akşamları da yorgun bedeninden hal kaldıysa yine selamı esirgemez.
Otobüs yoluna koyulduğunda önümde giderken gördüm onu sabah
Kadife pantolonun sol cebi yırtılmış, öyle asılmış ki üşümekten sanırım.

Akşam olduğunda bu kez yanıma oturuveriyor otobüste.
“Merhaba Abla”diyerek…
O kadar tombiş ki sığamıyoruz
Beş dakika geçmiyor, uyuyor
Etraf nasıl artık türlü mü yoksa lahana yemeği mi bilmiyorum
Kokuyor
Başkası olsa kalkar ayakta bile durabilirdim o derece yani.
Ancak bu emekçinin durumunu biliyorum,
Üstünde bir mont
Ayağında ayakkabıları çamur içerisinde.
İneceği yere yaklaşmaya iki durak kala kendi kendine uyanıveriyor
“Hadi abla iyi bak kendine” deyiveriyor.
Gülümsüyor inerken
Ardından bakıyorum öylece.
Muhtemelen eve gittiğinde yemek sonrası daha çayını içmeden koltuk da uyuyuveriyor.
Yine muhtemelen iki yada üç çocuğu var.
Hayatını onlar için adamış.


Biliyorum ki yarın sabah
Yarın ki tüm sabahlar da o otobüste olmak zorunda
Kendine ait olmayan bir hayatın çıkmazı içinde
Olması gerektiğine inandığı yerde olacak.
Çünkü dünya eşit olmadığı için
O hala içeride değil, otoparka açılan kapının kenarında ki masa da yemek yiyecek
Ve yine çok şükür diyecek…

Yolun açık olsun
Osman Bey.

Dün Gece...

Dün gece

Dün gece beni kucaklamışsın,
Üzerimde saten yeşil bir elbise.
Dans ediyoruz,
Göğe doğru…
Uyuyorum, sessizce kollarında
Usul usul senin adımlarında.

Derin bir gecenin koynunda tüm yaşananlar.
Ve sessizce ilerliyor zaman…
Uyanmak istemiyorum hiç,
An olsun, donsun.
Saçlarım omuzlarımdan kayıp askılı elbisenin kenarından sıkışmış
Duymuyorum
Uyuyorum sessizce kollarında
Usul usul senin adımlarında.

Üstüme titriyorsun, uyandırmadan üstüme o beyaz şalı örtüyorsun.
Ne kadar şefkatle ellerin,
Ve sessizce ilerliyor zaman…
Uyanmak istemiyorum hiç,
Oysa ölmüşüm kollarında.
Ruhum sana teslim.
Bunun şu an sen bile farkında değilsin…
Yazık oldu,
Rüyalar da kalan an.lara…

Aldırma...Gönül Aldırma.

Kardeşim arıyor bu gün;
-Nasılsın?
İyiyim, hayırdır ne oldu?
-Yok, bir şey olmadı bakayım dedim ne yapıyorsun?
Çok şükür çalışıyorum işte bildiğin gibi de ne olmuş sen söylesene.
-Yaa, seni rüyamda gördüm
Eeee hayırdır inşaAllah güzel miydi bari?
—Hatırlamıyorum ki, yalnız…
Yalnız ne?
-Üç gündür seni rüyamda görüyorum bir bakayım istedim bir şey mi var?

Gülüyorum…
Eee çağırıyorlar mı beni, belki gitme vakti gelmiştir.
-Tövbe tövbe ne biçim konuşuyorsun…
Yaw bunun zamanımı var Allah aşkınıza…
Kapattık telefonu.
İşimiz rüyalara kaldı…


Sonra biraz kendimle kalınca düşümdüm de;
Şu içinde kalıp da insanların birbirlerine söyleyemediklerini,
Oldum olası kızmışımdır hep,
Yahu seviyorsan, bunu ifade et.
Yol belli çıkmaz sokağa neden giriyorsun…
Kızıyorsan kızdım de.
Anlamıyorsan, anlamadım de.


Bu biraz sigaraya benzer
Elinize bir sigara alın ve yakın
İçinize çekin arada; bu içinizde kalanlar
Dışarı üfleyin şimdi dumanı
Bunlar da fütursuzca dışarı vurduklarınız

Bir de sigarayı öylece elinizde tutun,içmeden
Bir nefes dahi sakın almayın,
Ne oldu?
Eridi gitti değil mi?
İşte söyleyemedikleriniz de böylece sigara gibi için için gitti.
...
Tek tek düşündüm
Kendimce,
Aslında içimde var olan sevgiyle;
Ben kul teninde kendimi harap ederken; beni hiç terk etmeyeni.
Unuttuğum zamanlar oldu evet kesinlikle oldu.
Ama ne zaman ona seslensem o cevap verdi,
Ağladığımda, yalnızlığımda,her yerde…
O içimdeydi…
İnsan, gerçek aşkın sadece ona olduğunu anladığında daha da mutlu oluyor…

Şimdi,
Öyle şeyler yaşadım ki, tabi kendimce;
İlkokuldan tutun da tüm eğitim ve öğretim hayatım boyunca hayatıma giren,
Geleceğimi çalan.
Kalbimi kıran…
Özelimde;
Dost gibi yanaşıp da hep kuyu kazan.
Maskeleri hiç eksik olmayan,
Kapıyı kapamadan ardımdan dedikodumu yapan.

Ne insanlar gördüm…
Ne çaresizlikler
Büyüdükçe üstüme geldi yaşananlar,
Sığamadığım oldu hayata bağırasım, yüzüne tüküresim geldi müsfettelerin
Eleye eleye …
Herkes şimdi yine;
Dost, arkadaş ancak istisnalarım var birkaç tane…
Onlar nar tanelerim benim.

Öyle insanlar gördüm ki;
Susan, içi ağlayan ve yalnız bana anlatan.
Gülen ama kapıyı çekip giden,
Karşımda dağıtıldı ikramiyeler
Gözümün içine baka baka,
Ayırdılar birkaçımızı öylece
Suçumuz neydi çalışmaktan başka…
Eşit değil miydik aslında
Hak bu değil miydi? Böyle olması gerekmez miydi?

Öyle insanlar gördüm,
Evliyken geldi kimisi,
Kimisi evli olduğumu bile bile…
Nasıl da nasır tutmuş alınları işlemiyor hiçbir şey.
Ne adamlar gözleriyle soydular,
Ne kadınlar arsızca yediler hırslarıyla
Aldırmadım…

Ne hainlikler
Ne hinlikler
Ne pislikler gördüm
Yine sevgiden vazgeçmedim…

Yalan söylediler gözlerimin içine ,ta içine baka baka…
Yanımda aldattılar beni,
Komşu,manav…
Dürüstsüzlüğeydi isyanım
Anlamadılar…
Çaldı kimi hayallerimi,
Kimi bensiz yaşadı düşlerini,

Oysa
Ben,
Büyüdükçe daha da çok öğrendim sevmeyi
Ve sevmekten başka hiçbir şeyin değeri olmadığını…
Hislerini birbirine açıkça ifade edemeyenlerin yüzünden mümeccin oldum çıktım neredeyse,
Şimdi az buçuk çakıyorum insanları;
Kim nedir? Nasıldır? Vesaire…
Kalbin anlamı ne, gerisi teferruat arkadaş.

Ben,
Öyle şeyler yaşadım, gördüm ve duydum ki kendimce;
Sır gibi saklarım özümde,

Hiiç gocunmam,
Kim gelecek ise hangi zaman ,ne zaman beni götürmeye
Düşerim yollara ardıma bakmadan,
Korkmadan…

Bir tek toplanmamış eşyalarım
Oraya buraya saçılmış şiirlerim var
Hepsi
Bu kadar…
Ben kalbi açanım
Yetmez mi geride kalan…

Onun için ardıma bakmam ve korkmam.
Ömür trenimde bana neler edenler;
Bilinçli bilinçsiz yoluma taş döşeyenler
Köşeye ittiriverenler
Düşünsün.

Şiir kitabımın sonlarına doğru ardımdan diye başlar…
Orada her şey yazılı zaten

Hayat güzel
Gelen de hoş
Gelmeyen de,
Önemli olan ne aldığın
Ne verdiğin
Onun için hiiç aldırmam
Giderim…

Ben kalbi açanım
Yetmez mi geride kalan…

6 Ocak 2011 Perşembe

Nerelerdesin Sen?

Bir deniz kıyısında
Bir güzel ev

Taştan yapılmış bina
Dışarıda bir sahil alabildiğince
Gönlümce
Gönlümüzce
Sessizce her şey şu an
Her şey,
Ellerimizde
Ve
Gözlerimiz de

Şömine almış dışarının soğuğunu
Ve
Sen
Benim umutsuzluğumu…

Son olmasın bu gece,
Sana bakınca;
Ruhum huzur buluyor
Sen iyi geliyorsun bana,
Dost, arkadaş,yoldaş,sırdaş,
Her şey…
Neden? Bilmiyorum…
Kurcalamak istemiyorum,
Lakin;
Son olmasın bu gece,
Sana bakınca
Ruhum dans ediyor
Bu kumsalda
Ayaklarım çıplak,
Ve
Masum o küçük kızım ben
Yalnız senin ellerinde…

Can'ım Kuşlar...

Kuşlar…

Kuşlar…
Canımın içi kuşlar,
Cemal Süreya’nın dediği gibi
“ben bütün hüzünleri denemişim kendimde
canımla besliyorum şu hüznün kuşlarını
bir bir dene”

Tamam,
En büyük yaratılmış sensin.
Bunu bildiğin için mi bu zulüm!

Ne zamandır unuttun,
Dünya yı diğerleri ile paylaştığını.

Siz, hiçbir kumrunun gözlerine,
Hatta tam da gözbebeğinin içine baktınız mı?
Ben, baktım.
Mutfağıma gelmişti.
Yemek yaparken, usulca girdi tülün ardına
Önce tülü araladım.
Ardından, birkaç kırıntı ıslatıp koydum sete.

Çekine çekine…
Ürke ürke
Korka korka geldi.
Müteakip akşamlarda buluştuk böylece,
Sonra bir gün baktım hafta sonuydu çok iyi hatırlıyorum,
İş dönüşümün saati yani benim mutfak da olduğum zaman da oraya geldi.

Yanına yaklaştım,
Usulca eğildim,
Burun buruna kaldık.
Kaçmadı
Biliyor gibiydi ona zarar vermeyeceğimi,
Gözbebeklerine baktım.
Orada kendimi gördüm…
Sonra,
Kendinden başka dostlarını da getirdi bana.
Ara ara balkona da konar, hatırımı sorarlar
Eğer, canımsıkkınsa ve pas vermiyorsam onlara; hemen anlar ve şaşkın şaşkın bakarlar.

Yani anlayacağınız doğru ifade mi bilmiyorum ama hisleri var sanki.
Bir atın buğulanmış manalı gözleri gibi,
Okşa, sev beni ben köpek gibi sadık dostunum der gibi…

Peki, hiç serçeyi gözlemlediniz mi?
Böyle pır pır heyecan içersinde dünya da bizim ayaklarımız arasında raks eder.
Yaklaşsan hemen kaçar. Seke seke gelir sonra, asla kumru gibi sokulmaz.

Sizler,ne yaptınız
Onlar kim olduklarını şimdi anlayacaklar
Yok okurken frene basmak aklınıza hiç gelmemiş ise;
Lütfen, beni okumayınız
Ben sizi sıkarım…
Alerji yapar bünyenize
Devası yoktur,bilesiniz.

İnsan denen bu yüce varlık,
Doymadı gitti.
Yılbaşı kaç bin, Amerika Birleşik Devletlerinde
Şimdi İsveç de
Ve daha nerelerde can çekişiyor ve ölüyor
Öldürülüyor kuşlar
Karın altından bir elini çıkarıvermiş
Yardım,lütfen yardım edin bize der gibi o fotoğraf.
Korkunç bir manzara.
Kim bilir nerelere göç edecek yahut nereden gelmişlerdi.

Ey insanoğlu,
Çocukken öğrendiğin sapan atmaya benzemez bu işler,
Yahut yeşil başlı ördeği katletmeye
Üstüne türkü yaksan da
Peh ! Ne fayda…

Sen derisini yüzdün,
Etini yedin
Devekuşu, Hindi, Tavuk
Her türlü kanatlıyı kanatsıza çevirdin.
Yetmedi
Makineler ürettin.
Şimdi soruyorsun kendi kendine;
Tavuk mu yumurtadan çıkar
Yumurta mı tavuktan…
Fasa fiso yu bırak da
Bu canavarlık senin nerenden fırlıyor.
Dur da onu bir düşün.

Uçmayı bile bilemezdin sen bu kıt aklınla
Onu bile doğadan,
Yani patentini ondan çaldın işte,
İtiraf et…

En basiti bir karavan
Bildiğin alelade
O da doğadan
Kaplumbağa

İşte hepsi katlettiğin doğadan…

Her gün daha fazlasını istedin
Hiç bitmeyecek bir gezegeni düşledin,
Cenneti yaşayacakken cehenneme çevirdin
Sonu sen başlattın insanoğlu,hırslarınla:

Daha fazlası…
Hep daha fazlası…

Bencil.
Egoist.
Bir yaratıksın artık…
Hırs dolu damarlarında sadece tüketmek var
Beynin sadece AVM’ ler de sıkışmış; dostunu kazıklayan,ruhunu satan,icabında her yolu kendine göre mübaf kılan,
Acize el uzatmak,
Öksüz sevmek.
Nedir bilmeyen,
Bilmeye de niyeti olmayan…

Toplumları karıştıran
Birbirine kırdıran
Sonra uzaktan yarattığına keyifle gülen
İnsanoğlu…

Bugün daha kuzey ege de kaç bin ton sardalye yakalanmış
Tekne taşmış artık
Neden bırakılmamış birazı denizde
Yavrulasa ya da biraz daha büyüse
Olmaz ama daha çok para
Hep daha çok…
Tüket tüket,
Ve tüket
Yetmeyince
Git bir dua et
Hatta bir piyango al
Başına bir devlet kuşu konsun…

Bu gidişle dünya ya öyle bir konacak ki
Kuraklık ve açlık
Sefalet,
O zaman birbirini yiyecek insanlık…

Arama uzaklarda bunlar kıyamet alametleri diye
Mevlana ne der:
“Ne ararsan önce kendinde ara”

Ve bu gece bir düşün
Bir ağaç diktin mi
Bir ağacı sevdin mi
Kendinden daha başka bir canlıya yaşam hakkı verdin mi?
Dön de bir bak aynaya…

Sanıyorsun...Aldanma.

Sanıyorsun ki


Sanıyorsun ki…
Bitmez bu yollar,
Caddeler…
Tüm geceler sessiz ve yalnız.

Aslında iyi kurgulanmış bir romanın bir başka sayfasıdır bu.
Ve diğerleri gibi;
Aynı…
Giriş-Gelişme ve Sonuç.

Karşında bir cadde
Giriş yaptın
Girmeden az önce,düşündün tek başıma ne yapacağım ben burada diye
Girdin
Sifir bir karanlık.
İlerledin,
Hafif aydınlık var
Bu seferde caddedekileri bilmiyorsun
Yavaş yavaş perdeler kalkıyor
Sen romanın bıçak ile konmuş
Şimdi gelişme kısmındasın,
Onun için ne yöne gitsen sayfalar henüz açık kaldığı için bıçakla
Derin izlerin var,
Babanı defin ederken düşünmüştün tam ciğerinde
Allah biliyor ya,
“Ne yaparım bende önce o giderse,onu kaybedersem” diye bu kez daha da hıçkırarak
ağladın.
Şimdi gelişmedesin işte.
En zoru da yaşarken, öleni yahut gideni kabul etmekmiş.
Diri diriyken her şey...
İşte o yüzden bıçak ile ayrılmış sarı sayfaların gelişme kısmındasın.

Bak oralarda muhakkak bir pamuk helvacı
Bir bakkal
Yahut bilemediğin neler var…
İyi düşün,
İyileri bul.
İlerle…Adım at.
Mecbursun,

Ve sonuç…
Bunu zaman tepsi ile ya sunacak ya da sunacak…
Yolları bilseydik acı çeker miydik böyle?
Ve mutluluklardan daha çok acılardan ilham alır ve yeniden doğar insan.
İşte bak,
Sonuca doğru ilerliyorsun…
Ömrün yettiğince
Kelimelerce…
İlerle…

5 Ocak 2011 Çarşamba

Orada Kal...

Orada Kal

Orada kal.
Mazide kaldı her şey.
Senin için alışkanlık
Benim için sevgiydi.
Bitmeliydi.
Eskimişti değil mi,sen söyledin.
Ya da bunun gibi bir şey…
Onun için
Orada kal.

Giden gidiyorsa;
Yok dönerse zaten hep senindir,
Palavra.
Sen, benden gitmişsin ya,
Onun için
Orada kal.

Hiç düşünmüyorsan geçen saatleri
Akrep ile yelkovan bile örtüşmüyorsa
Senin saatlerinde,
Haklısın,
Onun için
Orada kal.

Ve bir an olsun
Bir sıcaklık
Bir gülümseme
Düşmüyorsa yüreğinden yüzüne
Haklısın,
Onun için
Orada kal.

Düşün ki bir gün
Saçlarım bir başkasının avuçlarında yandığında,
Ah pardon!
Sen,zaten yoktun değil mi?
Orada kal.

Orada kal.

4 Ocak 2011 Salı

Kış Kırıklıkları...

Kışın kırıkları

Kışın kırıkları derin olur.
Yapraklar kırık kırıktır soğuktan ve rüzgarlar örter tüm caddeleri.

Gölgesini göremez hiçbir insan
Güneşe hasrettir çünkü.
Hayat dan değil,sıcaktan bunalırsın
Dondurma, limonata açıverir içini,
Sabah gözünü açmadan bir güneş süzmesi ruhuna yansır.
Ve sen sevmeyi,aşkı seçersin
Mevsim ya bahar ya yazdır.

Kışın ise kimse tercih etmez
Herkes sersemdir çünkü.
Doğasına uymamış gibi hareket ederek bir o yana bir bu yana savrulur gider…
Aşkı unutur
Sevmeyi unutur
Gülmeyi unutur.
Gölgeler kovalamaz olur yaz akşamlarının puslu sigara dolu koridorlarında
Bir nefeslik sıhhat kadar dolu doludur yazlar.
Ve kışlar
Bir o kadar
Sessiz
Bir o kadar yalnız
Bir o kadar
Bir…

Bir çöpçü süpürüverir eski yaprakları,
Makarna paketinin bitmiş poşeti gibidir damarları artık görünmez yaprakların
Hangi adanın hangi çiçeğinin tohumudur artık bilinmez…
Yazlar biter
Kışlar göçer
Ve ömürler geçer…
Bilemezler
Söylersin duymaz
Yazarsın anlayamazlar…
Yazlar seçilen
Kışlar sinendir…

Dostlar...İyi ki varlar...

Paylaşmak


Hayatı boş geçmemek, benim adıma.
Kapıda bir komşuya,
Otobüste hiç tanımadığın şoföre “merhaba,günaydın” diyebiliyorsan,
Paylaşıyorsun demektir.
Hiç tanımadıkların bazen hayatına işlemiş diğerlerini bir an ile siler götürür.

Onları da hiç tanımıyordum, kader bizi bambaşka bir ülke de bir araya getirdi.
O kadar güzel bir çiftlerdi ki kısa yolculuğumuzun son iki günü muhabbetlerimizi tokuşturduk.
Nefes nefes koşuşturmalarımız arasına, mutlu güzellikler kattık.
Paylaştık, anlayacağınız
Hayatın bizi ittire kaktıra yorup da bir yerlere toslattığı bir an kesitinde karşılaştık.
Bir gülümsemeyi
Bir merhabayı
Bir kahvaltıyı
Venedik de Reha bey ile hep birlikte keşif oyununu.
Şarabın en güzelini
Paylaştık.
Paylaştık,çünkü biz farklı bakandık.
Belki başkaları için çok farklı ve hatta tuzsuzdu.
Ancak,
Onlarla frekanslarımız tuttu.
Sanki yeniden balayına gelmiş gibi hep birlikte ve uyumlu bu güzel insanı tanımak,
Hayatı yaşarken onlardan renk almak
Ne güzeldi.
Sonra çok meşakkatli bir hava trafiğinin ardından sabaha karşı ayrılırken;benim orada son gün onlara teknede demiş olduğum gibi “yani anne ile babam gibisiniz”.
Bana bunu hissettirdiniz.
İlla Venedik de aşk sevgili ile olmaz demek ki o anlık yalnızlığımda anne baba ikilisini istemiş ruhum.
Sevgili hakkımı, Paris’te kullanmak istiyorum.
Hava limanında bu güzel insanlar uzun zamandır kimselerden duyamadığımız soruyu sordular bana: “ Bak yalnız gideceksin bir şeye ihtiyacın var mı? Oradan taksi ye binme, alandan bin”
Canım, güzel insanlarım…
İnsan mücevher bulmuş gibi sarılıp öpesi geliyor ellerini.

Sonra bir kez buluştuk Bostancı’da.
Yılbaşı akşamı beni arayıp adresimi istediler,
Olur mu öyle şey falan dememe kalmadı.
Bana hem yılbaşı hem doğum günü hediyesi göndermek arzusundaymış Nevin Hanım.

Bugün kargom geldi.
Yeni senemin yeni ilk hediyesi…
Hoş geldin, uğur olsun.

Nasıl ki sanki İtalya kokuyor
Bir güzel biblo arslan başı motifimi desem ancak saçları üzümden ve renkler; ağırlığını hissettiriyor
Açılan bir dünya gibi biblo ve açılıyor kapak bir sürpriz daha…
Lila, mor arası bir kese.
Kesecik içerisinde üzerinde üç taş olan birbirine geçmiş kalbi andıran gümüş bir kolye…
Gözlerim doluyor, hemen telefona sarılıyorum.
Mehmet bey işten yeni gelmiş henüz.
Nevin hanıma diyorum ki:
Sanki İtalya’dayım ve her şeyden öte bu bir dünya, sizin kalbinizin dünyası
İçinizin sevgisi bana yansıyor…
-Canım küçücük bir şey bizi anarsın
Sizi anarım elbet bunlar bahane.
Bu kolyeyi hayatım boyunca taşıyacağım.
Gülüyor Nevin hanım.

Kadıncağız,çıkmış benim için dükkana gitmiş.
Torununa bakarken kargo şirketine gitmiş
Bana karı koca sevgilerini sunmuşlar
Yanılmamışım orada kendime en yakın onları bulduğumda.
Kalp kalbi buluyor sanırım…

Yılbaşı gecesi üzerime devrilen şarap şişesi de üzümlerle belki bereket içindir kimbilir?
Bu biblo ve kolye de uğur getirir.
Şimdi evimin boş soğukluğunda, beni gülümseten bir obje var.
Ve boynum da güzel bir ailenin sıcak dokunuşu.
İyi ki tanıştık…
Teşekkür ediyorum her paylaşımınız için.
Hayat gerçekten paylaştıkça güzel.
Tekrar mutlu yıllar…

Merhaba...

Sevgi Dolu Merhaba...
Merhaba

Merhaba
“Benden size zarar gelmez” anlamına gelir, Farsça.

Çok etnik kimliklerin var olduğu ülkemizde var olduğumuzu düşünürsek; değişik tadlar,kokular,adlar,hepimize renk katar.
Yaşamımıza sevinç verir.
Bunları yaşamak ve yaşamımızda hazır sunulabilir kıvama getirebilmek de bir meziyettir bana göre.
Tıpkı bir heykeltıraşın bir mermerden şaheser çıkarması.
Engelli ve hayata küsmüş bir öğrenciyi topluma kazandırabilmiş bir eğitmen
En güzel manzara resmini tuvale dökebilmiş bir ressam
Veyahut 13.yy da yazmış olsa dahi hala dillere pelesenk olmuş bir şiir dizesi.
Hepsi yaşamın içindeki ayrıntılardır.
Ve yazmak
Yazmak,yazabilmek,yazmaya çalışmak en güzel şarkıyı mırıldanmak gibidir İstiklal Caddesinde.
Yalınayak kızgın kumda yürümek.
Aşık olmak kadar hafiflemektir.
Yazmak, verimli ise okuyana da renk verir ve böylece gökkuşağı oluşur satırlarda.
Kah akşam otobüste,yolda,takside,tıkanmış bir köprünün köşesinde beklerken o vurucu cümleyi heceler durmaksızın beynimiz.
Sabah uyandığımızda dilimize dolanmış ve nereden türediğini bilemediğimiz çokca hemen hemen herkesin başına gelen o güzel şarkı gibidir.
Bazen bilmediğin şeyleri öğretir,okudukların.
Çoğu zaman unuttuklarımızı hatırlatır.
Yaşamın devinimi içerisinde her birimiz birer akrep hep birimiz birer yelkovan.
Tik tak tik tak tik tak geçişiverirken bilmeden hayatlarımızın içinden; işte kelimeler kalır.
Kazınıverir biz istesek de istemesek de yüreklerimize…
Ve yazmak öyle bir tutkudur ki,
Her kelime de yeniden doğurursun içinde var olan binlerce cümleyi.
O cümlelerde elbet birinin yüreğinde damlacık olur.
Kabaran her damlacık yağmur damlasıdır artık ve yağmak üzere yeryüzüne düşer.
Yağmur toprağa düşer,
Ellerimiz,saçlarımız,bedenimiz nasibini alır
Ve toprak hoş geldin der yağmura…
Bıraktığın kadar verimliyim
Kokum ondan hiç gitmez
Ben doğayım
Ben canım
Ben yazmaya çalışan bir garip insanım…

Tekrar Merhaba…

3 Ocak 2011 Pazartesi

Susmuş bir şarkı...

Gramofon da eski bir şarkı…
Döner durur hep eski bir yazgıyı.

Sanki nağmeler kendi içinde ağlamakta.
Hep bir sonra ki noktayı vurguda.
Kullanılan, ister ney.
İster ud.
Sazendeler kurulmuş söylemek de kalbe hep o eski şarkıyı.

Tarlada ki eski papatyalar da solmuş
Bakılmaz ki şimdi
“Seviyor mu? Sevmiyor mu?”
En iyisi her şeyi unutup bir taze bahar düşlemeli.
Gelemeyenlere
Söz söyleyemenlere,aldırmadan
Yağan yağmurun altından her zerreden rahmet bularak,
Unutturur ıslananlar,
Yanlış çalan şarkıları veyahut çalmasını arzulananları.
Düzeltir inen her yağmur damlası.
Ve güzel bir plak konur,
Taş gibi…
Döner insan tebessüm eder,yaşananlara
Ya da yaşanmasını arzu ettiklerine
Belki de yanlış bir plaktır,
Yanlışlıkla alınmıştır.
İstenmeden gramofonda asılı kalmıştır.

Yani,
Beklenen şarkı
Değilsin artık...

Budapeşteli

Sabahın erken saatleri,
Her zaman ki istasyon…
İnsanlar hınca hınç doluşmakta.

İlerliyorum,
Kocaman valizleri arasında;
Hop oturan hop kalkan elinde bir minik kağıt parçası ile şaşkın bir beyefendi.
Geçebilir miyim diyeceğim tam, beyefendi meğerse yabancıymış.
Ben biliyorum bende bir şey var hep yabancıları çekiyorum.
Gerçi bu aralar yıldızlara takmış durumda olduğumdandır beklide; yani bu sene
Yabancılarla görüşmeler, işler vesaire vesari… diyor.
Ne çok konuşuyor bazen şu yıldızlar
Umarım yaptığı dedikodular sonuçlandığında iyi şeyleri getirir
Neyse,
Nerede kalmıştık.
Evet. Şu yabancıları çeken bir tarafım var demiştim.
Dış İşleri beni alsa, iki seneye kalmaz Avrupa Birliğine gireriz.
Kesin…

Başörtülü teyzeler ,beyefendiye kendi yordamlarınca yardımcı olmaya çalışıyorlar.
Biri elini omzuna bastırıyor,yani otur doğru otobüstesin demek istiyor.
Diğeri kaç göz işaretleri ile garip şekillere girdiğinden adamcağız garip garip bakıyor.
Silme otobüs başörtülü kadın yumağı gibi bir ben başka.
Bakabilir miyim diye sıra sıra dolaşan kağıdı kapıyorum ellerinden birden.
Hııım
Buraya mı gideceksiniz
Bakıyorum Onur Aır
Evet diyor.
Adam sen kalk Macaristan,Budapeşte'den bin uçağa gel benim Yenibosna – Florya otobüsüne.
Meğerse taksi çok dolandırıyormuş onun için tercih etmemiş havaalanında.
Kocaman valizleri.
Adının açılımını unuttum V.L di.
Merak etmeyin bende aynı yerde ineceğim diyorum,ben götürürüm.
Siz, orada mı çalıyorsunuz. Diyor .Omzuna çarpan kızın pardon demesine şaşkınlıkla bakarken.
Maalesef diyorum İstanbul trafiği…
Her yer kalabalık, Budapeşte de çok soğukmuş.
Dizim valizin üstünde,bakarsınız bu seferde oraya yolculuk yaparım fena mı bir opera dinlerim güzel güzel.
Ama havalar ısınsın biraz.
Arkadaşlarla Uludağ’a da gidemeyeceğim zira epey üşütmüşüm.
Bundan önce Afrika’da görev yapmış iki ay.
Korkunçtu. Anlatılmaz,görmeniz lazım diyor
Arkada ki teyzeler, “ bak bizimle hiç konuşmuyor adam ile nasıl sohbet ediyor”diyor
Diğeri ise “ hep adam konuşuyor bu konuşmuyor” diyor.
Ah güzel memleketim…
Afrika, sıcaktan öte hava trafiğini söylüyor çok korkunçmuş
Türkiye nasıl diyorum.
Henüz bilmiyorum,geldim üzerinden geçtim tabi ancak hava kontrol nasıl bilmiyorum.
Zevkli bir işiniz var Pilotluk yani diyorum.
Ağzını büküveriyor hemen,
Gençken öyledi.
Şimdi şirket gönderiyor
Ailem Budapeşte de ben bir orada bir burada
İn,yerleş git başka yere yerleş
Gençken güzeldi tabi….

Gençlik başka bir şey işte
İnsan elinden gidince anlayıveriyor olanı biteni.
Ne güzel dir anlayamadığımız o gençlik yılları,
Ben de biraz bastırsaydım babamın ve flörtümün üstünde şimdi ve hep semalardaydım.
Çok istiyordum taa o zamanlar da
Yeni yerler görmeyi,uçmayı.
Kara da kaldık işte
Senenin bir haftası denizi görebiliyorsak ne mutlu.
Her şey gençlik de
Beyefendi doğru söylüyor…

Nerede göreceksiniz sabah sabah bir belediye otobüsünde bir Maceristan’lı
Üstelik bir pilot
Şanslıyım.
Gençlik başımda duman…

2 Ocak 2011 Pazar

Yalnız Fener...

Gün batıyor bu sahilde de.
Usuldan kıyıdan uzaklaşmak lazım,
Deniz de hırçınlaşmaya başladı artık.
Eski bir deniz fenerinin önüne çökmüştüm sabah.
Sen, saçlarım uçuşurken yakalardın hemen,
Fenerin yanacağı saat üzerine ihtimal hesapları yapardık.
Sabahtan akşama kadar o kadar zaman ne konuşurduk?
Ne söyleyeceklerimiz birikmişti veyahut…

Bu sabah fırtına vardı
Deniz fenerinde
Dalgalar alabildiğince uçurdu saçlarımı
Derin bir üşüme sardı içimi
Öylece sardı kollarım, kendi kendimi
Ve yine seni düşündüm
Neredeydin şimdi?

Ne senin
Ne de benim dediğimiz saat de yanmadı fener.
Yine bulamadık…
Yine kavuşamadık anlayacağın.
Uzun bir yolculuk ardından çöküverdim öylece,
O eski deniz fenerinin beyaz mavi merdivenlerine.
Saksafon sesi gibi martı çığlıkları,
Uzaklar da bir yerde
Bir orkestra kurulmuş olmalı
Ve ben seninle dans ediyor olmalıydım
Kuma bıraktığımız ayak izlerimizle.

Kış bitip artık yaz dolmalı.
Şimdi, yalnız bu fener de yazı bekliyorum,
Üşüdüm…
Öylece sardı kollarım, kendi kendimi…
Ben ile birlikte Fener de yine yalnızdı.