Hürriyet

20 Mart 2011 Pazar

Kayıplar ve Kattıkları...

Kaşları hafif yukarı kalkık.
Daima bıyıklı,hafiften tıknaz.
Kısa boylu, tabi bir erkeğe göre.
Canlı canlı bakan gözlere sahip,
Her zaman içinde bir yelek ve üzerindeki ceketi ile dolaşan.
Eski İstanbul’lu
Eski Cumhuriyet çocuğu.
Karısının vefatında ben yanına gittiğimde,dur gitme dercesine bakıp
bana rahmetli babamı ve amcamın çocukluğundan bahseden.
Babasız nasıl yaşam mücadele verdiklerini, iki ara bir derede anlatan.
Selam vermeden geçmeyen, eski bir usta.
Esnaf.
Sami Amca.
Yengemin babası.


Şu an, gözümün önünden şu Sümbülefendi Camisinin avlusundaki taşlar kalksada;
dile gelse diye geçiriyorum.
Kaç can vermişiz burada?
Her bir can, babam kadar olmadı bu doğru ama hepsi acıtıyor.
Çocukluğumda içinden geçerken kedilere baktığımız.
Öğretmenimiz adalara yada pikniğe götüreceğinde kapısı, buluşma noktamız olan.
Haftasonu eve uğradığımda eğer yoksa, babamı muhakkak görebileceğim tek yer.
Buluşma noktası.

Kütüphanesi önündeki asırlık ağacın önündeki,emekli adamların taze sigara telaşları ve günlük gelip geçenlere karşı doğal olarak oluşmuş bir kır kahvesi gibi.
Kediler etraflarında cirit atarken,yeni yeni yürüyen bebeler.
Henüz bu tarihi mekanın ve tarihin onlara ne katacaklarından habersiz.
Birkaç gündür yatmaya çalışsam da, gelin görün ki hayat senin hastalağının geçmesini beklemiyor.
Alacağın antibiyotik’e bile takat bulamayıp,sevdiğin arkadaşının düğününe gitmeyi düşünürken sonra kendini cenaze de buluyorsun.
Hayat bu işte.


Gülmeyi düşünürken, ağlamak.
Ev sahibi olmak isterken, kiraya çıkmak.
Evlenip çok mutlu bir hayat arzu ederken, boşanmak.
Seveceğini zannederken, beğenmemek.
Hep bekar kalacağım ve dünyayı dolaşacağım derken, erkenden evlanip çoluk çocuk sahibi olmak.
Miskinlik yapmak isterken, çocuğun veli toplantısını hatırlayarak koşmak.
Bekledik yada beklenmedik
Ne varsa
Hayata dair…
Herşey kendiliğinden gelişiyor.
Geçiyor, ömür trenimiz ve iniyor bir bir dost yüzler…
Eski dostlar…

Ancak şunu düşünüyorum;
Kendimizi bildiğimiz ana kadar hayatımızda var olan ve şimdi çıkanlar kadar;
Gelecekte ne kadar var ya da gelecek mi?
Ve hepsi diğerleri gibi gerçek mi?

Bence insanın çocukluğunda ne yaşadıysa; kim elinden tutup ona hayatı tattırdıysa öylece lezzet buluyor ve şekilleniyor.
Ve ondan sonra isterse sofra da kuş sütü olsun.
İnsan daima ve daima o lezzeti arıyor.
Yani anılarını…

Ben çok şanslıyım.
Anı hazinem oldukça yüklü.
Herkesten tutam tutam, olmuş rengarenk…

Bazen karalar düşünce göz kapaklarıma,
Gülümsemek için başka dostlara ihtiyaç duymam.
Çünkü gerçek anılar,
Onların dili kadar sivri ve acıtıcı değildir.
Saf gözyaşlarımı en doğal haliyle bırakırlar yanaklarıma…

Ve ben hep baharı beklerim ama hep ilkbaharı, çünkü onun coşkusu başkadır.
Bahar da kolay kolay varmaz.
Naz etmeden gelmez.
Yalancı baharlarla avuturuz kendimizi,
Sonrada böyle şifayı buluruz.
En sevmediğim mevsimler; Mart ve Kasım dır.
Dikkat edin hep felaketler.
Hep kayıplar bu aylarda artar.
Kendi yaşantımda da böyle olmuştur.
Saplantı değil, yaşadıktan sonra fark ettim.
Dünyayı ve özeli.
Kasım’ın bunca yamukluğuna karşın yaptığı tek güzellik bana İtalya’yı sunması.
Onun dışında en güzel zaman bahardır.
Eeee gel artık bahar.
Özledim.

Hiç yorum yok: